
DEVLETLERİ ayakta tutan
harbiye-ilmiye-mülkiye sisteminin en önemli sacayağıdır “maarif teşkilâtı”. Zira
ilmiye sınıfını yetiştirir. İlmiye teşkilâtı da diğer sitemlerin öğrencilerini…
“Maarif”
ve “marifet” aynı kökten, “irfan, arif” kelimelerinden türemiştir. “Maarif
teşkilâtı” diye, “arif, bilgili, irfan sahibi kişileri yetiştiren” teşkilâta
deriz. Yeni tabirle “millî eğitim sistemi” diye dönüştürsek de üstlendiği misyon
aynıdır. Lâkin acaba aynı şekilde işliyor mudur? Bu değişim ve dönüşüm nasıl
başlamıştır? İlim ve bilimin yuvası maarif teşkilâtımız, sadece malumatfuruş hâle
nasıl gelmiştir?
Maarif
teşkilâtımızın eski ismi, 17 Mart 1857 tarihi itibariyle “Maarif-i Umumiye
Nezareti” olsa da uhdesinde asırlardır barındırdığı medreseleri,
darülfünunları, darülbedayileri, idadileri, sahn-ı semanları kapsar. Biz bu yazımızda
“maarif teşkilâtı” diye bahsedelim.
Maarif
teşkilâtımız, eskiden bugüne büyük ilim adamları yetiştirdi. Bu sistem tarih
boyu çok güzel işledi; dünya ve ukbânın anahtarını, bilinmeyenlerini bu sistem
çözdü, çözmeye çalıştı. Asırlarca ulema, üdeba, ümera yetiştirdi. Peki, ne
zaman bu sistem ifsâd oldu?
Maateessüf,
maarif sistemimiz bozulduğunda bütün ülke sathında bir şeyler bozuldu, ülkenin
temel dinamikleri sarsıldı. Bu hikâye eskiye dayansa da asıl bozulma, kendi
halkına yabancı olup Batı’ya öykündüğü 19’uncu yüzyılda başladı. Fransa’nın
dünyayı kültürel sömürüye maruz bıraktığı dönemde, ülkemdeki zayıf kişilikler de
bundan nasibini alarak kendi inanç ve kültürlerine yabancı bir maarif sistemi
oluşturmaya başladılar. Sonra ne mi oldu? Kendi dedelerine küskün, kendi
kültürlerine düşman, kendi atalarını aşağılayan, kendi inançlarının müktezasını
bilmeyen, kendi dillerini bile okuyamayan, geçmişleri ile kavgalı bir nesil
oluştu. Kendi tarihini dahi Batılı düşmanlarımızdan öğrenmeye kalkan, kendi dedelerini
onlardan öğrenen garip bir nesil türedi.
Kendi
ülkesini ve atasını aşağılayan bu zihniyet, türlü yalanla algı oyunları üretti.
En basitiyle günümüzde bile, “Matbaa dünyaya Batı’dan yayıldı ama bizim
gericiler ‘şeytan icadı’ diyerek kapattı” gibi safsatalar üreterek Osmanlı’yı
telin etmeye devam etti.
Hâlbuki
matbaa konusu uzun bir maziye sahiptir ve kesinlikle anlatıldığı gibi değildir.
Matbaa Doğu’ya Batı’dan değil, Batı’ya Doğu’dan gitmiştir. Evvelemirde matbaa
Çin’de icat olunmuş, Batı’ya oradan tevarüs etmiştir. Bize gelmesi ise başlı
başına hakikati perdelenerek anlatılan bir fecaat olmuştur. 17’nci yüzyılda
ülkemizdeki ekalliyet kesim yani azınlık, gayr-i Müslim tebaa, kendi dindaşları
olan Batılılarla görüşüp kendi inançlarını daha hızlı yaymak için, özellikle de
Ermeni vatandaşlarımızdan oluşan bir grup matbaayı getirdi ve tamamı ile İslâm
akaidine mugayir eserler yaymaya başladılar. Halkın tepkisi bu yüzden olmuştu.
Bir de o dönemde el yazması eserler verenler ve bundan ekmek yiyen, bunu meslek edinen müstensihlerimiz vardı. Yirmisekiz Çelebi -ki cemazziyelevvelini bütün tarihçiler bilir-, İbrahim Müteferrika ile matbaaya el attı. İlk önce Şahkulu Lügati’ni bastılar, lâkin ardından basılan her eser, el yazması ile eser verenlerin ekmeğini/mesleğini elinden alıyordu. Bir grup insan da bu yüzden mustarip oluyor ve matbaaya bu yüzden tepki veriyordu. Onların dediği gibi ne “şeytan icadı” denildi, ne de “gavur icadı”. “Şeytan icadı, cadı, kötü ruh” gibi kelimeler bile Batı’ya aittir. Batı’da, tahrif olmuş dinî inançlara inanan insanların kullandıkları argümanlardır. Bizim halkımız matbaaya değil, matbaayı kötü kullananlara kızmıştır (haklı olarak).
Yalanlar
ve yalanlar
Yukarıda
bahsettiğimiz konu gibi, çocuklarımıza yanlış öğretilen yüzlerce konu vardır.
Meselâ, “Cumhuriyetle halk okuma yazma öğrendi, üniversiteler açıldı, sanat
okulları kuruldu” diye yanlış bilgiler öğretilir. Çocuklar zannediyorlar ki, Cumhuriyet’ten
önce okullarda ilim-bilim yoktu, onlara “gâvur icadı” deniliyordu, Osmanlı ve
Müslümanlar sadece dinî ilim alıyordu. Bu gibi yalan ve karamalarla dolu bir
maarif tarihi anlatılır. Medreseler, darülfünunlar yok sayılır.
Bazıları
ise biraz daha geriye gidip, “Hendeshane (1734), Mühendishane-i Bahri Hümayun
(1774) ve Mühendishane-i Berri Hümayun (1793) ile pozitif ilimlerin
okutulmasına başlanmıştır” diyerek biraz insaflı davranırlar. Buna rağmen,
tarihimizin başlangıcından beri dedelerimiz ilim ve bilimle ibadet şuuru ile
ilgilenmiş, terakki etmişlerdir. Medreselerde yetişen büyük âlimlerimizin
kitapları, elan Batılı üniversitelerde okutulmaktadır. İlk hastane Yıldırım Bayezid
zamanında Bursa’da açılmıştır. Ondan önce, Birinci Murad zamanında Enderun Mektebi
kurulmuştur. Yani bizde üniversite, hastaneden de önce açılmıştır. Daha da
açığı, bizim üniversitemiz, kuruluş yıllarımızdan beri vardır.
Hâlbuki
Osmanlı veya Selçuklu’nun altın çağını yaşadığı dönemde Batı, en süflî ve en
sefil dönemini yaşıyordu. Bizim maarif teşkilâtlarımızda tıp, astronomi, cebir ve
hatta her alanda güzel eserler veriliyordu. Lâkin iç ve dış düşmanlar, bizi cephede
yenemeyenler, nasıl koskoca geçmişi talan ettiler? Oryantalistler bile bazen bu
kadim kültüre hayranlıklarını itiraf ederlerken, Cumhuriyet döneminde ülkemize
gelen Batılı öğretmenler, bizi bizden koparmak için ellerinden geleni
yapıyorlardı. Bizimkiler Batı’ya hayran iken, gelin görün ki onlar, cephede
savaştığımız Batı kültürü karşısında bizi eritmek isteyen düşmanlarımızdı. Osmanlı’yı
da, tarihimizi de karalamaya devam ettiler, ediyorlar. Onların karalamasına
kendi insanımız da maateessüf inanıp kendi dalını, kökünü kesmeye devam ediyor.
“Padişahlıkla
yönetiliyordu” diye aşağıladıkları Osmanlı’nın bozulmasının bidayetini bir
araştırsalar altından neler çıkar da söylediklerinden belki utanırlar. Meselâ Batılıların
dayatması ile yapılan Kanun-i Esasî’yi kısaca hatırlayalım. Abdulhamid’e “Kızıl
Sultan” diyenlerin anayasası…
Kanun-i
Esasî’yi hazırlayan komisyonun lideri Mithat Paşa idi. Ali Suavi, Namık Kemal,
Şinasî komisyondaydı. Dikkat buyurun, Mithat Paşa’nın sekreteri/danışmanı, Krikor
Odyan’dı. Mithat Paşa, layihasını Prusya, Fransa, İngiltere ve Belçika
anayasalarından kopya etmişti. Yani Müslüman halk, gayr-i Müslim kanunlarla yönetilmeye
zorlanıyordu. Hâlbuki Osmanlı kendi “millet” sisteminin içinde gayr-i Müslim tebaaya
dahi kendi inançları dâhilinde hukukî muamelede bulunuyordu. Konumuz “maarif
teşkilâtının ifsâdı” olduğu için bu konuyu burada bırakıp maarif teşkilâtımıza
giren yabancı elleri hatırlayalım: Abdulaziz döneminde, 1868 Galatasaray
Sultanisi açıldı. İlk müdürü Fransız Salve idi. Aslında Osmanlı’da ilk yabancı
okul, Cizvit rahiplerinin açtığı Saint Benoit’tir ve 1583’te açılmıştır.
Osmanlı’da en çok yabancı okul Filistin’de açılmıştır. Ya da açtırılmıştır(!). Ama eğitim camiamıza, en çok Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda yabancı akını olmuştur. Cumhuriyet döneminde dışarıdan hoca getirtiliyor, hemen hemen her alanda yabancı isimlere danışılıyor, hemen hemen her kurum yabacıların direktifi ile şekle bürünüyordu. John Davey, Berly Parker ve Oscar Fry, sadece bu isimlerden birkaçı.
Musevî, kendi çocuğuna İsevî dilini okutmuyorken, bizse ikisini birden, onlara özenerek ve üst kültür kabul ederek okutuyorduk.
O
yıllarda tiyatro ve dansa çok önem veriliyordu. Hatta Girugo Strehler savaştan
çıkmış, Türk evlâtlarına tiyatro öğretiyordu. Oldenburg, tarım alanında
çalışmalar yapıyordu. Türk Dil Kurumu Genel Sekreteri Agop Martanyan idi. Üniversiteleri modernleştimesi için Albert Malche getirtilmişti.
1926’da
maarif teşkilâtı hakkında kanun değişikliği, ABD’li uzman John Dawey’in
direktifleri doğrultusunda yaptırılmıştır. Daha ilginci, Cumhuriyet döneminde
kapatılan darülfünunların yerine açılan üniversitelerde Türk öğretmen yüzde 45
oranındayken, gerisi dışarıdan getirtilen yabacı hocalardır. Cephede
savaştığımız ülkelerden hoca transfer ediyorduk. Kendi hocalarımızsa İslâmî eğitim
verdikleri gerekçesiyle İstiklâl Mahkemeleri’nde ders değil, baş veriyorlardı.
Bütün
bunlar bir yana, günümüzde hâlâ Osmanlı’yı karalamak için okul kitaplarında bile
ne yalanlar anlatılıyor! Meselâ “Osmanlı'da üniversite yokmuş da Cumhuriyet’le
açılmış”. Kanunî zamanındaki üniversitelerde (sahn-ı samanî) okutulan dersleri
anlamaktan çağımızın hocaları bile aciz! Bırakın Osmanlı'yı, Selçuklulardaki
Nizamü’l-Mülk'ün ünlü medreseleri, üniversitelere hoca yetiştiriyordu. Hepsini
yok ettik, sonra Robert’lere hayran olduk, onlardan sitayişle bahsettik.
1933
Üniversite Reformu ile ilâhiyat fakültesi, İslâm İnceleme Fakültesi’ne
dönüştürüldü. Medreseler kapatıldı. Halkın tepkisini çekmemek için açtıkları 29
imam-hatip okulundan 1928’de devlet desteği çekilince, bunlar da maddî imkânsızlıklar
yüzünden kapandı. Dolayısıyla İslâm’ı öğretecek okul kalmamıştı. İlk ve ortaokullarda,
sadece beşinci sınıflarda, ailesi isteyene seçmeli sunulan bir saatlik din
dersi vardı artık. Onun da konusu insan sevgisi, ağaç sevgisi, çevre sevgisi… Hülâsa,
ülkede Robertler, Galatalar, bütün yabancı okullar açıkken, İslâm’ı öğretecek
ne okul, ne ders kalmıştır. Müslüman ülkeden İslâmî eğitim veren ne varsa kaldırılmıştır.
Ermenilerin
sadece İstanbul'da açtığı okulları bir hatırlayalım: 1641 Galata, 1710 Hisar
Beyoğlu, 1715 Üsküdar, 1741 Kumkapı, 1752 Balat... 1871’de sadece İstanbul’da 8
erkek, 13 kız, 17 karma şekilde toplam 48 Ermeni okulu vardı. Anadolu'da irili
ufaklı 469 okul vardı. 1856 ıslahatları ile askerî okullara da alındılar.
Azınlıkların
yönetici olduğu, çoğunluğun söz sahibi olmadığı bir Türkiye nasıl çıktı ortaya?
Daha da ilginci, Museviler ve Hıristiyanlar pek çok okul açtı ülkemizde. 1859’te
açılan Şube-i Maarif Yahudi Okulu örneğin… Tüm Türkiye'de Fransızca
okutuluyordu hahamlar, Türkçeyi kendi okullarında zor kabul ederken, Fransızcayı
ise “kâfir dili” sayarak asla kabul etmediler. Musevî, kendi çocuğuna İsevî
dilini okutmuyorken, bizse ikisini birden, onlara özenerek ve üst kültür kabul
ederek okutuyorduk.
Tabiî
bütün bunlardan bahsetmek, ateş denizine mumdan gemilerle girmek oluyor. “Tarih
kitaplarının tashih edilip revize edilmesi gerek” dediğimizde, gerçek
bilgilerden bahsettiğimizde yemediğimiz zılgıt kalmıyor. Üstadın dediği gibi,
“Biz sussak tarih, tarih sussa kader susmayacak”…