Ma’dumiyetten mevcudiyete

Âdem’in nedametiyle ademiyetten mevcudiyete gerçek anlamda rücû etmek için azamî dikkat kesilmek gerekiyor. Ki insan(lık) mevcudiyetini reddederek iflah olmayan bir ma’dumiyet ile takas etmesin!

HÂLIK olan Allah (cc), kuru bir balçıktan (salsal) yarattığı Âdem’e ruh üflemiş ve böylece insan, mevcudiyeti ile tanışmıştır.

Allah (cc) meleklerine, insana secde etmelerini emretmiş, cinlerden olan şeytan bunu kabul etmemiş ve büyüklük taslamıştır.1

Peki, hata potansiyeli olan, sudan ve topraktan var olmuş insana meleklerin secde etmelerindeki saklı hikmet neydi? Âdem’in melekler tarafından tazim görmesine ve yeryüzünün halifesi olarak kabullenişlerini sağlayan hikmet, insanın kusura ve günaha açık fıtratının yanı sıra isimleri öğrenebilme kabiliyetinde saklıydı.2

“Göklerin ve yerin gizlisini Ben bilirim, siz bilemezsiniz”3 ayet-i kerimesi bize gösteriyor ki, insanın öğrenme mahareti ve bu becerisiyle tabiatı emrine amâde kılabilme yetisi ve hakikate ulaşma istidadı insanı “esfel-i safilînden” çıkararak “ekrem-i mevcudat”a yüceltebilecek fıtrî kodlarla yaratılmıştır. Çünkü Rahmân, insanı var ederken anlama ve anlatmayı da öğretti, yani âdemoğluna beyanı belletti. Bunun mahiyeti yalnızca basit öğrenmenin ötesinde idrak ve ifade özelliklerini de kapsamaktadır.4

İlk insan, ilk peygamber, yeryüzünün halifesi Hazreti Âdem, bir nevi emanete muhataplığının hakkını verebilmiş, aklî, ruhî, bedenî özellikleri ile diğer yaratılmışlardan farklı oluşunu böylece sergilemişti. Ve şeytan, insanı yalnızca bedenî değerler üzerinden yargılamış, Âdem’e Allah’ın (cc) üflediği ruhu yok saymış, “Ene hayrun minhu”5, “Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş balçıktan yarattığın insan için saygıyla eğilmem”6 sözlerini sarf ederek kendisinin üstün olduğunu ifade etmiştir.

Böylece Allah-u Teâlâ’nın muazzam özellik ve ölçülerle “ahsen-i takvîm” üzere yaratmış olduğu Âdem’i basite indirgemiş ve Allah’a (cc) isyan etmişti. Bu hakikat çerçevesinde, ötekileştirmenin, kendinden olmayanı kabul etmemenin, kibrin ve ırkçılığın tarihi, iblisin isyanıyla başlar. Ve iblisin reddi, kendi grubunu, kliğini, kendi tarafını adaletsizce yücelterek “berikini” üstün tutup “ötekini” yok saymanın tezahürüdür bir nevi. Tarih boyunca birçok güç, grup ve millet, kendilerinin üstün olduğunu iddia ederek, nice kendinden olmayan toplulukları hakir görmüş, aşağılamış, köleleştirmiş ve zulmetmiştir.

Âdem, eşiyle ilk meskenine yerleşmiş, ancak şeytanın hileleri, yalanları durmamış, “Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim”7 diye yeminler ederek onlara vesvese vermiş ve yasak ağaca yaklaşmalarının Cennet’te ebedî olarak kalmaları için gerekli olduğuna inandırmıştı.8 Yasak bir lokma, ilk insan çiftinin sahip olduğu şeyleri kaybetmelerine sebebiyet vermiş, elbiselerinden ari şekilde Cennet’ten ayrılmalarına neden olmuştur. 

Allah (cc) şeytanı insanla, insanı şeytanla imtihan etti; iblis kibrine yenik düşerek “kovulmuş” lakabına lâyık görüldü. İnsan nefsine yenik düştü ve hatasını kabullenerek teslim oldu. Aslında bu geri dönüş, bu yakarış, Allah’ın insana bahşettiği ulvi değerlerin yansımasıydı. İşte biz bu ulvi değerler sayesinde bir kul olarak “Âdemliği” ubudiyet dairesinden değerlendirebiliyoruz.

Âdem ve Âdemiyet, nakıs ve kâmil özelliklerin birbirleriyle yaptığı amansız kapışmanın mekânını ifade eder; hata işlemenin ve bunu fark etmenin, af istemenin, gözyaşı dökmenin, istikamete dönmenin adıdır. Kibirden uzak olmanın, ezmemenin, ezdirmemenin, idrakin, hâddi aşmamanın şifreleri yine onda saklanmıştır. Bilgiyi tecrübeyle mezcedip doğruyu bulmanın, iyiye ve iyiliğe tâbi olmanın, gayret sarf etmenin, ter dökmenin anlam kazandığı; eşref-i mahlûkat olma potansiyelinin farkında olarak hakikat sırrına ulaşmanın yolculuğudur Âdemiyet... 

Kısacası ma’dumiyetten mevcudiyete, oradan da ubudiyetin zirvesine tırmanışın adanmışlığıdır Âdemiyet.

İşte bu çatışmadan mülhemdir ki, Âdemiyet humulesini yüklenmiş olan insan, sonsuza dek kalmak istediği cennetinden, yasak bir lokma ile nefsinin imtihanına takılarak veda etmiştir.

Şeytan, yalnızca Âdem’i Cennet’ten çıkarmakla yetinmeyecektir; Kur’ân’ın da belirttiği gibi apaçık bir düşman olarak Âdemoğullarını bu dünyada mahzun edip ahirette kaybedenlerden olmaları için gayret sarf edecektir. Vazifesi budur! 

Bütün zamanlarda olduğu gibi, özellikle bu çağda, iblisin günümüz argümanlarını kullanarak insan neslini kıskıvrak yakaladığını görüyoruz. Modern hayat, bütün yönleriyle büyülü, şeytanî zehrini insanlığın damarlarına zerk ederek onu kontrol altına almak istiyor. “Âdem”in bilincini zayıflatmak adına maddî ve manevî bütün değerler üzerinden oyunlar oynuyor. Bu sarhoşluk hâli itici de gelmiyor insana. Aksine tüm cazibesiyle bu karşı konulmaz başkalaştırma düzeninin elinde edilgen bir nesne hâline geliveriyor insan. İşte tam da burada, “Âdem”in yani Âdemliğin yok oluşunun, ademiyetinin hikâyesi başlıyor!

Modernitenin insanoğluna dayattığı daha iyi, daha sağlıklı, daha daha konforlu yaşam kandırmacaları ile gündelik hayatlara yön veriliyor; yeme-içme, giyinme, düşünme ve inanca dair değerler hiç ediliyor. Dijitalizm, insanın ayakları altına sermiş olduğu imkânlarla sahte cennetler vaat ediyor; bu vaatler sonsuzluk duygusunu depreştirse de diğer yandan insanı yöneten, dönüştüren, manipüle eden karanlık bir dünyaya çekiyor. Bir başka ifadeyle, çağımızın her alanından âdeta fışkıran bolluk, lüks, konfor, insanî erdemleri kuşatarak “Âdemlik” vasıflarını yok ediyor.

Oysa Rabbimizin bedenlere üflediği “ruh” nimetinin varlığa dair neler ifade ettiğini “Asr’ın”9 şifreleriyle tekrar gözden geçirerek ve şeytanın her cepheden insanı bütün değerlerden üryan, pespaye bıraktığı şu kısacık ömür kesitlerinde, elbiselerin en güzeline, takva elbisesine bürünerek cevap verebilme cesaretini gösterebilmek gerekiyor.

Âdem’in nedametiyle ademiyetten mevcudiyete gerçek anlamda rücû etmek için azamî dikkat kesilmek gerekiyor. Ki insan(lık) mevcudiyetini reddederek iflah olmayan bir ma’dumiyet ile takas etmesin!

 

1.Bakara, 34

2.Bakara, 31

3.Bakara, 33

4.Rahmân, 1-2

5.Araf, 12

6.Hicr, 33

7.Araf, 21

8.Araf, 20

9.Asr Sûresi