TOPLUMUN değerleri vardır. Dinamikleri, gelenekleri, kültürü ve ahlâkı… Öyle zamanlardan geçmekteyiz ki, değerleri yaşamak veya yaşatabilmek için bir düzen sağlamak gün geçtikçe zorlaşıyor.
Hatta değerlerin içindeki anlam o derece boşaltıldı ki artık kişi bunları yaşarken herhangi bir huzur veya kişisel bir sorumluluk sağlamak yerine sadece yapmış olmak adına gerçekleştiriyor. Bu değerleri topluma bir şey katmak adına değil, sadece toplumdan biriymiş gibi görünme çabası ile yapıyor.
Bunun böyle tekdüze gerçekleştiğini nasıl mı fark edebiliyorum? Gerçekten değerlerini kalbî ve ahlâkî izanıyla ortaya koyan insanları gördükçe ya da malûmunuz, her geçen gün sayıları azaldığı için görebildikçe fark ediyorum. Ya da siz değerli okuyucularımıza şunu sorsam, ne cevap verirsiniz: Asil ve kalbî bir tavırla karşılaşınca, sevinmek dışında ağlamak da geliyor mu içinizden?
Kabul edelim, birçoğumuz o kadar hasret ki asalet dolu hislere, tavırlara ve sözlere, bu yapay ve kaypak ilişkilerin arasında bizim için parlayan ve insana kıymet veren bir çift samimî göz var ise, ne büyük saadet duyuyoruz.
Bazen kendinizde olmayan bir şeyi bir başkasında görünce, eğer alıcılarınız da açık ise, o an bir farkındalık oluşur ruhunuzda. Evet, aslında o hissin yeri sanki boştur da o davranışı gördüğünüz an taşlar yerine oturur. Esasen bu, fıtratın da getirdiği bir durum. Fakat çevrenizde görebilmek bambaşka bir duygu.
Meselâ, Medîne-i Münevvere’den Mekke-i Mükerreme’ye doğru yol alırken, otobüste bulunan ve “dünya iyisi” diyeceğiniz davranışlara sahip biri olan Hacı amcamız vardı, yaşlı olmasından dolayı daha rahat edeceği bir koltuğa geçmesi için, kendisine yer vereyim diye tavsiyede bulundum. Ama tam da o anda Hacı amcanın, “Kızım, biz bu dünyanın rahatını çok gördük, siz rahat edin, daha gençsiniz ve daha çok yolunuz var, yorulacaksınız” diye kısa, bir iki kelimelik de olsa ders vermesi ve o an hayatın birkaç dakikalığına güzelleşmesi ne hoştur.
“İşte değer aktarımı ve değerlerle bütünleşmek!” diyorum kendime. “Böyle de olabiliriz” diyorum. “Sade bir teşekkür ile geçiştirmek yerine (hoş, onu da duyabilirsek ne âlâ), bu şekilde de davranışımızı süsleyebiliriz” diyorum.
Öyle değil miydi Kâinatın Efendisi (sav)? Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki, “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan, Cennet’e giremeyecektir”. Yani dünyada neleri başarırsanız başarın, kalbinizde bulunan zerre kadar bir kibir, sizi hem kendi gerçekliğinizden, hem de âlemin yaratılış mânâsından uzaklaştırır.
Efendimizin (sav) hayatında gerçekleşmiş basit ve kısa fakat kalplere işlenecek bir tavır var burada. Bir gün yine Peygamberimiz (sav), Ashabıyla bir yerde oturuyorken, henüz Efendimiz ile yüz yüze tanışmamış, O’nu görmemiş biri, biraz da hızlı bir biçimde girer o ortama, şöyle bir bakar ve sorar: “Muhammed hanginiz?”
Evet, olay bundan ibarettir. Oturma düzenlerinde, kılık kıyafetlerinde ve insan ilişkilerinde o kadar mütevazı ve eşit hâldedirler ki, dışarıdan gelen biri, Peygamber Efendimizin (sav) kim olduğunu anlayamaz, ayırt edemez. Aslında burada Peygamberimize sorulan bu soru, bizleri de varlığımızın özünden ve kökeninden sarsıp silkelemesi gereken bir manzaraya işaret eder.
Köklerimiz, tarihimiz ve inancımızdan bize aktarılan bu ve bunun gibi birçok kıssa var. Fakat bunları çevremizde zaman geçtikçe bulamamak ne acı bir durum. Zamanla örnekler azalır mı, bilemiyorum. Ama bildiğim tek şey varsa, o da tüm güzelliklerin dinimiz ve ahlâkımız ile ilintili olduğudur.
Yine Sadettin Ökten Hoca, 1950’lerden bahsederken bir röportajında, “Siz abdesti kitaptan öğrendiniz evladım, bizse bir büyüğün eline su dökerek” der. Bu toplumun ne kadar farklılaştığını anlatabilmek adına büyük bir ayrım olduğunu gösteren, kısa ama büyük bir cümledir esasen bu ifade. Kitaplardan öğrenmek, okumak çok başka bir şey; fakat pedagojinin de hemfikir olduğu bir gerçek olarak çocuk, öncelikle gözünden eğitilir. Zamanla okuyacakları da bunun üzerine bina edilir.
Sanırım bu anlamda ayrıca karşımıza bir de şu çıkar: Kim olduğumuz kadar kimlerle olduğumuz da önemlidir. Çünkü kendimizden daha özenli ve düzgün olanı gördükçe, kendimizde olmayan güzellikleri fark edebiliriz. Bizde olmayanı fark etmek bizi günden güne geliştirmeye sevk ederken, vasat bir çevre ve ortamda bulunmaksa bize bir o kadar “Ben tamamım” hissiyatı vererek günden güne çirkinleşmemize sebep olur.
Tüm bunlardan hareketle, davranışlarımızda bir ölçü olmalıdır. Hatta bazen yanlış yapmanın bile bir üslûbu olmalıdır. Ölçümüz daima Allah rızası, Peygamber ahlâkı ve en nihayetinde bir kalbe kendimizden bir mânâ katabilmek olmalıdır.