Mânâ nezdinde: Bâkiyemiz

Üslûbumuz, doğru yerden tutamadığımız zaman, kendisini ve mânâsını bir cümlede en çok ben/biz ile yitiriyor. Zira aslından beslemediğimiz, annesinden ayırdığımız, kendisini büyüten ve besleyen değerlerden uzakta bıraktığımız her kelime, her geçen gün üslûpsuzluğa ve kendi ellerimizle boğulmaya daha çok mahkûm oluyor.

İçinde bulunduğumuz hâl için bir tasvir

“ÇOCUKLAR içeride aç! Karınlarını doyurmamız lâzım” diyor biri öbürüne. “Dışarıdan yemek söyleriz bugün de” diyor beriki ötekine. “Hem nasılsa vaktimiz bize kalır, değil mi?” diye tasdik ediyor biri arafta bekleyen ve hâlâ kendini kararsızlıklarından/vicdanının sesinden kurtaramamış yekdiğerine…

Vicdanının sesini yanındakinin sesi bastırınca, olan, oluyor. Çocuklar yaban ellere teslim oluyor. Annenin şefkatli ellerinden beslenmekten uzakta kalıyor. Dışarıdan gelen yemekler evdeki kaplara konuluyor. Servisler en güzel şekilde yapılıyor. Bu arada misafir geliyor. Kendimizce yapmadığımızın verdiği özgüvenle ona da ikram ediyoruz. Kap, bizim kabımız. Hatırla, alırken ne kadar para vermiştik! Niye kullanmayalım ki? Para verip aldıysak bizimdir zaten!

Biz mi? Biz kimiz ki? Yahu birinci çoğul şahıs “biz” işte! Yani “biz” dediğin şey, dört başı mamur, üç harfli bir zamir… Başka kaynaklara da bakalım isterseniz…

Kendimizi anlatmaya ihtiyacımız var m’ola? Kaç zamanlık bizi yeniden mi yazalım şimdi? Bütün hikâyeyi yeniden mi dizelim? Misafirimiz var hem… Çocukların yanında da konuşmayalım bunları. Peki, susuyorum! Umarım ki anlaşılır...

İçinde bulunduğumuz umuda dair

Umut ederken gerçekten umut etmek istiyoruz. Henüz kelime hayattayken... Harflerini telâffuz ederken değil, salt kendi hâliyle var iken olmalı bu. Diğer kelimeler için umudumuzu hâlâ ayakta tutabiliyorken... O nedenle kıyısından veya köşesinden bir yerden umudu aşılamalıyız ruhumuza; üç beş yerinden… Hani hepsi tutarsa çok defa evlâdır ama biz “Hepsi tutsun!” da demeyelim.

Aşının birkaçı yahut biri tutarsa bile nesilden nesle devam edebilir. Bir sonraki nesle umut taşınmış olur. Nesilden nesle her miras gibi kendini taşımış olur.

“Mirasyedilik bizde ırsîdir efendi, neyi nereye taşıyacağız ki?!”

Doğru, haklısın! her şey bâkiyesi üzerine kurulur. Bâkiyemiz eksilerde ama… Faiz işlemeye devam ediyor. Para ve akıl, zihniyetimizi tutsak etmiş durumda. Oraya da bir miktar para ekleyerek faizden kurtaramıyoruz hesabımızı. Hangi hesap? Cebimizde sanal olmayan bir kuruşumuz bile yok. Ancak hesaplar arası aktarmalara karşı en iyi muhasip de yine biz değil miyiz? Kendimizle ettiğimiz bir dakikalık sohbete mecâlimiz bile yok. Evet, olsun, ancak konferanslar arası en iyi konuşmacı da yine biziz. Gelirse bir teklif hele, hiç de geri durmayız. Bütün hazırlığı kılı kırk yarıp tamamlarız.

Bütün mühendislik hesaplarını makinesiz de yaparız. En can alıcı sözleri hep bir araya toplarız. Vaktimiz kısıtlıdır şimdi. O yüzden hem başımızı ağrıtmayacak şeyleri hazır etmeliyiz, hem de en çok alkışı -hayır, hakkımız tabiî ki- biz almalıyız(!). Hem bunda bir beis yok. Sorunluluğumuzun gereğini yapmaya çalışıyoruz. Bir yanlış anlamaya mahâl vermiş olmasın!     

İçinde bulunduğumuz sorunluluğa dair

Sorunluluğumuzun gereğini yapmıyoruz/yapamıyoruz. Zira sorunluluğun gereği, soruna sorun gözüyle bakmakla ve görmekle başlar. Oysa her şeyi bir oyuna çevirmekte mâhir olan biz, oyuna çevirdiğimiz her şeyde bile oyunu kuralına göre oynamıyoruz/oynayamıyoruz.

Bir oyunda kurallar ve sonuçları vardır. Ve bir başarı vardır. Hâlbuki bizim asıl maksadımız oyun oynamak bile olmadığı için, orada da geçiştirici hamlelere sarılıyoruz. Sıra bize geldiğinde yahut sıra bize gelmesin diye ortaya hâriçten bir gazel daha atıyoruz. Hâriçten gazeli bile ortaya -evet- okumadan bırakıyoruz. Maksat, sıramızı geciktirmek/geçiştirmek /günü en iyi kurtarmak! Nasıl olsa yarın olacak, bir gündem daha bizi -istemesek dahi- bulacak. Biz yine kalburüstü birkaç okkalı söze sarılacağız. Duygu aşımını ifade eden bir/birkaç söz bulup/yazıp, sonrasında sıranın bize gelmesini elimiz güçlü olarak bekleyeceğiz yine. Zira hissiyatımızı ölçecek bir makina yok!

Mekanik düşünmenin önünde de hiçbir engel yok. Notayı da kaçırmıyoruz. Doğru seslere basıyoruz. E sesimiz de fena değil… Neyi atladık?

“Neyi atlayalım ki efendim, her şeyi söyledik ya! Fazla bile olmuş olabilir… Ruhtan gayrı ne varsa söyledik? O ne ki, gören mi var? Okuyan mı var? Yeni çıkan bir kitap mı yoksa o da? Hem okumamışız, hem de haberimiz bile yok bu yenilikten. Söze ‘sorun’ diye girmeseydik, belki bunlar olmayacaktı. ‘Sorumluluk’ mu deseydik ki?”

İçinde bulunduğumuz sorumluluğa dair

Sorumluluğumuzun farkında olmak için evvelâ içsel durumumuzun buna elvermesi îcâb etmektedir. “İçsellik” demeseydik, sanıyoruz ki daha iyi bir başlangıç yapmış olabilirdik. Çünkü “içsellik” derken, yaralı bir alan en hassas yerinden kanıyor. Çünkü “içsellik” derken, yıpratılmış ve üstü örtülmüş kelimelerin bağlamından ve vatanından koparılıp kıymetli her şeyinin alınmış olmasından bahsediyoruz. Çünkü “içsellik” derken, özü boşaltılarak her türlü süs malzemesiyle doldurulmuş kelimeler geliyor aklımıza. Çünkü “içsellik” derken, yüreğimiz, özü gereği buruluyor en ince yerinden bizim hoyratlığımıza ve konudan fersah fersah uzaklığımıza aldırış etmeden. Çünkü “içsellik” derken, içsellikten bile görsel bir ziyafet düzenleyebildiğimizi görebiliyoruz. Dahası, görsel bir ziyafete kendimizi davet ettirip, davette giymek için kılıfımızı tâ dünden hazırlıyoruz. Heyecanımızı mazur görün, ziyafet birazdan başlayacak da...

Hemen içine giriveriyoruz. Neyin içine? İçsellik ve ona atfeden/atfedilen, ondan çokça bahseden ve her gün samimiyetinden çokça borç alınan kelimelerin içine… Bu öyle bir borç yumağı ki, iç kapımıza kilit çoktan vurulmuş olsa da kelâm ve mânâ nezdindeki itibarımızın açığını kapatmak asırlar bile alabilir. Çünkü evdeki sorunu dışarıda çözmeye çalışıyor, dışarıdaki sorunu ise adını duymadığımız bir ilâç gibi kullanıyoruz. Her gün onlarca kez tozlarını aldığımız eşyamızın üzerine tonlarca tozu elimizle bırakıyormuş gibi bir duruma düşüyoruz. Her gün onlarca kez kullandığımız kelimelerin üzerine ihanet tozlarını onlarca kez bırakıyoruz. Öyle ki, kendi dışsallığımızın -salt kendi dışsallığıyla bile- çok daha samîmî, çok daha içten ve çok daha içsel olduğu bir durum bu. Başka bir ifadeyle, içinde bulunduğumuz hâl ile malûl olmakla beraber, bunu anlatmaya yetecek kadar bile hâlimiz bize malûm değil.

Hem malûm olsa bile, kendimizi bizi malûl kılan üslûbumuzdan kolayca kurtarmak öyle pek de kolay değil. Zira üslûbumuz, dünyanın kendi etrafında değil, bizim etrafımızda döndüğüne işaret ediyor. Zira üslûbumuz, doğru yerden tutamadığımız zaman, kendisini ve mânâsını bir cümlede en çok ben/biz ile yitiriyor. Zira aslından beslemediğimiz, annesinden ayırdığımız, kendisini büyüten ve besleyen değerlerden uzakta bıraktığımız her kelime, her geçen gün üslûpsuzluğa ve kendi ellerimizle boğulmaya daha çok mahkûm oluyor.