Mânâya vuslat

İnsan beş duyu organıyla dünyayı algıladığında, duymak fiilini de belli bir kalıba oturtabileceğini ve fısıltılara daha kayıtsız kalırken haykırışları daha güçlü bir şekilde algısına iletebileceğini zannediyor. Fakat algılarımız -mütemadiyen- mânevî nazarın etkisinde şekilleniyor.

“O hâlde Sen, Hanif olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel.” (Rûm, 30)

 

TEDİRGİN ve ölçüsüz bir yolculukta ilerler gibi tüketilen zamanlar, iç içe geçmiş renklerle netliğini yitirmiş bir resme dönüşüyor fikrimizde. Bu resim, manevî nazarımızın tam karşısına asılıyor ve sonunda tüm adımlar bir önceki kadar kayıp ve tükenmiş olarak tekrar edip duruyor. Nazarın ve tesir ettiği aklın yapıp yapabileceği, bir önceki resmi taklitten ibaret! Bu devridaimde yitirilen zamanlar kadar, kaybedilen mânânın ve aklın da yasını tutmak gerekiyor!

Kalbin tam ritminde vuku bulan kaygı, endişe ve dünyalık hevesler gibi birtakım genel geçer olgular var ki, işte bahsettiğimiz resmin ana temasını bu baskın kavramlarla meydana getiriyoruz. Bir aynaya bakar gibi bu resme nazar eden iç âlem, bundan sonrasında mânâyı bulabilmek taahhüdünü de yerle bir ediyor. Fakat bir fark ediş ile resimdeki tüm çizgiler, fırça darbeleri ve vurgular yeniden revize edilebilir, yeniden ve sıfırdan bir dokunuşa imkân verebilir hâle dönüşecektir.

“Mânâyı bulabilmek” fırsatını tomurcuklandıran bu fark ediş de yine aynı genel geçer hislerin ve dünyalık temayüllerin tesirinde olacaktır. Tek bir temasla, geçmiş zamanlarını yitiren ve ömrün geri kalanını da aynı yitik kimliğe mahkûm eden tabloyu değiştirmek mümkün. İnsanın dünyaya uğradığı bu kısa ve tedirgin zaman diliminde yaratıldığı fıtrata yüzünü çevirmesi, bir fark ediş süresi kadar çabuk ve bir iman ediş eylemi kadar tesirli olacaktır.

Bunu nasıl yapabilir insan?

En hiddetli ruh bile özüne dönebilecek bir kırılganlığa sahiptir. Besleyip büyüttüğü bu yıkıcı tabiatı, manevî nazarına daha hakikatli bir yön vererek bertaraf etmesi mümkün.

Gözü ve gönlü meşgul eden ne varsa âlemde, zamanın ve anlamın yitirilmesinde sebeptir. Fakat bir yandan da tüm bu meşgaleler mânâya erişebilmede bir rehber kadar yön verici, bir merhem gibi iyileştirici etkiye de sahiptir. Olman gereken mânâ âleminden yollarca ve yıllarca uzak düşmüş olsan da, vuslat için yapman gereken yalnızca bir nazar, bir göz süzüş ve katran tutmuş resme yeni ve naif bir dokunuş...

Zaman kıymetlidir

“Asra yemin olsun ki, insan ziyandadır. Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (onlar ziyanda değillerdir).” (Asr)

Yeni baştan bir resim çizmek ve bu resmi mânevî nazarımızın tam karşısına koymak en dirayetsiz bedende, en fersiz gözde ve en ağır aksak zihinde bile bu kadar kolay aslında... Özünü tanımadan geçen zamanların bıraktığı bu eksiklik duygusu da birkaç fırça darbesiyle telâfi edilebilir. Elbette gideni geri getirmek, yitirileni âbâd etmek çok da muhtemel değil. Fakat yine de belli bir zaman dilimini kaybetmek, kalan ömrü de heba etmekle eşdeğer olmayacaktır. Her kayıp zaman, bir öncekinden asırlarca büyük, gecelerce kara ve ölümlerce ağırdır. Bu demek oluyor ki, geçip gitmiş zamanı kaybettiysen de önündeki bir ânı daha kaybetme!

İnsan bir yokluk duygusundan arınamıyor bir türlü! Dünyanın bin bir telâşı arasında geçip giden bir zamanı yakalamak, tutmak ve onu kıymetli kılmak hayli zor! Fakat bu durumu bu nispette imkânsız ve geçersiz kılan tek şey, geri dönüp baktığında özünü bulamayacak olduğunu fısıldayan o güçlü ses titreşimi. Çok zaman çığlıkları, haykırışları ve güçlü serzenişleri bile duymayan, duymazdan gelen nefsimiz, nasıl oluyor da “Özüne dönme!” diye fısıldayan bu titreşimin esiri olup çıkıyor?

İnsan beş duyu organıyla dünyayı algıladığında, duymak fiilini de belli bir kalıba oturtabileceğini ve fısıltılara daha kayıtsız kalırken haykırışları daha güçlü bir şekilde algısına iletebileceğini zannediyor. Fakat algılarımız -mütemadiyen- mânevî nazarın etkisinde şekilleniyor. Ses dalgalarının dış kulaktan iç kulağa giden ve oradan da işlenip beyne iletilen yolculuğu, kalp gözünün ve mânevî nazarın tam aksinde asılı duran resmin fısıltısından daha güçlü bir frekansa sahip değil. Öyle olsaydı, kulağımızın dibinde yüksek bir titreşimle iletilen her şey, içimizdeki fısıltıların önüne geçer ve istikametimiz bu ahvâl üzere şekillenirdi.

Bir kımıldanışla, bir fark edişle özüne dönebilecekken insan, buna mâni olan fısıltıya duçar olmak, o fısıltının duyu organlarına değil, kalbe doğru yol almasından ileri geliyor. Kalbin gözü olur da kulağı olmaz mı hiç?

Boşa harcanmış zamanların çizdiği resmi seyreyleyen kalp, gelecek zamanları da bu kaybediş üzere şekillendiriyor. Ve nefsin fısıltısı da buna eşlik ettiğinde, “mânâya vuslat” için gereken o ufacık hareketi bile gerçekleştirmek, imkânsız hâle geliyor.

Bu sinsi ve zaman hırsızı fısıltıdan kurtulmak, kaybedilmiş ve hoyratça harcanmış zamanlara bir ân daha eklememek, alınacak her nefesi mânâlı bir yolculuğa çevirmek gâyesiyle artık baktığın resmi değiştirmenin çağıdır. Hiçbir nefis, rindâne bir karakterden dervişâne bir zaman algısına kıvrak ve naif bir geçişe müsait değildir. Aklını ve dengi olan fikrini bu hissedişe bahşetse, ruhunu bu yolculukta rehber edinse ve kalp gözünün seyreyleyip durduğu katran karası resmi kaldırıp atsa bile, bu keskin dönüşümün bir sancısı muhakkak olacaktır. Mânâyı aramak kaygısını taşımadığı yıllar boyunca ruhun maruz kaldığı sancıdan habersiz nefsin, bu dönüşümde sancıyla tanışması da kaçınılmaz bir son. Mademki akrep ve yelkovanın bu kayıtsız ve durdurulamaz yolculuğunda bir şekilde ilerlemekle yükümlüyüz, her adım, bir öncekinden daha kararlı ve dirençli olmak durumunda. Nefsin sancıyla ilk tanışıklığı, adımların kararsız ve hissiz bir ürkekliğe dönüşmesine neden olmamalı!

İlk sancı

“Bilmiyorlar mı ki kulların tövbesini kabul eden Allah’tır, sadakaları kabul eden de O’dur. Şüphesiz Allah, tövbe kapısını alabildiğine açık tutmaktadır, rahmetiyle her şeyi kuşatmaktadır.” (Tevbe, 104)

Mâzinde kaybedilmiş zamanları fark ettiysen, bu ilk sancıdır. Hâlâ baktığın yerde bu kayıp zamanlar bir tablo gibi karşında dururken boş bir tuvale fırçanın ilk dokunuşunu yapmak da sancının devamı gibidir. Yaşanmış zamanları yok saymak, deyim yerindeyse benliğini lağvetmek, birtakım sızılar yaratır insanda. Hâlbuki son nefesi verene kadar mânâyı aramak için geç değildir. Nasibin bahşettiği bu öze dönüş yolculuğu, hiçbir sûrette yolcunun hak etmediği bir müjde olamaz. Bir ândan bile daha kısa sürecek bu fark edişle insan, hem dünyasını, hem ahiretini cennet bahçesine çevirirken, bunu yapabilmesi ancak bir nasiple mümkün olur. Ve bu, tüm beşeriyet için ömrün herhangi bir zamanında ve herhangi bir sebeple gerçekleşebilir. (Allah-u âlem...)

Ömrünün terazide ağır basan hacimli bir kısmını gaflette geçirmiş de olsan, hep baktığın resim kalbini yakmaya başladıysa, işte manevî fark edişin yamacındasın demektir! Tam bu süreç, sancının en hiddetli olduğu kısımdır! Bu fark edişle birlikte, tüm benliğini yepyeni bir kimliğe dönüştürmek fikrinden korkacak, ürperecek ve kaçmak isteyeceksin. Tam o mevkide hiç bilmez insan; teslim olduktan sonra kalbine düşecek o ferahlık duygusu, kozanı yırtarken çektiğin sancıdan katbekat fazladır.

Hani insan durur, durur da bir an koşması gerekir; alışık olmayan vücût, bu seri ve güçlü fiziksel harekete uyum sağlamaya çalışırken afallar; göğüs kasları nefes alışverişlerde yetersiz kalınca bu boşluğu kapatmaya çalışan diyafram da bitkin düşer ve üzerine dalak, “Daha fazla akyuvar üreteceğim” diye telâş eder de sonunda şişip kalır; o saatten sonra koşmayı bırak, durmak da sancıyı -öyle hemen- dindiremez fakat vardığın yerde “İyi ki koşmuş da yorulmuşum” dersin ya… Çünkü her ne elde ettiysen gittiğin yerde, buna değmiştir. Yani koştuğun yollar, çektiğin sancı, artık mânâlıdır. İşte senin kendini fark edişinin soyut sancısı da bu misâl! Mânâya kavuştuğunda, “İyi ki” diyeceksin. Şimdi, sancının tüm benliğine işlediği bu ilk anda vazgeçmek, nedenini hiçbir zaman keşfedemeyeceğin bir nedâmete teslim eder ömrünü...

Peki, mânâ nedir?

“Bunlar, iman edenler ve Allah’ı zikrederek gönülleri huzura kavuşanlardır. Bilesiniz ki gönüller, ancak Allah’ı zikrederek huzura kavuşurlar.” (Ra’d, 28)

İnsanın fıtratı -hiç şüphesiz- Rabbinin gösterdiği doğru yolda yürümekle mayalanmıştır. Bu yoldan ayıran her bir eylem, mayayı bozan katkı maddeleri gibidir. Rabbin insan fıtratını arı ve temiz tutan o aydınlık yolunda yürümek, Peygamber Efendimizin (sas) izinde ve bize öğrettiği Kur’ân-ı Kerîm’in çizdiği hudutlarda mümkündür.

Bundan sonrasıysa yolu süslemekten ibaret... Bu yolu rayihalarla, renklerle ve tabiatın çeşit çeşit desenleriyle süsle süsleyebildiğin kadar! Bir kuşa su verirsin, bir yetimi güldürürsün, bir sızılı kalbe üfler, bir gözyaşı dindirirsin. Alnı secdede, fikri hayırda meşgul bir kalp, gitgide genişler. Öyle bir genişler ki, içinde bir cennet huzurunu büyütür. O huzur büyür ve taşar. Taştığı meskende kimler varsa nasiplenir bundan. İşte bu, huzurlarca büyük ve yüreklerce geniştir!

Ve vuslat zamanı

Mânâya kavuşmanın fiziksel, zihinsel ve kalbî birtakım dönüşümleri beraberinde getireceğini düşünmüş müydün?

Hayatî bir öneme sahiptir insanın bu müzmin yanılgısı… Bir yerlerde bariz etkilerden bahsediliyorsa, bu olguya muhakkak bir duyu organının eşlik ettiği farz edilir. Etkiyi bırakan her ne ise, onun -ısrarla- görülebilen, işitilebilen, dokunulabilen ya da duyulabilen bir cismanî niteliğe sahip olduğu öngörülür. Hâlbuki duyu organlarının alışverişi, günlük yaşam gerekliliklerini sağlayabilmede bir araç olmaktan öteye geçmez. Bununla birlikte, hepsi bir şükür sebebidir (Elhamdülillah). Fakat insanın özüne giden yolda tüm vâsıtalar, duyu organlarının ve bazen aklî melekelerin bile ötesinde bir nitelik taşır. Aynı şekilde, bıraktığı etkiler de bir o kadar tesirlidir.

Etkiyi meydana getiren mânâ soyut; bu mânânın insanda meydana getirdiği tesirlerin “bir kısmı” somuttur.

Bu öze dönüş macerasında gitgide iyileşen ruhuna fiziksel bir değişimle de eşlik etmiş olursun. Önce gözde başlar her şey! Bir insanın bazen kelime ve cümlelere ihtiyaç duymadan gözleriyle anlattığına ve anladığına denk gelmişizdir. Bazen bir ömrün bıraktığı izler, bir bakışta kendini açık ediverir. Misâl, göz bebekleri büyüyüp küçülerek ışığın belli miktarlarda retinaya iletilmesinde görevlidir. Bu da istemsiz bir şekilde, gözlerin farklı duyguları yansıtmasına neden olur. Korku, endişe ve heyecan gibi durumlarda da göz bebekleri bariz bir şekilde büyür. İnsanın sûretinde buna benzer pek çok hissediş, gözlerin dile getirdiği sözcükler olarak akseder. İşte insanın mânâsını ararken yaşadığı bu değişim de ilk olarak gözlerde, başka bir anlam taşımakla kendini belli eder. Dünyalık hırslardan kurtulan ruhun kalpte, sîmâda ve bedende daha hoş bir izlenim bırakmaması düşünülemez.

Sen aslına döndükçe bir başka resmin izleyicisi olursun artık. Bu mânevî nazar, cennet bahçelerini seyre dalmış bir çift gözün mütebessim sıcaklığını anlatır durur. Her bakan, başka bir huzurun özlemine düşer. İnsan, güzeli anlatan bir tasvirdir özünde. Fıtratı kaybeden, bu inikası da kaybeder. Çevreye bir iç darlığı etkisi bırakmaktan başkasına yetmez olur gücü. Güzeli anlatan sûretin yerini, çirkine meylettiren ve kalbi karartan bir karaltı alır. Çok zaman bilemesek de insanın iç âlemi dışarıdan duyulur ve görülür bir şekle dönüşür; bu da her bakanda “anlamınca” etki bırakır.

Fakat mânâya vuslat, asla “varmak” değildir. Mânâya vuslat; nefesin yettiğince, ömrün el verdiğince -sadece- aramaktır.

Bazen insan satırlarca, nefeslerce ve kalemlerce anlatamadığını bir dörtlüğe sığdırır: Bir ‘tek’ vardır sahibi.../ Mânâ ‘O’na durmaktır./ Varmak da yoktur ama/ Yokluk, aramamaktır.”