İNSANOĞLU olarak bizim
benliğimizi oluşturan en temel öğe nedir? Bedensel görüntümüz mü, yoksa rûhumuz
mu? Mânâ mı, yoksa madde mi?
Ölüm;
insanın idrak etmek ve mâhiyetini kavramakta zorluk çektiği, bu dünyadaki
hakikat dairesindeki yegâne kavram. İnsan sevdiğini kaybedince, ölüm bir tokat
gibi çarpıyor suratına; ölümün soğuk nefesiyle burun buruna geliyorsunuz. Peki,
sevdiğimiz insanın bedenini yani cismini mi severiz, yoksa rûhunu yani mânâsını
mı? Bir insanın mânâsını seviyorsak, beden işlevini tamamlayıp geldiği yere
geri dönüyor olduğu hâlde niçin üzülüyoruz? Topraktan gelip toprağa
karışmayacak mıyız?
Evet,
sevdiğimiz insanın rûhunu ve onu oluşturan öğeleri, karakterini, üslûbunu,
mizacını severiz; ancak tüm bunların sûrete yansımış hâlidir bedenlerimiz. Sevdiğimiz
insanı dünyadaki sûreti ile tanıyor, görüyor, ona dokunuyor ve onu hissediyoruz.
Rûh nasıldır, bilmiyor; rûhun cismini göremiyor, bu dünyadan aslolan dünyaya
intikal edenlerin ahvallerini, nerede olduklarını, ne yaptıklarını bilmediğimiz
için korkuyoruz. İnsan bilmediğinden korkar, yaratılmışların en üstünü olsa da,
aynı zamanda en acizi. Çünkü yaratılmışlar içinde akledebilen tek mahlûk.
İnsan
her şeye gücünün yeteceğini, yapamayacağı hiçbir şeyin olmadığını düşünüyor
zaman zaman. İşte o anda ölüm gelip bir sille vuruyor ve bu dünyanın bir geçiş yolu
olduğunu hatırlatıyor! Acizliğimizi unutmamız gerektiğini hatırlatıyor ölüm.
İnsanın aklı çoğu kavramı mantıksal bir düzleme oturturken, ölümü tam idrak
edemiyor. Ölüm, insanın bu dünyada mâhiyetini gerçek anlamda kavrayamayacağı
tek şey. Çünkü çoğu kavramı tecrübe ettikten sonra mâhiyetini kavrıyor insan.
Ölüm (kendi) başımıza yalnızca bir kere gelecek bir durum, bu yüzden yaşarken
mâhiyetini kavrayabilmemiz pek mümkün değil. Burası imtihan dünyası; kimi zaman
yokluk, kimi zaman varlıkla sınanıyoruz. En zoru da var olanın yokluğuna
alışmak… Yani parçası olduğunuz insanın bütününün olmayışı size ağır geliyor. Ancak
biliyorsunuz ki, burası imtihan dünyası ve Allah sevdiği kullarını sınarmış. Sabretmek
tek çâreniz oluveriyor bir anda. “Unutmayın, Allah sabredenlerle beraberdir!”
(Bakara, 153)
Havsalamız
almasa da dünyanın bir geçiş noktası olduğunu ve bir sonu olduğunu kendimize
düstur edindiğimiz zaman kendimizi avundurabiliyoruz. Küçüklüğümden beridir
yakınlarımın bir kısmını kaybettim; en acısını, en sevdiğim insanı aslolan
dünyaya uğurladığım gün yaşamaya başladım. İnsanın korktuğu şeyin başına
gelmesi ve o korkuyla bir ömür boyu yüzleşerek yaşaması çok zor. Hele varlığına
alıştığınız ve var olma sebeplerinizden en mühimini kaybedince…
Geçtiğimiz
günlerde bir şeyleri göz ucuyla okurken bir duâ ilişti gözüme: “Rabbim, mahşer
günü bizi birbirinden kaçanlardan değil de birbirine koşanlardan eyle!”
“Âmin”
dedim ve ailemle hasbihal ederken, ablam, “Belki de mahşer günü, rûhunu sevdiğimiz
insanları tanıyabileceğiz” deyiverdi. Çünkü mahşer günü herkesin rûhu
bedeninden ayrılmış bir vaziyette olacak ve insan olarak maddesini değil de
mânâsını sevdiğimiz insanları tanıyacağız belki de… Rûhlar âleminde bedenini
değil de rûhunu sevdiğimiz, rûhuyla rûhumuza dokunmuş insanları tanıyacağız.
“İnsana
imtihan olarak özlemek yeter!/ Bir şehri/ Bir sesi/ Bir nefesi” der isminin baş
harfleri “ACZ” olan üstad... İmtihan ne kadar zorlaşırsa, meyvesi o denli tatlı
olur inşallah. Bu süreçte kendime bunu şiar olarak edinmeye çabalıyorum.
“Dünya,
bir göz kapayıp açmalık mesafe” derler; dünya hayatını her gece gördüğümüz
rüyalara benzetebiliriz. Rüyanın içindeyken, bitmek bilmeyen olayların en uzunu
bile en fazla yedi saniyeymiş; uyandığımız zaman rüyamızın ne kadarını
hatırlıyoruz ve rüyalarımız bugünkü yaşamımızda ne kadar etkili oluyor yahut yaşadığımız
tüm bir günü saniyesi saniyesine anımsıyor muyuz? Bu dünya hayatından aslolan
dünyaya intikal ettiğimizde, dünyayı, dünyada dayanılmaz gördüğümüz şeylerin ne
kadarını anımsayacağız acaba? Bize çok uzun gelen zamanı, algımızdaki zamanın
ötesine gittiğimiz vakit hatırlayacak mıyız?
Rabbim,
yaşadıklarımızı ve sevdiğimiz insanları bizlere unutturmasın! (Âmin.)