BİLİRİZ ki hiçbir şey
göründüğü gibi ve göründüğü kadar değildir. Baktığımız yerden eşyanın bir
yüzünü görürken, diğer yüzü bizim için meçhuldür.
İnsana
bakarken yüzünü görürüz, fakat içinden geçirdiklerini tahmin edemeyiz. Ve çoğu
zaman önyargılarımızın esiri oluruz.
Toplumun
geneline yayılmış bu yanılsamayla hakikatin izini kaybeder, incinir ve
incitiriz birbirimizi.
Çözüm
arayışlarımız bile şeklîdir çoğu zaman. Bir başkasının yaptığından öte bir
gayret sarf etmeyiz.
Yanılgılarımızı
telâfi için dostlarla dertleşir, fakat “dediler” ve “kodulardan” öteye
geçemeyiz.
Büyüklere
akıl danışır, önerilerini kulak arkası yaparız.
İnternette
arama yapar, küçük derdimizi büyütür, evham sahibi oluruz. Psikolojik destek
almamız gereğinden söz eder, pek azımız uzmana danışırız. Ama bu hâlimizin
üstesinden sanatla uğraşarak gelebileceğimiz fikrine nedense pek mesafeli
dururuz.
Çünkü
sanat ve sanatçı uzağımızdadır.
Çünkü
sanatın, boyumuzun erişemediği bir rafta olduğuna inandırmışızdır kendimizi.
Tıpkı
İlâhî Kitabımızı süslü, işlemeli çantalar içinde duvara astığımız gibi, sanatı
da uzaktan severiz.
İçine
girmeden, bize ne söylediğini bilmeden aramızdaki mesafeyi korumaya özen
gösteririz. O mesafeyi kim neden, niçin ve nasıl oluşturmuştur acaba? Bu
soruları sormak bile birçoğumuz için çok uzaktır.
Ezberlenmiş,
gerekçesi sorgulanmamış bu hâl üzere yaşar gideriz. Hâlbuki ezber bozsak,
baktığımız her nesnenin bir arka yüzü olduğunu düşündüğümüz gibi, güneşin ve
gölgelerin oyununu da bir çözsek, “yaşamak” dediğimiz serüven, bir farkındalığa
ve dahi ibadete dönüşebilir.
Sanat
kimin tekelinde?
Göğün
mavisi, yaprağın yeşili, limonun sarısı, sütün beyazı... Saymaya güç yetiremeyeceğimiz
nimetlerin enva-i renkleri “Musavvîr” İsm-i Şerifini haykırırken, “Sanat kimin
tekelinde?” sorusunu sormak gerekiyor.
Kahrolasıca
bir dünyada değil, muhteşem sanat eserleriyle tezyin edilmiş bir açık müzede
yaşadığımızı idrak edemeyişimizi ve bunalımdan, intihardan çokça söz edişimize
çözüm üretmek gerekiyor.
Yaratıcının
Esmaü’l-Hüsna’sından cüzler taşırken biz kullar, -işitmeyi, duymayı, görmeyi
kabullendiğimiz kadar- tasvir edebilmeyi ve sanatı ve de sanat dili ile
anlayarak hayatı anlamlandırmayı neden ihmâl ederiz?
Soframızda
yeşil salatanın içine rengiyle ahenk katan domatesin kırmızısına, mısır
tanelerinin neşeli sarısına körleştiğimiz için mi?
Yediklerimizin,
gördüklerimizin Sanatçısını yâd etmeyi ihmâl ettiğimiz için mi? Alışkanlık
kemendiyle kendimizi tutsak eylediğimiz için mi? Yoksa bunca ikrama tüm
nankörlüğümüzü unutup bencilce bir hak ediş kabul ettiğimizden mi?
Uzayıp
giden soruların ardından hayata yeniden bakıyor ve şöyle demekten kendimi
alıkoyamıyorum: “Aslında insan ve kul olmak, sanatla ilgilenmek için kâfi iki
gerekçedir. Başka bir gerekçeye ne bir ihtiyaç vardır, ne de bu ihtiyaçtan
insanoğlunu uzaklaştıracak bir yaptırım gücü ve yasak. Sadece istemek ve
gayrete gelmek yeterlidir.”
Gözlerimiz
rehberini kaybederse...
“Güneşe
arkasını dönmüş uzak ülkelerin insanları mıyız biz?”
Dört
mevsimi hakkıyla yaşadığımız bu ülkede ne dramatik, ne ayakları yere basmaz bir
soru bu, değil mi? İyi ama mevsimleri kalbimize göçüremedikten, ruhumuzu vahyin
ikliminde dinlendirmedikten sonra güneşi görmek neye yarar!
Biz,
insanoğlunu aydınlatan Vahy-i İlâhî güneşine de estetiği, sanatı aşikâr eden ve
kâinatı aydınlatan güneşe de arkamızı dönmüyor muyuz? Yalnızlığımızın,
depresyonlarımızın, yorgunluklarımızın bundan başka bir izahı var mı?
Önce
bu iki muhteşem güneşi görmeliyiz ki gölgelerin raksını okuyabilelim. Fakat
büyük şehirlerde, yüksek binalar arasında güneşe hasret ezberlenmiş adımlarla
arşınlıyoruz hayatı.
Bizi
rüzgârında savuran yaşama biçimlerimiz, bizleri sadece güneşten değil,
kalplerin aydınlığından ve insanın insana olan tesirinden de alıkoyuyor. Rutin
bir akış içinde neredeyse her gün bir diğerine benzer zamanları
programlanmışçasına tekrar edip duruyoruz.
Gün
doğmuş, gün batmış, ne gam! Kulaklıklardan tınısı dışarı taşan müzikler, yorgun
yüzler, düşünceli bakışlarla bir yalnızlık tablosudur izlediğimiz.
Kimliksizliğin
ve kimsesizliğin girdabına hızla sürükleniyoruz. Çünkü gözlerimiz rehberini
kaybediyor. İhmâl edilmiş kalpler, yanlış beslenen ruhlar ve derde deva
olmayacak bilgilerle işgal edilmiş zihinlerle seyrediyoruz hayatı.
Gözlerin,
inanç ve sanatla beslenmiş ruhlarımızın, imanla kuşandırılmış kalplerimizin,
ilim ve bilim ile donatılmış zihinlerimizin rehberliğine ihtiyacı var. Böylece
kendimizin, insanoğlunun, kâinatın ve nesnelerin derinliğine hâkim olabiliriz.
Yüzeysel algılamaların ayağımıza çelme takmasına mâni olabiliriz. O vakit
arayışlarımız da -yüzeysel ve şeklî olmayıp- görünenin ardındaki hakikate doğru
bir derinlik kazanabilir. Yazının tam burasında, bu kaygılarla ettiğim bir
duayı paylaşmalı şimdi: “Aşikâr olandan perdeleri, mânâya mani olan örtüleri ve
hakikatin yüzündeki peçeyi indir Ya Rab!”
Kendi
kazdığımız kuyular
Uzaktan
baktığımız her nesne ve canlı, bize hep iki boyutunu gösterir; televizyon ve
bilgisayar ekranından izlediklerimiz, kâğıtlara çizilmiş olanlar, tuallere
resmedilenler, duvarlara yazılanlar, bakmaktan keyif aldığımız fotoğraflar hep
iki boyutludur.
En
ve boydan ibaret gördüğümüz her şeyin bizim için bir tuzak olduğunun
yanılgısını hiç hesaplamadan yaşar gideriz.
Nesneleri
anlamak, canlılarla anlaşmak, kâinatı okumak, hayattan keyif alıp her
nefesimizi ve adımımızı ibadete dönüştürmek için üçüncü bir boyuta ihtiyacımız
vardır. Bu boyut -sanat dili ile perspektif-, derinliktir. Evet, işte
birbirimizi anlamak için iç derinliğe, kâinatı okumak için farkındalığa,
nesneleri algılamak için derinlik ölçülerine ihtiyacımız vardır! Derinlik
algımızı geliştirebileceğimiz kaynaklardan biri ise sanattır. Hani şu hep
uzaktan seyrettiğimiz, birkaç kişinin tekelinde zannettiğimiz, seçkin
azınlıktan olmadığımızı düşünüp mesafeli davrandığımız sanat...
Kaldırabilsek
sanatla aramızda oluşturduğumuz mesafeleri, bunalımdan ve depresyondan söz
etmeyeceğiz. Zandan, alınganlıktan bahsetmeyeceğiz. Kendi kazdığımız kuyulara
düşmek bir yana, düştüğümüz her kuyuya ruhumuzun ve kâinatın güneşini doğurmayı
başaracağız.
Büyük
müfessir M. Hamdi Yazır’ın da işaret ettiği gibi, “Hikmetli bilgi, tecrübe ile
desteklenmiş ve uygulanabilir özellikler taşıyan ilimdir ve hikmet, ilim ile
sanatın birleşmesidir”. Bu tespitten istifade ederek hikmet yolcusu olmaya
talip olabileceğiz.
Davetiye
Sahnede
bir tiyatro oyuncusu, bir enstrüman virtüözü, bir aktör-aktris, bir ressam, bir
şair, bir yazar olmaya değil davetim. Çokça emek ve gayrete mukabil bir
tercihle uzun eğitim ve emek sonrası meslek hâline gelmiş alanlardır bu
saydıklarım.
Fakat
ben, hem sanatçıları, hem sanatseverleri sarı-beyaz sürmelenmiş bir nergisin
kokusuyla söylediği en sessiz şarkıyı duymaya davet ediyorum.
Her
gülüşün bir hüznü sakladığına dikkat çekmek istiyorum. “Nasılsın?” demenin bir
kefareti olduğundan söz ediyorum.
Sanatın
herhangi bir dalıyla hemhâl olduğumuzda, hayatımıza yansıtacağı estetik değerin
bize hakikate dair pencereler açacağına inanıyorum.
Her
geçen gün hoyratlaşan dillere, kirlenen dünyaya güzel izler bırakmanın bir
adresi olan sanata davetiye çıkararak birbirimizi ve kâinatı sanatla okumaya
davet ediyorum.
Ne
sanat, ne de sanatçı uzağımızda. Şah damarımızdan daha yakın olan Yaratıcının
yarattığı her bir şeye bu kadar yakınken, aynalara bakıyor ve O’nun sanatını
izliyorken, bunca körlüğe bir itiraz sunuyorum. Şair Necip Fazıl’ın da yetmiş
küsur yıl önce söylediği gibi, “Anladım işi; sanat, Allah’ı aramakmış./ Marifet
bu, gerisi yalnız çelik çomakmış” (1939) hakikatine sizlerle el ele varmaya
talip oluyorum.
Her
sanatsever iyi bir kul mudur, bilemem, ama her iyi kul bir sanatseverdir.
Tefekkür ile iyi bir kâinat okuyucusudur ve hikmet yolcusudur. Yaşama sanatının
şifrelerini çözmek için ilim, irfan, hikmet ve sanattan gayri bir yol yoktur!