Mağara: Bir tenhalık mekânı

Yûnus (as) için balığın karnı ne ise, Yûsuf (as) atıldığı kuyu ve sonra atıldığı zindan da odur. Ulvî tecrübelerin kazanıldığı bir mağarayı sembol eder. Hayâl kırıklığına karşın bir sorumluluk şuuru kuşanmayı temsil eder.

MÜNZEVİ bir hâlin mekân bulduğu yerler vardır; mağara gibi… Mânâ cihetiyle ilim için yol alınan, irfan için sığınılan ve ulvi aşka talim edilen bir tenhalığın mekânıdır. Bazen bir mezardan farksızdır. Şehrin hengâmesinden kendisini kurtaranların tefekkürle örülmüş tahtıdır. Maddeye müstağni duranların, dünyayı bir gölgelik sayanların halvet makamıdır. Bazen bir anne karnıdır.

Yürüyen bir bantta koşarcasına yaşarken, geride unutulan huzuru aramak için ta en başa dönmek dilenir. Karanlık oluşuyla ve boşluk içermesiyle yeniden doğuşu simgeler mağara. Bir cenin edasında bedeni değil, ruhu beslemeye gidilir. Maddenin mabede dönüşü, insanların içine yuvarlandığı ışıltılı bataklıklar, yalan ve riyadan örülen kuyular kişiyi sessiz bir çığlığa sürükler ve bir nevi “çilehane” diyebileceğimiz ruhanî bir mağaraya götürür. Bazen bir riyazet amacı taşır. Masivadan ayrılmayı, ruhsal arınmayı ve Yaratıcı ile hemhâl olmayı sağlar. Mağara içerisinde açılan manevî perdeler kişiyi hakikî ışığa götürür.

Hira, Mekke’de, Cebel-i Nur’un zirvesinde bir mağara. İçerisinde ne yatılabilir, ne ayakta durulabilir. Ancak kıvrılıp büzülebileceği bir kaya kovuğu… Aramanın iştiyakı ve bulamamanın ıstırabı neticesinde alevlenen muhabbet aşkı, bir doğum sancısı gibi aralanır bekleyenlerin ruhunda.

Hazreti Muhammed (sav) henüz peygamberlik tevdi olunmadan evvel, otuz beş yaşlarında iken Ramazan aylarında Hira’daki mağaraya inzivaya çekilmeye başlar. Yalnız kalır, Rahmânî rüyalar görür ve tefekküre dalar. Alâk Sûresi’nin “İkra” (Oku) emriyle başlayan ilk beş ayeti kendisine Cebrail vasıtasıyla burada indirilir.

Hira, ulvi arayışı olanların ve hacı adaylarının uğrak bir mekânı olur. Ancak bir tarafı çok dik ve keskin olan, diğer tarafı ise engebeli olan bu mağaranın bulunduğu dağa çıkmak hiç de kolay değildir. Tıpkı hayatın imtihan basamakları gibidir. Hac ibadetinin yerine getirilmesi için zorunluluk teşkil etmese bile, insanın kalbine ve ruhuna seslenen bir tını vardır orada mânâ âlemine çağıran. Sert rüzgârlara ve sağanak yağmurlara açık bir kapısı olmasına rağmen, dünyevî bütün heva ve heveslerden koruyan, manevî gözün açılmasına vesile olan bir sırrı vardır. Bilinç ve ruh düzleminde yaşayanlara bu mekân en mahrem sırlarını açar. Belki de fizikî yapısının hiçbir simetriye uymayan etkisidir onu bu kadar gizemli kılan.

Hira mağarasının tavanı da birçok mağara gibi dışa yalıtılmış, içe yankı yapan bir akustik özelliğe sahiptir. Bu tür tavan yapıları mika mineral yapıya sahiptir. Mağara tavanlarının antisimetrik geometrisi mikanın yalıtım ve zayıf yansıtma gücüyle birleşince, insanın iç dünyasının geniş bir kopyası gibi karşımıza çıkar. Mağara, insanın taşıdığı duygu ve düşünceyi daha yüksek ve kalın tını ile ona geri verirken, insan, hiç olmadığı kadar kendi sesinden ürperir ve ya susmayı ya da çıkmayı tercih eder. Bundan dolayıdır ki, mağaralar daha çok susma yerleridir. Efendimiz de orada hep susmuş ve iç sesiyle baş başa kalmıştır.

Her kim ki Muhammedî bir bilinçle kuşanır ise, her loşlukta gönlü ve ruhu vecd ile dolar. Her kimin niyeti ne ise ona o verilir Hira’da.

Marifet yolcuğu içerisinde yaşanılacak bazı seyirler arasında Sevr dağı da vardır. İslâm tarihinin akışına yön veren Hicret hâdisesi, bir toplumun İlâhî hakikatlerinin yaşam alanını kaybettiği yerden başka bir mecraya intikalidir. Peygamber Efendimizin (sav) hicret yolculuğunda Hazreti Ebu Bekir’le (ra) bir araya gelip Sevr mağarasında üç gün konakladıklarını biliyoruz. Kutsal topraklara gitmek nasibi olanların, yapılması gereken ibadetler dışında bir diğer uğrak yeridir Sevr. Yolunun Hira’dan daha geniş olması, daralan gönüllerin açılacak olmasına bir müjde gibidir. Yolunun uzun ve meşakkatli olması zahmet gibi görülse de, doğacak rahmetlerin tezahürüdür. Kıymetli babacığımın “Sevr’e çıkacağına, tavaf et” tavsiyesine aldırmaksızın gecenin ortasında başlayan tırmanışın sabah ezanıyla son bulması ve sabah ezanının Sevr’de eda edilmesi, bir taşın altındaki oyukta teslim ve tefekkürün hazzının aranması, manevî susuzluğu giderecek membaının yakalanması muazzam bir hatıra olup kalıyor kalbimin ücra köşesinde ve “İyi ki…” diyorum. 

Yûnus (as) için balığın karnı ne ise, Yûsuf (as) atıldığı kuyu ve sonra atıldığı zindan da odur. Ulvî tecrübelerin kazanıldığı bir mağarayı sembol eder. Hayâl kırıklığına karşın bir sorumluluk şuuru kuşanmayı temsil eder.

Mağara etrafında teşekkül eden olaylar arasında Kur’ân’da da buyurulduğu üzere Ashab-ı Kehf kıssası vardır. Putperest bir hükümdara karşı Tevhid ve iman mücadelesi veren gençler, “Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver ve bize, (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla!” diyerek dua ediyorlardı. Şehirden uzaklaşıp bir mağaraya sığınan gençler, Rablerinin rahmet tecellisiyle uzun yıllar uyudular. Ne açlık, ne susuzluk, ne de havasızlık onları öldürdü. Mahiyetini, kaç yıl uyuduklarını ve kaç kişi olduklarını ancak Allah’ın bildiği bu salih gençler, amelleri, ihlâsları ve yaptıkları dua hürmetine zalim hükümdarın şerrinden kurtulmuş, nusret-i İlâhî ile kuşanmışlardı.

Bu haz ve hız çağında herkes kendi mağarasının bir yolcusu. Kâh Bişr-i Hafi gibi yalın ayak, kâh Veysel Karanî gibi üveysî olup anlam arayışı içerisinde yollara düşen her kişi, aradığını bulmakla müşerref kılınır. Zira ameller niyetler boyutuyla zuhur eder. Niyeti Allah’a ve Resulüne olanın iç dünyasında onu bekleyen bir mağarası vardır. Uzlet ve yalnızlık libasıyla, ihlâs ve sabır anahtarıyla açılır bu mağaranın kapıları.

Bir başka menkıbeye göre Ahmed Yesevî, çocukluğundan itibaren Hazreti Peygamber’in bütün sünnetlerine derin bir bağlılık göstermiştir. Bu sebepledir ki, Hazreti Peygamber’in (sav) vefat ettiği yaşa geldiğinde yerin altına merdivenle inilen, kabre benzeyen bir kuyu kazdırır. Kendisine zikir ve ibadetle meşgul olacağı bir mekân edinir. Hacı Bektaş Velî de bir mağara içerisinde kendisiyle baş başa kalır ve nefis müşahedesi yaşar. Mutasavvıflar arınmak ve veli mertebesine ulaşmak için mağarayı kullanırlar. Hem dinî, hem de mistik anlamda soyutlanmanın bir mekânı olur. Bazense bir silkinmeye vesile olur. İbn-i Hacer’i hadis âlimi yapan olay gibi… Zahmet çekmenin meyvesinin baldan tatlı olduğunu öğretir bize. İlim öğrenmek için gittiği medresede hiçbir şey öğrenemediğini, öğrenmekte güçlük çektiğini ve dahi kendisinin yetersiz olduğunu düşünerek köyüne dönmek üzere yola düşer İbn-i Hacer. Dinlenmek üzere bir mağaraya girer. Gözü, mağaranın tavanından bir taşın üzerine damlayan su taneciklerine takılır. Görür ki, su damlacıkları taşın üzerinde bir oyuk açmıştır. Şöyle düşünür kendi kendine: “Gayet yumuşak ve lâtif bir madde olan su, daimî damlamak suretiyle sert bir kayayı delebiliyor ise, aynı ölçüdeki azim ve istikrar, sert bir cisim gibi duran kafamı Allah’ın ilmiyle doldurur.”

Bazen bir uyanışa, bir farkındalığa kapı açar mağara. Kim olduğunu hatırlatır ona. Yûnus Emre gibi... Dergâhtan ayrılıp kendisini kemâle erdirecek yeni bir kapı aradığında, tıpkı kendisi gibi arayış içinde olan iki dosta rast gelir. Bir mağara içerisinde erdikleri kemâlât sebebiyle bir gün bir dervişin duasıyla, diğer gün diğer dervişin duasıyla önlerine serilen sofraları hayretle izler Yûnus Emre. Üçüncü gün kendisine sıra geldiğinde ne yapacağını, nasıl dua edeceğini bilemez. Bir yaprak dahi kıpırdatacağına inanmayan Yûnus Emre telaşa kapılır. Çaresiz bir şekilde ellerini kaldırıp dua eder: “Allah’ım! Onlar kimin hürmetine Sana dua edip lûtfa nail oldularsa, ben de o has kulun hürmetine Sana niyaz eyliyorum!” Rabbi onu mahcup etmez, müzeyyen bir sofra ikram buyurur. Bu muamma karşısında şaşkına dönen Yûnus, dervişlerin, “Bizler Taptuk Emre Hazretlerinin kapısında kırk yıldır dillere destan bir şekilde sadakat ve ihlâsla hizmet eyleyen Derviş Yûnus’un yüzü suyu hürmetine dua ve niyaz eyledik” demeleri karşısında, gönlünün derinliğinde bir ah kopar. Bir lokma dahi sürmeden ağzına, dergâha dönmek üzere yol alır.

Fizik âleminden metafizik âlemine geçmenin bir yoludur mağaralar. İslâm düşüncesinde bir ulûhiyettir. Türk destanlarında kutlu mekândır. Dede Korkut anlatılarında kahramanlar doğurur. Biz âcizane kullarda ise sessiz çığlıklara bir sığınak, iç âlemin döngüsünde bir gönül dağı, varılacak yüce dergâhın yollarında acemi adımlara bir girizgâh olur.