Mânâya mâni örtüler

Nesneleri anlamak, canlılarla anlaşmak, kâinatı okumak, hayattan keyif alıp her nefesimizi ve adımımızı ibadete dönüştürmek için üçüncü bir boyuta ihtiyacımız vardır. Bu boyut -sanat dili ile perspektif-, derinliktir. Evet, işte birbirimizi anlamak için iç derinliğe, kâinatı okumak için farkındalığa, nesneleri algılamak için derinlik ölçülerine ihtiyacımız vardır! Derinlik algımızı geliştirebileceğimiz kaynaklardan biri ise sanattır. Hani şu hep uzaktan seyrettiğimiz, birkaç kişinin tekelinde zannettiğimiz, seçkin azınlıktan olmadığımızı düşünüp mesafeli davrandığımız sanat...

BİLİRİZ ki hiçbir şey göründüğü gibi ve göründüğü kadar değildir. Baktığımız yerden eşyanın bir yüzünü görürken, diğer yüzü bizim için meçhuldür.

İnsana bakarken yüzünü görürüz, fakat içinden geçirdiklerini tahmin edemeyiz. Ve çoğu zaman önyargılarımızın esiri oluruz.

Toplumun geneline yayılmış bu yanılsamayla hakikatin izini kaybeder, incinir ve incitiriz birbirimizi.

Çözüm arayışlarımız bile şeklîdir çoğu zaman. Bir başkasının yaptığından öte bir gayret sarf etmeyiz.

Yanılgılarımızı telâfi için dostlarla dertleşir, fakat “dediler” ve “kodulardan” öteye geçemeyiz.

Büyüklere akıl danışır, önerilerini kulak arkası yaparız.

İnternette arama yapar, küçük derdimizi büyütür, evham sahibi oluruz. Psikolojik destek almamız gereğinden söz eder, pek azımız uzmana danışırız. Ama bu hâlimizin üstesinden sanatla uğraşarak gelebileceğimiz fikrine nedense pek mesafeli dururuz.

Çünkü sanat ve sanatçı uzağımızdadır.

Çünkü sanatın, boyumuzun erişemediği bir rafta olduğuna inandırmışızdır kendimizi.

Tıpkı İlâhî Kitabımızı süslü, işlemeli çantalar içinde duvara astığımız gibi, sanatı da uzaktan severiz.

İçine girmeden, bize ne söylediğini bilmeden aramızdaki mesafeyi korumaya özen gösteririz. O mesafeyi kim neden, niçin ve nasıl oluşturmuştur acaba? Bu soruları sormak bile birçoğumuz için çok uzaktır.

Ezberlenmiş, gerekçesi sorgulanmamış bu hâl üzere yaşar gideriz. Hâlbuki ezber bozsak, baktığımız her nesnenin bir arka yüzü olduğunu düşündüğümüz gibi, güneşin ve gölgelerin oyununu da bir çözsek, “yaşamak” dediğimiz serüven, bir farkındalığa ve dahi ibadete dönüşebilir.

Sanat kimin tekelinde?

Göğün mavisi, yaprağın yeşili, limonun sarısı, sütün beyazı... Saymaya güç yetiremeyeceğimiz nimetlerin enva-i renkleri “Musavvîr” İsm-i Şerifini haykırırken, “Sanat kimin tekelinde?” sorusunu sormak gerekiyor.

Kahrolasıca bir dünyada değil, muhteşem sanat eserleriyle tezyin edilmiş bir açık müzede yaşadığımızı idrak edemeyişimizi ve bunalımdan, intihardan çokça söz edişimize çözüm üretmek gerekiyor.

Yaratıcının Esmaü’l-Hüsna’sından cüzler taşırken biz kullar, -işitmeyi, duymayı, görmeyi kabullendiğimiz kadar- tasvir edebilmeyi ve sanatı ve de sanat dili ile anlayarak hayatı anlamlandırmayı neden ihmâl ederiz?

Soframızda yeşil salatanın içine rengiyle ahenk katan domatesin kırmızısına, mısır tanelerinin neşeli sarısına körleştiğimiz için mi?

Yediklerimizin, gördüklerimizin Sanatçısını yâd etmeyi ihmâl ettiğimiz için mi? Alışkanlık kemendiyle kendimizi tutsak eylediğimiz için mi? Yoksa bunca ikrama tüm nankörlüğümüzü unutup bencilce bir hak ediş kabul ettiğimizden mi?

Uzayıp giden soruların ardından hayata yeniden bakıyor ve şöyle demekten kendimi alıkoyamıyorum: “Aslında insan ve kul olmak, sanatla ilgilenmek için kâfi iki gerekçedir. Başka bir gerekçeye ne bir ihtiyaç vardır, ne de bu ihtiyaçtan insanoğlunu uzaklaştıracak bir yaptırım gücü ve yasak. Sadece istemek ve gayrete gelmek yeterlidir.”

Gözlerimiz rehberini kaybederse...

“Güneşe arkasını dönmüş uzak ülkelerin insanları mıyız biz?”

Dört mevsimi hakkıyla yaşadığımız bu ülkede ne dramatik, ne ayakları yere basmaz bir soru bu, değil mi? İyi ama mevsimleri kalbimize göçüremedikten, ruhumuzu vahyin ikliminde dinlendirmedikten sonra güneşi görmek neye yarar!

Biz, insanoğlunu aydınlatan Vahy-i İlâhî güneşine de estetiği, sanatı aşikâr eden ve kâinatı aydınlatan güneşe de arkamızı dönmüyor muyuz? Yalnızlığımızın, depresyonlarımızın, yorgunluklarımızın bundan başka bir izahı var mı?

Önce bu iki muhteşem güneşi görmeliyiz ki gölgelerin raksını okuyabilelim. Fakat büyük şehirlerde, yüksek binalar arasında güneşe hasret ezberlenmiş adımlarla arşınlıyoruz hayatı.

Bizi rüzgârında savuran yaşama biçimlerimiz, bizleri sadece güneşten değil, kalplerin aydınlığından ve insanın insana olan tesirinden de alıkoyuyor. Rutin bir akış içinde neredeyse her gün bir diğerine benzer zamanları programlanmışçasına tekrar edip duruyoruz.

Gün doğmuş, gün batmış, ne gam! Kulaklıklardan tınısı dışarı taşan müzikler, yorgun yüzler, düşünceli bakışlarla bir yalnızlık tablosudur izlediğimiz.

Kimliksizliğin ve kimsesizliğin girdabına hızla sürükleniyoruz. Çünkü gözlerimiz rehberini kaybediyor. İhmâl edilmiş kalpler, yanlış beslenen ruhlar ve derde deva olmayacak bilgilerle işgal edilmiş zihinlerle seyrediyoruz hayatı.

Gözlerin, inanç ve sanatla beslenmiş ruhlarımızın, imanla kuşandırılmış kalplerimizin, ilim ve bilim ile donatılmış zihinlerimizin rehberliğine ihtiyacı var. Böylece kendimizin, insanoğlunun, kâinatın ve nesnelerin derinliğine hâkim olabiliriz. Yüzeysel algılamaların ayağımıza çelme takmasına mâni olabiliriz. O vakit arayışlarımız da -yüzeysel ve şeklî olmayıp- görünenin ardındaki hakikate doğru bir derinlik kazanabilir. Yazının tam burasında, bu kaygılarla ettiğim bir duayı paylaşmalı şimdi: “Aşikâr olandan perdeleri, mânâya mani olan örtüleri ve hakikatin yüzündeki peçeyi indir Ya Rab!”

Kendi kazdığımız kuyular

Uzaktan baktığımız her nesne ve canlı, bize hep iki boyutunu gösterir; televizyon ve bilgisayar ekranından izlediklerimiz, kâğıtlara çizilmiş olanlar, tuallere resmedilenler, duvarlara yazılanlar, bakmaktan keyif aldığımız fotoğraflar hep iki boyutludur.

En ve boydan ibaret gördüğümüz her şeyin bizim için bir tuzak olduğunun yanılgısını hiç hesaplamadan yaşar gideriz.

Nesneleri anlamak, canlılarla anlaşmak, kâinatı okumak, hayattan keyif alıp her nefesimizi ve adımımızı ibadete dönüştürmek için üçüncü bir boyuta ihtiyacımız vardır. Bu boyut -sanat dili ile perspektif-, derinliktir. Evet, işte birbirimizi anlamak için iç derinliğe, kâinatı okumak için farkındalığa, nesneleri algılamak için derinlik ölçülerine ihtiyacımız vardır! Derinlik algımızı geliştirebileceğimiz kaynaklardan biri ise sanattır. Hani şu hep uzaktan seyrettiğimiz, birkaç kişinin tekelinde zannettiğimiz, seçkin azınlıktan olmadığımızı düşünüp mesafeli davrandığımız sanat...

Kaldırabilsek sanatla aramızda oluşturduğumuz mesafeleri, bunalımdan ve depresyondan söz etmeyeceğiz. Zandan, alınganlıktan bahsetmeyeceğiz. Kendi kazdığımız kuyulara düşmek bir yana, düştüğümüz her kuyuya ruhumuzun ve kâinatın güneşini doğurmayı başaracağız.

Büyük müfessir M. Hamdi Yazır’ın da işaret ettiği gibi, “Hikmetli bilgi, tecrübe ile desteklenmiş ve uygulanabilir özellikler taşıyan ilimdir ve hikmet, ilim ile sanatın birleşmesidir”. Bu tespitten istifade ederek hikmet yolcusu olmaya talip olabileceğiz.

Davetiye

Sahnede bir tiyatro oyuncusu, bir enstrüman virtüözü, bir aktör-aktris, bir ressam, bir şair, bir yazar olmaya değil davetim. Çokça emek ve gayrete mukabil bir tercihle uzun eğitim ve emek sonrası meslek hâline gelmiş alanlardır bu saydıklarım.

Fakat ben, hem sanatçıları, hem sanatseverleri sarı-beyaz sürmelenmiş bir nergisin kokusuyla söylediği en sessiz şarkıyı duymaya davet ediyorum.

Her gülüşün bir hüznü sakladığına dikkat çekmek istiyorum. “Nasılsın?” demenin bir kefareti olduğundan söz ediyorum.

Sanatın herhangi bir dalıyla hemhâl olduğumuzda, hayatımıza yansıtacağı estetik değerin bize hakikate dair pencereler açacağına inanıyorum.

Her geçen gün hoyratlaşan dillere, kirlenen dünyaya güzel izler bırakmanın bir adresi olan sanata davetiye çıkararak birbirimizi ve kâinatı sanatla okumaya davet ediyorum.

Ne sanat, ne de sanatçı uzağımızda. Şah damarımızdan daha yakın olan Yaratıcının yarattığı her bir şeye bu kadar yakınken, aynalara bakıyor ve O’nun sanatını izliyorken, bunca körlüğe bir itiraz sunuyorum. Şair Necip Fazıl’ın da yetmiş küsur yıl önce söylediği gibi, “Anladım işi; sanat, Allah’ı aramakmış./ Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış” (1939) hakikatine sizlerle el ele varmaya talip oluyorum.

Her sanatsever iyi bir kul mudur, bilemem, ama her iyi kul bir sanatseverdir. Tefekkür ile iyi bir kâinat okuyucusudur ve hikmet yolcusudur. Yaşama sanatının şifrelerini çözmek için ilim, irfan, hikmet ve sanattan gayri bir yol yoktur!