Macron’dan İmamoğlu’na bir yol gider

“İslâm askerinin ihtiyarını baba, orta yaşlılarını kardeş ve gençlerini oğul bilesin. Babalara hürmet edesin, oğullara şefkat gösteresin. İslâm askerine hiçbir veçhile zorluk göstermeyesin. Nimeti bol veresin. Eğer hazînen tükenirse buraya bildiresin ki sana bin iki bin kese göndermekten aczim yoktur. Halkın fakirlerini rencide ettirmekten şiddetle kaçınasın ki bizim halkımızı rahat görüp küffar halkı imrensinler. Meyl ve muhabbetleri bizim tarafa olsun!” (Kanûnî Sultan Süleyman)

ÖYLE ifadeler vardır ki, bir kere söylersiniz, o lâf orada kalır, bir daha ihtiyaç duyulmayabilir. Ancak, bazı ifadeleri sık sık kullanmanın, yerinde ve zamanın ruhuna muvafık şartlara göre ifade etmenin faidesi vardır ve uslanmadan söylenebilir.

Bu fakir de, daha önceki birkaç yazısında muhteşem mâzimizi reddedenleri, “dinimizi ve dünümüzü” inkâr edenleri kastederek, milletimizin istikbâli ile alâkalı hayırlı düşünmediklerinden bahisle, Batılı müstevlilerin içimizden devşirdikleri mankurtlar olduğunu ifade etmişti. Vaktaki, Osmanlı Cihan Devleti’nin altı yüzyıl süren cihan mefkûresi son bulduğunda kurulan Cumhuriyet idaresi, İslâmî hayata bakış anlamında farklılık göstermiş ve bunun en bâriz hâlini de Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu ile getirilen uygulamalarla göstermiştir.

Cumhuriyet’in ilk yıllarından sonra getirilen bazı yeni kanun ve mevzuatın kadim tarihimizin medeniyet tasavvurundan uzak olduğunu, özellikle tek parti dönemi Millî Şef uhdesindeki uygulamaların bizi hem ülkülerimizden, hem de inancımızın yaşanmasından onulmaz derecede yaralayarak uzaklaştırdığını söylemek mümkün.

Bu girizgâhı yapmamın sebebini aşağıda arz etmeye çalışacağım inşallah…


Son yetmiş seksen sene içinde yaşanan ezanın Türkçe okunması, yıllar içinde “dinde reform” safsataları, kılık kıyafet zorlaması ve yasakları hep insanımızın gönül dünyasında derin yaralar açmış, incinmesine sebep olmuştur.

Bu gayr-ı insanî uygulamaya bazen Kahraman Ordumuzu alet etmişler, kimi zaman tek parti mantığıyla hareket eden siyâsî iktidarları, bazen de muktedir olmayan sağcı iktidarları ile yön vermişlerdir. Ara sıra bir belediye başkanının, kimi zamanda il veya ilçe mülkî âmirlerinin yaptığı herzeleri/münasebetsizlikleri de biliyoruz. Bunların kronolojisini yaparsak ne yerimiz, ne de münderecatımız buna müsaade eder. Sadece bir iki örnekle meseleye nefes aldıralım…

***

On yılda bir yapılan askerî müdahaleler -ki en son 28 Şubat bunun en son misalidir-, yazımıza başlık teşkil eden ve bütün bu olup bitenlerden…

Hazreti Mevlâna’nın 747’nci vuslat yıldönümü etkinliğinde skandallara imza atan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ne demeli?

Kurumsallaşan İslâm düşmanlığı söz konusu…

Sormak lâzım; irfanımızda Şehremini Ekrem İmamoğlu, şehr-i emîn vasfına haiz midir, değil midir? Takdir, gönül dostlarımıza aittir.

Ana muhalefetin sözcülerinin ve kimi belediye başkanlarının Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhine olan ve olacak beyanlarının anlık bir refleks olmadığını, bilakis geleneklerinden gelen ve son on yılda ise önlenemez bir kinle artarak Meclis kürsüsünde Ermeniler adına, AB adına konuşan vekillerin lâdinî görüşlerinden tebarüz ettiğini ifade etmek isterim.

Türkiye’de imam-hatip liselerinin serencamı ve günümüzdeki Jakobenlerin mesnetsiz iddialarının hilâfına, neden imam-hatiplilere düşman olduklarının bir hülâsasını yazalım…

1927’de Şûrâ-ı Devlet’in aldığı bir kararla din görevliliği “me’murîn” sınıfından sayılmayıp bu karar uyarınca bütün elemanlar görevden uzaklaştırılmış, dolayısıyla İmam-Hatip Mektebi mezunları için din görevliliği cazip olmaktan çıkmış, bu görev tamamen fahrî olarak yürütülmeye başlanmıştır. 1927’de ortaokulların, 1929-1931 yılları arasında ilkokullarla öğretmen okullarının programlarından din bilgisi derslerinin çıkarılması (Yücel, s. 163-173; Cicioğlu, s. 96) ve 1933’te İstanbul Dârülfünunu İlâhiyat Fakültesi’nin kapatılmasıyla, Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu’nun âmir hükmüne rağmen tarihinde ilk defa ülkede örgün din eğitim ve öğretimi tamamen kaldırılmıştır.

Sadece Diyanet İşleri Reisliğine bağlı olarak Kur’ân okumayı öğreten ve hâfız yetiştiren Dârülkurrâlar faaliyet göstermiş, fakat bu kurslardan 1932-1950 yılları arasında toplam bin 750 kadar öğrenci diploma almıştır (Jaschke, s. 76). 1946’da ilkokullara din bilgisi dersleri konulması yönünde teklifler gündeme gelmişse de dönemin Başbakanı Recep Peker bu talepleri reddetmiştir. Ancak taleplerin artarak devam etmesi üzerine Aralık 1947’de toplanan Cumhuriyet Halk Partisi 7’nci Kurultayı’nda ve Meclis müzakerelerinde din eğitimi tekrar tartışmaya açılmıştır.

Bu kurultayda Hamdullah Suphi Tanrıöver, din görevlisi sıkıntısının ulaştığı hâd safhayı örneklerle anlatıyor ve ölüleri zamanında gömmek için imam bulunamadığını söylüyordu (CHP Yedinci Kurultay Tutanağı, s. 457). Dönemin Diyanet İşleri Reisi Ahmet Hamdi Akseki de bir raporunda (SR, V/104 [1951], s. 52), camilerde halka namaz kıldıracak ve hutbe okuyacak imam ve hatip yokluğundan şikâyet ediyor, bazı köylerde cenazelerin kaldırılamadan günlerce ortada kaldığını bildiriyor, öte yandan birtakım bâtıl inanç ve yalancı tarikatların memleketin her tarafına yayılmakta olduğu uyarısında bulunuyordu.

Devrin Maarif Vekili Hasan Tahsin Banguoğlu da bu dönemde halkın en önemli şikâyetinin din hizmetleri ve din öğretimi meselesi olduğunu bildirerek bu hususta ayrıntılı bilgi vermektedir (Kendimize Geleceğiz, s. 97).

Halkın yanında bazı aydınların, siyâset ve devlet adamlarının da hissettiği bu ihtiyaç karşısında ilk defa 15 Ocak 1949’da İstanbul ve Ankara’da olmak üzere “İmam-Hatip Kursu” adıyla on aylık bir öğretim kurumu açılmış, daha sonra bunların sayısı ona çıkmıştır.”*

Bu kısa bilgiyi sunmamın esbâb-ı mucîbesi, Türkiye’de dine ve düne dair ve medeniyet tasavvurumuzu elinin tersiyle iterek Batı merkezlerine hayranlık ve kuryelik yapan lâikos taifesi ve onların parlattığı bazı belediye başkanları ile sözcülerinin mensubu oldukları hizip hakkındadır. Bu lâdinî taifesinin dolaylı destek aldığı din uleması kisveli bazı Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in izinden gidenlerin olduğunu anlayalım. Günümüzde Kur’ân’ın Türkçe olması talebi, hadîsler hakkındaki uydurulan ve iftira boyutundaki hezeyanları kusanların bu taifeye zımnen omuz verdiğini belirtmek durumundayım.

***

Yazımızı Kanûnî Sultan Süleyman Han’ın asırları kucaklayan, Cihan Hükümdarı olsanız bile rızâ-i İlâhî’den ayrılmamayı öğütleyen, mevkii ve mâkâmı, meşrebi ve mezhebi ne olursa olsun her kesin serlevha edeceği bir nasihatle bitirelim.

Kanûnî Sultan Süleyman Han’ın Bâli Bey’e yazdığı nasihatli mektup şöyledir: 

“Yadigârım ve muhterem Lalam Gazi Bâli Bey!

Din-i İslâm ve Devlet-i Âli-i Osman için yaptığın hizmetler, yanımızda zâyi olmamıştır. Berhudar olasın, iki cihanda yüzün ak ve pâk olsun. Allah sizden râzı olsun. Hizmetlerine mukabil bizden bir tuğ dahi arzu eylemişsin. Biz size bir tuğ değil, Emirü’l-Ümeralık vermekte tereddüt etmeyiz.

Henüz bir tuğ zamanı değildir. Sana Muhammed Mustafâ’nın (sav) fetih tuğunu verdik. Bu ihsan üzerine iyilik olmaz. Bunun şükrünü bilip yerine getiresin. Bilesin ki, bey olmak iki kefeli terazidir. Bir kefesi Cennet ve bir kefesi de Cehennem’dir. Bir an adâletle hükmetmek, yetmiş yıllık ibâdetten efdâldir; âhireti hatırdan çıkarmayasın.

Serasker olduğun yerlerde ve hükmünün geçtiği mahâllerde bir kimseye zulüm ve düşmanlık etmekten şiddetle sakınasın. Ahrette bize hitap olunursa, senin yakana yapışırım. ‘O vilâyetleri kılıcımla fetheyledim’ demeyesin. Memleket Allah-u Teâlâ Hazretleri’nindir. Her şeyi Allah'tan, her şeyin Allah’ın olduğunu bil. Her şeyi bizim rızâmızı değil, Allah’ın rızâsını tahsil için yap.

Dikkat edip, nefsine gurur getirmeyesin. Fetholunan kalelerin mal ve erzakını hep beytü’l-mâl için almışsın. Buna Rızâ-i Hümayunum yoktur. Beşte birini alıp, geri kalanını İslâm askerine dağıtasın. İslâm askerinin ihtiyarını baba, orta yaşlılarını kardeş ve gençlerini oğul bilesin. Babalara hürmet edesin, oğullara şefkat gösteresin. İslâm askerine hiçbir veçhile zorluk göstermeyesin. Nimeti bol veresin. Eğer hazînen tükenirse buraya bildiresin ki sana bin iki bin kese göndermekten aczim yoktur.

Halkın fakirlerini rencide ettirmekten şiddetle kaçınasın ki bizim halkımızı rahat görüp küffar halkı imrensinler. Meyl ve muhabbetleri bizim tarafa olsun!

Bir kimseyi hizmetinde kullandığın zaman sakın evvelki hâline itimat etmeyesin. Çok kimseler vardır, elinde fırsat olmadığı zamanda zahitlik ve iyilik yüzünü gösterip eline fırsat geçtiği zaman Firavun ve Nemrut olur. O kimseleri tecrübe edip göresin. Eğer evvelki hâli son hâline uygunsa hizmetinde kullanasın.

İmdi, ey Gazi Bâli Bey! Sana dahi nasihatim odur ki, atın yürüğünü, kılıcın keskinini ve beyin bahadırını saklayasın. Allah-u Teâlâ Hazretleri yolunu açık ve kılıcını keskin eyleye ve seni küffarı haksar üzerine mansur ve muzaffer eyleye!”

Bu nasihat üzerine bize, terk-i edeple söze son vermek düşer. Vesselâm…


Sabah, 5 Aralık 2020

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi