HER fert, içinde
yaşadığı toplumun, milletin dilini, dinini, zevk ve inançlarını, örf ve âdetlerini
beraberinde taşır. Bunlardan etkilenir, yaşayabildiği kadarıyla da yaşar. İnsan
hayatında madde ve mânâ yer alır. Bu iki kavram, felsefe tarihinden beri çok
tartışılmakta olan ve süregelen bir meseledir.
Bazı
felsefeciler için, bu dünyada görülen maddelerin boyutlarının bir de görünmeyen
âlemde yansımalarının olacağını ifade eden mânâ boyutu vardır. Din adamları da
bu dünya ile birlikte ahiret hayatına da dikkat çekerler. Madde ve mânâyı
algılama ve anlama, fertten ferde değişir, bir bakıma da farklı bir bakış açısı
sunar. Bir madde, sadece var olduğu ve bize göründüğü şekliyle mi algılanır ve
anlaşılır, yoksa onun bizde oluşturduğu anlamıyla mı? Madde bir yönüyle de “mânâ”
dediğimiz, bir şeyin bizde oluşturduğu karşılıktır. Meselâ, her insanın
estetiği anlama ve beğenme düzeyi aynı değildir. Bu açıdan insanların madde ve
mânâya bakış durumları farklılıklar içerir.
Her
fert bir şeye bakar, ancak görünen şeyi farklı algılar ve anlar. Farklı bakış,
doğrudan anlama yetisi olduğu kadar, düşünce farklılığıyla da ilintilidir.
Bir
madde, sadece var olduğu ve bize göründüğü şekliyle ifade edildiği gibi, onun
bizde oluşturduğu anlamıyla da ifade edilebilir. Gözyaşı bir maddedir, gülmek
kahkaha atmak da maddeden addedilir. Ancak her ikisinin bir de görünen veya
görünmeyen boyutları vardır. Yani bir ferdin zihninde, gözyaşı dökmesine veya
gülmesine sebep olan, mânâdır. Kelimeler de öyledir. Madde olmakla birlikte
cümle olarak ifade ettiği anlamlar, birer mânâdır. Maddenin de, mânânın da
insan üzerinde etkisi vardır. Bu iki kavram da insan hayatından dışlanamaz. Her
ikisi de insan üzerinde tamamlanan bir yapıdadır.
Madde
ve mânânın anlam kazanması ve algılanışına Mehmet Kaplan’ın şu tespitini de
ekleyelim: “Meselâ cami, dışta bakınca, şekil almış bir madde yığınıdır,
objektiftir. Fakat cami, sadece maddeden ibaret değildir. O ortak bir inancın
ifadesidir. Mehmet Akif ‘Fatih Camii’, Yahya Kemal ‘Süleymaniye’de Bayram
Sabahı’ başlıklı güzel şiirlerinde caminin taşıdığı rûhî, mânevî ve içtimaî
değerleri çok güzel ifade etmişlerdir.”*
Girişte
de ifade etmeye çalıştığımız gibi, her fert, içinde yaşadığı toplumun kültürü
içinde şekillenir. Kültür; fertleri aşan, fertlere şekil, yön ve şahsiyet veren
bir varlıktır. Bu örnekler, inançlar, duygular ve düşünceler maddî şekiller
alabiliyor ve fertlere şekil veriyorlar. Bu ifadeler bir bakıma kültürün,
insanoğlunun maddî ve mânevî ihtiyaçlarının maddeleşmiş şekillerinden
ibarettir.
İnsanoğlunun
hayatına baktığımızda, en önemli şeyin ahlâkî değerler olduğunu görürüz.
Birlikte yaşamak, aynı inanç ve kültür birlikteliğini de beraberinde getirmektedir.
İyinin ve kötünün de ahlâkî bakışla toplum üzerinde etkileri olduğu görülür.
Fakat materyalist anlayışta iyi ve kötünün tanımını yapmakla/anlamlandırmakla
tercih başka bir yöne kayıyor. Bu anlayışa göre madde ve kişisel çıkarlar öne
çıkıyor. Madde ve mânâ ile terkip edilen insanoğlu, bu iki ifadeden ayrı
yaşayamaz ve kendine hayat düzenini çizer. Her kültürde mânâ, farklı şekillerde
tezâhür edebiliyor. Çünkü her insan, ayrı mânevî dünyalara sahiptir ve
toplumlar da bundan nasiplenmektedir. Fertler içinse maddeci yaklaşım, kişisel
haz ve çıkar prensiplerine göre kendisini göstermektedir. Düşünce ve
dolayısıyla yaşamdaki farklılıklar da tam da burada başlıyor. Sebebi, medeniyet
ve kültür değişimleridir.
Bu
değişimler toplum hayatında çok çeşitli meseleler doğuruyor. Belli bir yaş
üzeri halk kesimi dinine, ibadetlerine, kültürüne bağlı kalmaya, geleneksel bir
yapı içinde olmaya çalışırken, genç nesil yabancı tesirlerin altında kalıyor.
Yabancı tesirler toplumun genç kuşağında başlayan değişimi ileri taşır. Bu hâle
gelinmesinde de devlet politikalarının yanlış uygulamaları olduğu kadar (ve
hattâ daha da ileri seviyelere varan), Batı tipi yetişen aydın kesimlerin de
katkısı vardır.
Halktan
kopuk aydın sınıf, halkın dinini, örf ve âdetlerini beğenmiyor ve bunlara
ihanet ediyor. Bu kültür değişimi zamanla farklı bir seyir izliyor. Kendi
dinine, şahsiyetlerine, tarihine, diline yabancılaşıyor. Böylesi değişimlere
yani dilini ve dinini kaybeden milletlere dair örnekler var. Meselâ Türk olan Bulgarlar,
Macarlar, Avarlar, din ve dil değiştirmek sûretiyle milli duygularını
kaybetmişlerdir.
İki
yüzyıldan beri devam eden Batı tesiri, bizi kendi tarihimize ve dinimize
yabancı kılmış, kendi aramızda tartışmalı duruma düşürmüştür. Anlaşmazlık ve
tartışmaların temelinde fikir, inanç ve yetişme tarzı problemleri vardır. Önümüzde
önemli iki mesele durmaktadır: Birincisi, Batılı aydın tipi tabakasıdır.
İkincisi de kendi dinini iyi anlamayan, diline ve kültürüne sahip çıkmayan
toplum kesimidir.
Her
fert hür düşünebilmeli, fikirlere açık olmalıdır. Bir düşünceye aşırı derecede
bağlanmak ve başka düşünceleri sorgulamadan her düşünceye karşı çıkmak, halk
içinde ötekileştirme hastalığıdır. Bu hastalık, düşünce ve inanç sahiplerinin
birbirleri arasında hakikatleri görememelerine sebep olmaktadır.