ÖYLE ifadeler vardır
ki, bir kere söylersiniz, o lâf orada kalır, bir daha ihtiyaç duyulmayabilir. Ancak,
bazı ifadeleri sık sık kullanmanın, yerinde ve zamanın ruhuna muvafık şartlara göre
ifade etmenin faidesi vardır ve uslanmadan söylenebilir.
Bu
fakir de, daha önceki birkaç yazısında muhteşem mâzimizi reddedenleri, “dinimizi
ve dünümüzü” inkâr edenleri kastederek, milletimizin istikbâli ile alâkalı
hayırlı düşünmediklerinden bahisle, Batılı müstevlilerin içimizden
devşirdikleri mankurtlar olduğunu ifade etmişti. Vaktaki, Osmanlı Cihan Devleti’nin
altı yüzyıl süren cihan mefkûresi son bulduğunda kurulan Cumhuriyet idaresi,
İslâmî hayata bakış anlamında farklılık göstermiş ve bunun en bâriz hâlini de
Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu ile getirilen uygulamalarla göstermiştir.
Cumhuriyet’in
ilk yıllarından sonra getirilen bazı yeni kanun ve mevzuatın kadim tarihimizin
medeniyet tasavvurundan uzak olduğunu, özellikle tek parti dönemi Millî Şef uhdesindeki
uygulamaların bizi hem ülkülerimizden, hem de inancımızın yaşanmasından onulmaz
derecede yaralayarak uzaklaştırdığını söylemek mümkün.
Bu
girizgâhı yapmamın sebebini aşağıda arz etmeye çalışacağım inşallah…
Son
yetmiş seksen sene içinde yaşanan ezanın Türkçe okunması, yıllar içinde “dinde
reform” safsataları, kılık kıyafet zorlaması ve yasakları hep insanımızın gönül
dünyasında derin yaralar açmış, incinmesine sebep olmuştur.
Bu
gayr-ı insanî uygulamaya bazen Kahraman Ordumuzu alet etmişler, kimi zaman tek
parti mantığıyla hareket eden siyâsî iktidarları, bazen de muktedir olmayan
sağcı iktidarları ile yön vermişlerdir. Ara sıra bir belediye başkanının, kimi
zamanda il veya ilçe mülkî âmirlerinin yaptığı herzeleri/münasebetsizlikleri de
biliyoruz. Bunların kronolojisini yaparsak ne yerimiz, ne de münderecatımız
buna müsaade eder. Sadece bir iki örnekle meseleye nefes aldıralım…
***
On
yılda bir yapılan askerî müdahaleler -ki en son 28 Şubat bunun en son misalidir-,
yazımıza başlık teşkil eden ve bütün bu olup bitenlerden…
Hazreti Mevlâna’nın 747’nci vuslat yıldönümü etkinliğinde
skandallara imza atan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ne demeli?
Kurumsallaşan
İslâm düşmanlığı söz konusu…
Sormak
lâzım; irfanımızda Şehremini Ekrem
İmamoğlu, şehr-i emîn vasfına haiz midir, değil midir? Takdir, gönül
dostlarımıza aittir.
Ana muhalefetin sözcülerinin ve kimi belediye başkanlarının
Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhine olan ve olacak beyanlarının anlık bir
refleks olmadığını, bilakis geleneklerinden gelen ve son on yılda ise önlenemez
bir kinle artarak Meclis kürsüsünde Ermeniler adına, AB adına konuşan
vekillerin lâdinî görüşlerinden tebarüz ettiğini ifade etmek isterim.
Türkiye’de imam-hatip liselerinin serencamı ve
günümüzdeki Jakobenlerin mesnetsiz iddialarının hilâfına, neden imam-hatiplilere
düşman olduklarının bir hülâsasını yazalım…
1927’de Şûrâ-ı Devlet’in aldığı bir kararla din görevliliği
“me’murîn” sınıfından sayılmayıp bu karar uyarınca bütün elemanlar görevden uzaklaştırılmış,
dolayısıyla İmam-Hatip Mektebi mezunları için din görevliliği cazip olmaktan
çıkmış, bu görev tamamen fahrî olarak yürütülmeye başlanmıştır. 1927’de
ortaokulların, 1929-1931 yılları arasında ilkokullarla öğretmen okullarının
programlarından din bilgisi derslerinin çıkarılması (Yücel, s. 163-173;
Cicioğlu, s. 96) ve 1933’te İstanbul Dârülfünunu İlâhiyat Fakültesi’nin
kapatılmasıyla, Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu’nun âmir hükmüne rağmen tarihinde ilk
defa ülkede örgün din eğitim ve öğretimi tamamen kaldırılmıştır.
Sadece Diyanet İşleri Reisliğine bağlı olarak Kur’ân okumayı
öğreten ve hâfız yetiştiren Dârülkurrâlar faaliyet göstermiş, fakat bu
kurslardan 1932-1950 yılları arasında toplam bin 750 kadar öğrenci diploma
almıştır (Jaschke, s. 76). 1946’da ilkokullara din bilgisi dersleri konulması
yönünde teklifler gündeme gelmişse de dönemin Başbakanı Recep Peker bu
talepleri reddetmiştir. Ancak taleplerin artarak devam etmesi üzerine Aralık
1947’de toplanan Cumhuriyet Halk Partisi 7’nci Kurultayı’nda ve Meclis
müzakerelerinde din eğitimi tekrar tartışmaya açılmıştır.
Bu kurultayda Hamdullah Suphi Tanrıöver, din görevlisi
sıkıntısının ulaştığı hâd safhayı örneklerle anlatıyor ve ölüleri zamanında
gömmek için imam bulunamadığını söylüyordu (CHP Yedinci Kurultay Tutanağı, s.
457). Dönemin Diyanet İşleri Reisi Ahmet Hamdi Akseki de bir raporunda (SR,
V/104 [1951], s. 52), camilerde halka namaz kıldıracak ve hutbe okuyacak imam
ve hatip yokluğundan şikâyet ediyor, bazı köylerde cenazelerin kaldırılamadan
günlerce ortada kaldığını bildiriyor, öte yandan birtakım bâtıl inanç ve
yalancı tarikatların memleketin her tarafına yayılmakta olduğu uyarısında
bulunuyordu.
Devrin Maarif Vekili Hasan Tahsin Banguoğlu da bu dönemde
halkın en önemli şikâyetinin din hizmetleri ve din öğretimi meselesi olduğunu
bildirerek bu hususta ayrıntılı bilgi vermektedir (Kendimize Geleceğiz, s. 97).
Halkın yanında bazı aydınların, siyâset ve devlet adamlarının
da hissettiği bu ihtiyaç karşısında ilk defa 15 Ocak 1949’da İstanbul ve
Ankara’da olmak üzere “İmam-Hatip Kursu” adıyla on aylık bir öğretim kurumu
açılmış, daha sonra bunların sayısı ona çıkmıştır.”*
Bu kısa bilgiyi sunmamın esbâb-ı mucîbesi, Türkiye’de dine ve
düne dair ve medeniyet tasavvurumuzu elinin tersiyle iterek Batı merkezlerine
hayranlık ve kuryelik yapan lâikos taifesi ve onların parlattığı bazı belediye
başkanları ile sözcülerinin mensubu oldukları hizip hakkındadır. Bu lâdinî
taifesinin dolaylı destek aldığı din uleması kisveli bazı Şeyh
Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in izinden gidenlerin olduğunu anlayalım.
Günümüzde Kur’ân’ın Türkçe olması talebi, hadîsler hakkındaki uydurulan ve
iftira boyutundaki hezeyanları kusanların bu taifeye zımnen omuz verdiğini
belirtmek durumundayım.
***
Yazımızı Kanûnî Sultan Süleyman Han’ın asırları kucaklayan, Cihan
Hükümdarı olsanız bile rızâ-i İlâhî’den ayrılmamayı öğütleyen, mevkii ve mâkâmı,
meşrebi ve mezhebi ne olursa olsun her kesin serlevha edeceği bir nasihatle
bitirelim.
Kanûnî
Sultan Süleyman Han’ın Bâli Bey’e yazdığı nasihatli mektup şöyledir:
“Yadigârım ve
muhterem Lalam Gazi Bâli Bey!
Din-i İslâm ve
Devlet-i Âli-i Osman için yaptığın hizmetler, yanımızda zâyi olmamıştır.
Berhudar olasın, iki cihanda yüzün ak ve pâk olsun. Allah sizden râzı olsun.
Hizmetlerine mukabil bizden bir tuğ dahi arzu eylemişsin. Biz size bir tuğ
değil, Emirü’l-Ümeralık vermekte tereddüt etmeyiz.
Henüz bir tuğ zamanı
değildir. Sana Muhammed Mustafâ’nın (sav) fetih tuğunu verdik. Bu ihsan üzerine
iyilik olmaz. Bunun şükrünü bilip yerine getiresin. Bilesin ki, bey olmak iki
kefeli terazidir. Bir kefesi Cennet ve bir kefesi de Cehennem’dir. Bir an adâletle
hükmetmek, yetmiş yıllık ibâdetten efdâldir; âhireti hatırdan çıkarmayasın.
Serasker olduğun
yerlerde ve hükmünün geçtiği mahâllerde bir kimseye zulüm ve düşmanlık etmekten
şiddetle sakınasın. Ahrette bize hitap olunursa, senin yakana yapışırım. ‘O
vilâyetleri kılıcımla fetheyledim’ demeyesin. Memleket Allah-u Teâlâ
Hazretleri’nindir. Her şeyi Allah'tan, her şeyin Allah’ın olduğunu bil. Her
şeyi bizim rızâmızı değil, Allah’ın rızâsını tahsil için yap.
Dikkat edip,
nefsine gurur getirmeyesin. Fetholunan kalelerin mal ve erzakını hep beytü’l-mâl
için almışsın. Buna Rızâ-i Hümayunum yoktur. Beşte birini alıp, geri
kalanını İslâm askerine dağıtasın. İslâm askerinin ihtiyarını baba, orta
yaşlılarını kardeş ve gençlerini oğul bilesin. Babalara hürmet edesin, oğullara
şefkat gösteresin. İslâm askerine hiçbir veçhile zorluk göstermeyesin. Nimeti
bol veresin. Eğer hazînen tükenirse buraya bildiresin ki sana bin iki bin kese
göndermekten aczim yoktur.
Halkın fakirlerini
rencide ettirmekten şiddetle kaçınasın ki bizim halkımızı rahat görüp küffar
halkı imrensinler. Meyl ve muhabbetleri bizim tarafa olsun!
Bir kimseyi hizmetinde
kullandığın zaman sakın evvelki hâline itimat etmeyesin. Çok kimseler vardır, elinde
fırsat olmadığı zamanda zahitlik ve iyilik yüzünü gösterip eline fırsat geçtiği
zaman Firavun ve Nemrut olur. O kimseleri tecrübe edip göresin. Eğer evvelki
hâli son hâline uygunsa hizmetinde kullanasın.
İmdi, ey Gazi Bâli
Bey! Sana dahi nasihatim odur ki, atın yürüğünü, kılıcın keskinini ve beyin
bahadırını saklayasın. Allah-u Teâlâ Hazretleri yolunu açık ve kılıcını keskin
eyleye ve seni küffarı haksar üzerine mansur ve muzaffer eyleye!”
Bu nasihat üzerine bize, terk-i edeple söze son vermek düşer. Vesselâm…
Sabah, 5 Aralık 2020
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi