“Sakın ‘Kader’ deme, kaderin üstünde bir
kader vardır!”
(Sezai Karakoç)
***
PEK Muhterem Kari,
Yazdıklarımı okuyan, okudukça kafası karışan, kafası karıştıkça da -benim
gibi- gerçekle hayâlin arafında kalan refîkimiz; bir Bayezid Camii akşamında
teravih sonrası tekmili birden başıma tebelleş olan taşçı, saatçi ve avizecinin
ısrarla sordukları soruyu soruyorlar bana.
Geçmiş zaman, bir Ramazan gecesiydi. Orucumu Eminönü’nün ara sokaklarının
birinde, kalabalıktan ari, mütevazı bir esnaf lokantasında açmış, telâşsız
adımlarla Sultan Abdülhamid Han’ın türbesine geçmiş, burada medfun üç sultanın
(İkinci Mahmud, Abdülaziz Han ve Abdülhamid Han) ruhlarına Fâtihalar hediye eylemiş
ve dahi teravih saatine kadar oyalanmıştım.
Teravih için bir süre Sultan Ahmed Camii ile Bayezid Camii arasında bîkarar
kalmış, nihâyetinde aksakallı bir mübareğin peşine takılarak kendimi Bayezid
Camii’nde bulmuştum. Teravih sonrası, meydanda bulunan çay bahçesine oturmuş
çayımı yudumlarken -ki çay müminin mazotudur-, bir taraftan meydandaki mânevî
havayı teneffüs etmekte, bir taraftan da Fatih Sultan Mehmed Han tarafından
fethin hemen ertesinde kurulan Darülfünun-ı Şahane’nin (şimdiki ismiyle
İstanbul Üniversitesi) cümle kapısını temâşa eylemekte idim.
Gözümün önüne o cümle kapısının inşâsını getirmeye çalışıyordum. Bir
taraftan taşlar itinayla kesiliyor, devekuşu yumurtaları ile harçlar
hazırlanıyor, taşlar ve harçlar elden ele iskelelerdeki ustalara ulaştırılıyor,
kapının ana duvarları yükselirken diğer taraftan taçlar ve revaklar bezeniyor,
taş oyma ustalarının maharetli elleri ile sanki kâğıda yazarmış gibi muhteşem
hat sanatları işleniyor bembeyaz mermerlere ve nihâyetinde kapının tâcına
padişah tuğrası nakşediliyor… Sonra bir kara bulut çöküyor, kapının önüne bir
kez daha iskele kuruluyor. Bir çift el, muhteşem bir sanat eseri olan tuğrayı
keski ve çekiçle kazıyıp yerine iki adet Lâtin harfi işliyor: “T.C.”
Bu kâbustan yeni bir kâbusa uyanıyorum kerhen verilmiş soğuk bir (aslında
üç) selâmla. Davetsiz misafirlerim destursuz oturuyorlar masama. Bunlar; sefînemin
bazı parçalarını tedarik ettiğim taşçı, saatçi ve avizeci. Görür görmez
tanıyorum her üçünü de. Zaten bu yüzleri hiç unutmamıştım ki…
Garson çocuğa üç çay daha söylüyorlar ve sorgu başlıyor: “O zebercedi ne
yapmışım?” “Kasnaklar işimi görmüş mü?” “Dişliler çalışıyor mu? Arada bir
yağlamayı unutmuyorum, değil mi?” “Bütün bunlarla ne yapmışım?” “Yaptığım
‘şeyi’ görebilirler miymiş?” “Kimmişim, kimlerdenmişim, neciymişim?” “Evli miymişim,
çoluğum çocuğum var mıymış?”
Ve nihâyet refîkimizin sorduğu sual: “Sefîneyi yapmış mıyım?”
İskemlemde taş kesilmiş, kaçamak cevaplar vermekten daralmış, çayların
parasını ödeyip oradan sıvışmayı akıl edememiş vaziyette ve kan ter içerisinde
kalmış iken, -nihâyet- imdadıma bir derviş yetişiyor: “Hû erenler!”
Simsiyah gür sakalları göğsüne kadar inmiş, siyah cübbesi topuklarına kadar
uzanan, başında bembeyaz sarığı ve elinde boyu kadar -muhtemelen cevizden- asâsı
ile dibimizde biten dervişi baştan ayağa süzüyorum. “Seni Allah gönderdi
derviş” diye geçiriyorum içimden. Sağ elini kalbinin üzerine koyarak
“Eyvallah!” diyor.
Uzun boyu ve heybeti, muhabbetle ve aşırıya kaçmadan gülümsemesi ile
iliklerime kadar huzurla dolduğumu hissediyorum. Biraz evvel keyifle beni
sorguya çekmekte olan üçlü ise sandalyelerinde huzursuzca kıvranmaya
başlıyorlar ve çaylarını bile bitirmeden telâşla kaçıp gidiyorlar. Derviş
karşıma otururken soruyor: “Canını sıkmadılar inşallah?”
Mühim olanın o anda hissetmekte olduğum huzur olduğunu söylüyorum,
gülümsüyor. Sol elindeki asâyı yere dik bir şekilde tutmaya devam ediyor. Bu hâliyle
sanki yüzyıllar öncesinin bir sultanını andırıyor. Şaşkınlığımı atlattıktan
sonra iki kahve söylüyorum. Epeyce bir süre havadan, sudan, ateşten, topraktan
konuşuyoruz ve ancak gitmek için ayaklandığında kim olduğunu sormak geliyor
aklıma. “Er Tonga!” diyor. Kim olduğumu sormadan -belki de biliyor olsa
gerektir- beni Allah’a emanet ediyor ve gidiyor. Gecenin karanlığında kaybolana
kadar peşinden izliyorum dervişi…
***
Bu ayki seyahatimiz için Sefîne-i Tayy-i Zamanı çalıştırmanın vaktidir
dostlar. Bu kez sizi Londra’ya götüreceğim inşallah. Zaman nişangâhımızı da 17 Şubat
1959’a kuruyorum. Haydi bismillah! Yolcu yolunda gerek…
Gatwick Havaalanı’nın birkaç mil doğusunda, kendi hâlinde bir çiftlikteyiz.
Newgate Chaffold Çiftliği için sıradan bir akşamüzeri. Çiftlikte bahçıvan
olarak çalışan Peter Weller ve iki arkadaşı için de sıradan bir akşamüzeri idi.
Tâ ki son derece alçaktan uçan 1958 yapımı Viscount 794 tipi dört motörlü bir tayyare
görmeleri ve kendilerini yere atmalarına kadar...
Peter ve arkadaşlarının neredeyse başlarını sıyırıp geçen ve kuyruğunda “TC-SEV”
yazan tayyare az sonra ormanlık alana çakılacak ve peşinden korkunç bir patlama
sesi duyulacaktır. Peter ile arkadaşları ellerindeki tırmıkları, keserleri,
kürekleri atıp derhâl olay yerine koşuyorlar, peşlerinden de ben…
Kanatları kopmuş tayyarenin ikiye ayrılmış, ters dönmüş ve yer yer yanmakta
olduğunu görüyoruz. Peter ve arkadaşları tayyaredeki yaralıları dışarıya
taşırlarken, yakın bir çiftlikte yaşayan Antony Bailey adlı çiftçi ve eski bir
hemşire olan eşi Elizabeth Bailey olay yerine geliyorlar. Elizabeth Bailey,
kendilerine doğru sendeleyerek gelen birkaç yaralının yanına gidiyor ve kim
olduklarını soruyor. İçlerinden birisi, kusursuz İngilizcesi ile cevap veriyor:
“Ben Türkiye Cumhuriyeti Başvekili Adnan Menderes. Bizler iyiyiz, bir
şeyimiz yok. Ancak uçakta çok kişi var, lütfen onlara yardım edin.”
Dönemin Başvekili Menderes ve beraberindeki heyet, Londra’da yapılacak
Kıbrıs görüşmelerine katılmak için bu uçaktalardı.
Uçakta bulunan yirmi dört kişiden on dördü hayatını kaybederken, onu ise kurtulacaktı.
Hayatta kalanlardan biri de, uçağın arka kısmında, ortada masa olan 4 koltuktan
birinde oturan Başvekil Adnan Menderes olacaktı.
Öldürmeyen Allah, öldürmemiştir işte! Bu kazâ(!), ertesi günün İngiliz basınında “Menderes Mucizesi” olarak yer bulacaktır.
Takvimleri biraz geriye saralım dostlar: Genç Cumhuriyet, “İki Nuri”nin
başına gelenleri henüz unutmuş değildir. Nuri Demirağ'ın yerli uçak projesi,
Millî Şef İsmet İnönü döneminde sudan gerekçelerle akâmete uğratılmıştı. Pek
fazla bilindik değildir ama Kutü’l-Amâre komutanı Halil Kut Paşa’nın yeğeni Nuri
Killigil’in Haliç’teki yerli silah fabrikası ise (yine Millî Şef döneminde)
sabotaj kuşkusu duyulan bir yangında kül olmuştu. Killigil (nur içerisinde
yatsın), kendi fabrikası ile birlikte yanarak kül olmuştu.
Menderes, yeniden bir yerli sanayi hamlesi başlatmak istemektedir ve kredi
arayışına girişmiştir. Öncelikle “müttefiklerimiz” (!) ABD, İngiltere ve
Almanya’nın kapısı çalınmış, ancak “dostlarımız” (!) bizim “çiftçilik
yapmamızı” daha münasip görmüşler, Avrupa’nın tahıl, meyve ve sebze ambarı olarak
kalmamızı istemişlerdir. “Çiftçisin sen, çiftçi kal” diyerek kapıları yüzümüze kapatmışlardır.
Menderes ümidini yitirmeyecek, yerli sanayi hamlesi için her yolu
deneyecektir. Ve bu “inadı”, aslında sonunun başlangıcı olacaktır. Zira Rusya
ile 300 milyon dolarlık kredi konusunda mutabakat sağlanmıştır ve bu anlaşma
“müttefiklerimizi” (!) ziyâdesiyle kızdırmıştır!
Şüpheli bir uçak kazâsında doğal (!) yollarla ortadan kaldırılamayan Başvekil
Adnan Menderes, bu kazâdan yaklaşık 15 ay sonra, 27 Mayıs 1960’ta askerî bir
darbe ile görevinden alınacaktır. Sonrasını biliyorsunuz dostlar, Başvekil
Menderes, “makus kaderinden”
kaçamayacaktır.
***
Yakın tarihimizde yaşadığımız benzer kazâlarda (!) merhum Eşref Bitlis Paşamız ve Muhsin Yazıcıoğlu, Menderes kadar
şanslı değillerdi. Mekânları Cennet, mâkâmları âli olsun inşallah!
Benzer kazâ (!) girişimleri Erdoğan için de defaatle plânlanmış ve
uygulanmıştı, birçoğunu biliyorsunuz. Ama kaderin üstünde bir kader olduğunu da
biliyorsunuz. Doğal (!) yollarla başaramadıklarını darbe yoluyla başarmayı da
denediler 15 Temmuz’da. Allah’ın inâyeti ve halkımızın dirâyetiyle bu kalkışmada
da muvaffak olamadılar. Lâkin asla vazgeçmediler, vazgeçmeyecekler.
İşte dostlar, görüyorsunuz, “müttefikimiz” (!) ABD’yi kızdırmaya gelmiyor!
Büyük Şeytan’ı kızdırırsanız, iti kopuğu üzerinize salıveriyor. Asker, polis,
hâkim, savcı, politikacı, gazeteci, ajan, iş birlikçi, hain ne kadar piyonu
varsa, kusursuz bir ahenk içerisinde üzerinize çullanıveriyor. S-400 alımını,
nükleer santral yatırımını, savunma sanayiindeki yerli ve millî hamlelerimizi,
“Dünya beşten büyüktür”
lâfını, İstanbul Havaalanı’nı, Kanal İstanbul’u, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı,
Barış Pınarı Harekâtlarını, Rusya, Çin ve İran’la kendi paralarımızla ticaret
yapma plânlarımızı, Doğu Akdeniz’deki keyif kaçıran hamlelerimizi, Libya’daki varlığımızı,
FETÖ’nün “inlerine girilmesini” bu gözle tekrar değerlendirin lütfen! Selçuk
Bayraktar’a yapılmak istenenleri, Nuri Demirağ ve Nuri Killigil’e yapılmış
olanlarla birlikte okumaya çalışın. Son 10-15 yılda yaşadığımız ve hâlen içinde
olduğumuz “iklim”, sanırım daha anlaşılır gelecektir.
Tarihin
kahredici döngüselliği… Büyük Birader çok kızgın! Büyük Şeytan burnundan soluyor! Bütün kozlarını
oynadı/oynuyor; bütün piyonlarını sahaya sürdü/sürüyor. Henüz başaramadıysa,
beceriksiz ya da güçsüz olduğu için değil, -artık- bizim güçlü olduğumuzdan, safları
sıklaştırdığımızdandır, net!
Okçular Tepesini terk edersek dostlar, Mısır’dan, Suriye’den, Irak’tan,
Libya’dan farkımız kalmaz. Unutmayınız, Büyük Şeytan çok kızgın ve burnundan
soluyor. Safları sıkı tutalım dostlar, araya şeytan girmesin!
Kalınız sağlıcakla efendim…