Maç kaç kaç?

Yüz yıl sonra, bugün, tarihin ve coğrafyanın çağrısına yeniden kulak veriyor Türkiye, karadan ve denizden çevresine örülmeye çalışılan bu duvarda gedikler açıyor. Müesses nizâmın bekçileri, açılan her gedik için aynı nağmeyi terennüm ediyor mütemadiyen: “Ne işimiz var orada?” Birine bakıp çıkacağız, oldu mu?

ÜŞENMEDİM, Türkiye Futbol Federasyonu’nun resmî internet sitesinden Millî Takımımızın 1923 yılından bugüne kadar yapmış olduğu millî maçlar listesine şöyle bir göz attım. Ne işim mi vardı bu sitede?

Öncelikle millî maçlar tarihçesinden müşahede ettiğim ahvali arz edeyim istedim efendim, âhiren sorunun cevabına geçeyim.

***

Yer kürede Türkiye’ye en uzak ülke olan (17 bin kilometre) Yeni Zelanda ile millî maç yapmışız ve 2-1 yenmişiz.

15 bin kilometre mesafedeki Avustralya ile iki kez karşılaşmışız, iki galibiyet de oradan gelmiş...

En uzağımızda bulunan üçüncü ülke olan Şili (14 bin kilometre) ile de üç maçımız var. İki galibiyet, bir beraberlik…

Dördüncü en uzak ülke olan Arjantin’i -nedense- pas geçmişiz, peşinden gelen Brezilya (11 bin kilometre) ile altı, ABD (10 bin kilometre) ile dört millî müsabakamız bulunmakta…

***

Listeyi uzatmayayım; Avrupa’da bize en uzak ülke olan İzlanda (4 bin kilometre) ile bile on üç kez karşı karşıya gelmişiz.

Eski kıtanın en ucundaki Portekiz (3 bin kilometre) ile de sekiz kez kozlarımızı paylaşmışız, elhamdülillah! Kozlar genelde Portekiz’e gitmiş…

Peki, hemen sınır komşumuz olan Irak ve Suriye ile bugüne kadar kaç kez maç yapmışızdır sizce?

Tahminlerinizi alabilir miyim?

Efendim?

Sadece ve sadece birer kez!

Libya ile de durum aynı; hepi topu bir maç!

Lübnan, Ürdün, Kuveyt, Yemen, Umman ve Filistin ile -muhtemelen- futbol yasak olduğu ya da mezkûr ülkelerin millî takımları bulunmadığı için olmalı, henüz siftahımız yok!

Peki, bu tablo bize ne anlatıyor dersiniz?

Tam olarak şunu: Bizim tarihî, harsî (kültürel), coğrafî ve siyâsî olarak -hâlâ- hinterlandımızda bulunan ve Osmanlı’dan neşet eden bu ülkelerle olan çapraz bağlarımız kopmuş/koparılmış!

Hatay’dan Hakkâri’ye kadar olan sınırımıza görünmez ve aşılmaz bir duvar örülmüş…

Hattâ duvarın hemen arkasını “Orta Doğu bataklığı” olarak tesmiye bile etmişiz.

Medenî (!) Batı’nın batmayan ayakkabıları olduğu için cirit attığı bu “bataklığa” şöyle göz ucuyla bakacak dahi olsak, hemen “Ne işimiz var orada? Orası bataklık! Girsek de çıkamayız, bize ne?” cümleleri ile terbiye edilmeye çalışılmışız. Ve çalışılmaktayız da…

Bu cümlelerin ziyâdesi ile kendi içimizden çıktığını söylemeye lüzûm bile yok elbette.

***

Bu toprakları terk etmemizden sonra, kurucu felsefenin iradesiyle örülen bu duvarı zamanla öyle içselleştirmişiz ki, dikenli tellerin köyleri orta yerinden ikiye bölmesini, komşuları ve hattâ aileleri iki farklı ülkenin vatandaşı yapmasını garipsememişiz yıllarca.

Yüz yıl sonra, bugün, tarihin ve coğrafyanın çağrısına yeniden kulak veriyor Türkiye, karadan ve denizden çevresine örülmeye çalışılan bu duvarda gedikler açıyor.

Müesses nizâmın bekçileri, açılan her gedik için aynı nağmeyi terennüm ediyor mütemadiyen: “Ne işimiz var orada?”

Birine bakıp çıkacağız, oldu mu?

***

Bugün Esad, Sisi ve Hafter gibi zalimlerle ve darbecilerle diyalog kurmamızı tavsiye eden aynı zevatın, çok değil, üç beş sene evvel Mursi, Kaddafi, Barzani, Talabani ve hattâ Esad ile geliştirilen diyaloglardan ziyâdesiyle şekvâcı olduklarını da hatırlatmamıza bilmem lüzûm var mı?

Lâkin bu zevata Üstad Necip Fazıl’ın şu iki dizesini hatırlatmak isterim:

“Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes,

Ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!”

Kalınız sağlıcakla…