İNSAN maddeten üç beş damla kan; mânâ yönünden bilim, ilim, irfan, hikmet, hakikat ve dua vasıtasıyla olmaya gelmiştir. Bütün mesele, varlığa mündemiç olan ma’dûmât yolunda olmak ya da olmamak tercihini doğru yapabilmektir.
Olmamak bu âleme bakan ma’dûmât iken, ahirete münhasır olmak makamında ma’dûmât dengesinde kalmaksa insanın tercihi olmalıdır. Varlık ve yokluğun mevcut/fizik âlemindeki karşılığı ile metafizik âlemdeki potansiyeli sınırsızdır.
Bu minvalde devam eden yolculukta hayat süren insan, kâinatın ve Kur’ân-ı Hakîm’in tılsımını keşfetmeyi ve ona göre ayna görevi görmeyi omuzlarına bir emanet olarak almıştır. Aksi durumda hayat süren leşten öteye geçemez.
İnsan, kâinat ve Kur’ân’da keşfe lâyık donanım ve mânâya erişmekle mükelleftir. Bu mükellefiyetin yerine getirilmesi, yolculuktaki engel ve prangalardan kurtuluşu netice verir. Ayrıca ahirete münhasır olmak makamında ma’dûmâta erişmek için insan-ı kâmil olmaya namzet olmak gerekir.
Metafizik âlemdeki varlığa mündemiç ma’dûmât yolculuğunda bilim, ilim, irfan, hikmet, hakikat ve fiilî dua vasıtalarına binmek gerekir. Zira kâinat ve Kur’ân’da keşfe lâyık zikri aynı düzeyde görülüyor. Kur’ân-ı Hakîm’in künûz-u mahfiyesine müptelâ insanın bunu emredildiği gibi yapması gerektiği genelin malûmudur. Bunun yanında tılsım-ı kâinatın keşfi gözlerden kaçmaktadır. Bu durum özellikle İslâm coğrafyasının en büyük sıkıntılarından biridir. Çünkü metafizik âlemdeki varlığa mündemiç ma’dûmât yolculuğundaki hakikat vagonu, mahiyet ve zât için duayı da içerir.
İnsan ilk önce aczini anlayıp kabul etmelidir. Kâinat karşısında ne kadar aciz olduğunu anlayıp yolculuğa lâyığınca devam edebilmesi için insanın kibir, gurur ve egosunun doğru yönünü kullanması şarttır. Bu kabulden sonra bilim yolculuğuna bilet almalıdır.
Âlemin bu bilet yolculuğundaki kapıları açık gibi görünse de gerçekte/mânen kapalı olan salikin vücûdunun açık edilmesi gerekir. Bunun yolu bilmek ve yaşamaktır. Bilmenin yolu okumak ve anlamaktır. Bu anlama erişmek, biletin gösterilmesidir. Günümüz dünyasında, özellikle Müslüman coğrafyasında hikmetten sonraki “dua” fiilli gösterip alın teri içermesi gerekirken, sadece kalp ve dil ile yapılmak gibi bir eylemle hakikat perdelenebiliyor.
Zâta giden yolculukta her şey ilme bağlıyken, ilmin gereğinin yapılmaması, hakikaten kör ve sığ kalarak perdelenmesindendir. İnsan ilim yolculuğunda ve fiilî dua vasıtasıyla gelişmek üzere yola çıkarılmıştır. Bu yolculukta insanın kendisini aşması, kibir, gurur ve benliğine binmesi gerekir. Asıl yolculuk bundan sonra başlar. Yolculuk başladığında her durakta inmek mümkünken, hakikat durağına uçmak ise insana yakışandır.
İnsan, madde ve mânâ yönü olan bir varlıktır. Madde, varlığın henüz şekil almamış hâlidir. Diğer bir ifadeyle madde, güç ve mutlak imkânı ifade eden makamında kalmıştır. Günümüz anlamında atomlaşmamış (plazma) maddeler olarak düşünmek yanlış olmaz. Böyle bir madde tanımına giren, canlı ve cansız her şeyin yapıtaşı olarak düşünülebilir.
Bir cismin bütün özelliklerini taşıyan en küçük maddî yapıya “atom”, bir canlının bütün özelliklerini taşıyan en küçük yapıya da “hücre” denir. Buradaki madde tanımında hem atom altı, hem de hücre altı yapıları (çekirdek, mitokondri, lizozom, ribozom ve DNA) oluşturan parçacıkları birer madde tanımı olarak görmek gerekir. Buna göre atom altı ve hücre altı maddî parçacıklara bakarak sebeplere ve “Evrim” gibi kavramlara güç ve imkân vermek, hakikati perdelemektir. Günümüz dünyasında bu perde çok aktiftir.
Madde, Arapçada âlemin ilk maddesi ve canlı cisimlerin maddî yapısı anlamına da gelir. Her şartlar altında madde, değişmeyen bir ezelî ilkenin varlığını ifade eder. En genel anlamda madde, metafizik düzlemde cisimlerin duyu verileriyle algılanamayan aslı (heyûlâ/sûret), fizik anlamda üç boyutlu olan ve yer kaplayan cismi ifade eden ve kıyasta önermeler ve onların muhtevasına “kıyasın maddesi” şeklinde üç farklı tanımla açıklanmaktadır.
Kıyasın maddesi düzleminde kibir ve bencillik, sâlikin fenâ hâline işaret eder. Yani fâni, maddenin bâki olması için lafızların mânâlara tâbi olması gerektiğini gösterir.
Evren ve olayların bir bölümünü konu alarak deney, teori, gözlem ve yapay zekâ ürünü şeklinde sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgilere “bilim” denir. Sadece dar çerçevede kalmadan elde edilen bilginin bağlantılı olduğu yerlerle irtibatının mânâya hizmet edecek şekilde evrenselleştirilmesi gerekir. Bu durum, en sondaki fiilî duanın ilk adımı şeklinde hakikate yönelik bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci olarak bilinmelidir.
Aşikâr etmek ve aşikâr olmak
İlim, bir şeyin hakikat ve mahiyetini kavrayıp idrak etmek demektir. Daha ileri düzeyde ise zaman ve mekân sınırı olmaksızın küçük büyük, gizli âşikâr her şeyi ve her hâdiseyi müşahede ediyor gibi bilmek anlamına da gelir. İlim bu düzlemde “kendini bilmek” mânâsının “müşahede ediyor gibi bilmek” olduğuna delildir. Her şeyi ve her hâdiseyi müşahede ediyor gibi bilmek, Yüce Yaratıcı’nın Alîm, Habîr, Şehîd, Hâfız, Muhsî ve Vâsi gibi isimlerle neden ifade edildiğine ulaştırır arayanı. Müşahede ediyor gibi bilmemek hakikate bir perde olduğu gibi, Yüce Yaratıcı’nın Alîm, Habîr, Şehîd, Hâfız, Muhsî ve Vâsi gibi isimlerine de perde olmaktadır. Bu, karanlığa gömülmek demektir.
İlim düzleminin üzerine irfan basamağı oturur. İrfan bu basamakta olmayı başarma yolunda ilerleyen kişiyi insan-ı kâmil olmaya eriştirir. Bu düzlemde irfan, mârifet anlamında yol alır. Burası tanımak, idrak etmek ve bilmek yeridir. Buradaki “bilmek” kelimesi, “ilim” ile eş anlamlıdır. Tersi bir durum olursa ilmin zıttı cehil ve mârifetin karşıtı inkâra gider. Ki bu durum da hakikati perdelemektir. Perde olunan her hakikat, insanı hiçleştirir. İnsanın vazifesi perdeleri açıp Zâta ulaşmak olduğundan, perdelenen her hakikat inkârdır.
“Sakındırmak ve gem vurmak” anlamındaki hikmet, insanın kırmızıçizgileri geçmesinden ziyade (bunlar zaten insanlık dışı durumdur) hakikat, esma ve Zâta perde çekmeye engel olan oluşumlara karşı sakınmak ve gem vurmak olarak anlaşılmalıdır. Böyle bir hikmet, irfan düzlemindeki ilmin işleri gereği gibi sağlam ve kusursuz yapılmasına işaret eder. Hikmet; irfan, ilim, bilim, madde ve benlik ile ilişkili olduğundan hakikate giden yolda bu durumları makbul farklı mânâlara da taşır. Böylece dinlenilmesi ve uyulması gereken sözler/öğütler, fehm ve ilim düzlemindeki hüküm, rehberlik ve İlâhî metin olarak çeşitlenir. Burada İlâhî metinden maksadın bizzat Kur’ân olduğuna dikkat edilince, ilk anlamında kâinatın tılsımının anlaşıldığı da görülür. Böylece hikmet terimi ile olgunluğa erişen ilim ve irfan, kâinatın ve Kur’ân-ı Hakîm’in tılsımının keşfine zemin teşkil etmektedir. Bu nedenle bir insan, “Sadece bilim yapıp köşeme çekileyim” diyemez.
Bu nedenle günümüz dünyasında sadece “bilim insanı” kavramı, “bilim” teriminin eksikliği gibi noksandır. Bilim insanı hakikati bilmekle yükümlüdür. Hakikate giden yolda bilim, ilim, irfan ve hikmet yolunda yaptığı çalışmaların hepsi aslında birer dua niteliğindedir. Bunun taçlandırılması, hakikati kabul edip Yüce Yaratıcı’ya karşı başkaldırmamakla mümkündür.
Hikmet terimini bilim, ilim, irfan ve hakikati bulmak şeklinde düşünmek yanlış değildir. Bilim, ilim, irfan ve hikmetin her düzleminde hakikatin perdelenmesi, insanın şahsî hatasıdır ve bundan sorumludur. Ancak bu kavramların her birini yatayda ayrı ayrı düşünmekten ziyade dikeyde birbirinin tamamlayıcısı şeklinde düşünmek daha doğrudur. Zira mutlak hakikat, bilim/ilim-irfan-hikmet birlikteliğinde aşikâr olur.
Bilim, ilim, irfan, hikmet ve hakikatin her düzlemi konusunda uzman birileri vardır. Ancak bunların hepsinin bir bütünü, hakikatin cevheri hükmündedir. Yani bir insanın bilim dallarının sadece birinde lider bir insan olması, günümüzün formel bir yoludur. Ancak sadece uzmanlık alanındaki bilimin ilim, irfan ve hikmet ile hakikati görmesi beklenir.
Günümüzde bilim ve bilim insanı kavramının bir kesikli bölgeye odaklandığını, çevre ile iletişiminin pek sorgulanmadığını unutmamak gerekir. Bunun yanında, bir bilim dalının bir kolunun sadece dinamik bir yapısı bile, ilim, irfan ve hikmet yolculuğunu lâyıkıyla tamamlamak için yeterli olabilir. Bunun için konusunda uzman-yetişmiş bireylerin önemi ilk sıralarda olmalıdır. Bu tür bireyin mesleğini sevmesi, sevdiği mesleği yapması veya mesleğinde fâni olması gerekir. Sırf maddî endişe nedeniyle hesap kitap işlerine girip kazanç sağlamak, fâni malın bâki yüzüne perde olmaktan öteye geçmeyecektir.
Sadece çok sıradan bir dinamik parçacık hareketinde bile bütün hakikat sırları bulunabilir. Bir parçacık düz bir çizgi üzerinde sabit hızla hareket ederken, aslında çembersel hareketin iz düşümü şeklinde bir hareketin özelliklerini de bünyesinde barındırır. Dairesel hareket, dalga hareketi ve yayın harmonik hareketi, sadece klasik sistemlerde bile aynı “bilgi” ile anlaşılmaktadır. Buradan bakıldığında, insanlara farklı suretlerde görünen sıradan parçacıkların hareketinin perde arkasında yekpare bir el olduğu görülür.
Çembersel ve dairesel hareket geçişlerine bakıldığında ise mikro âlemler ile makro âlemler arasındaki geçişler açıkça gözlenir. Bu durum âlemler arasındaki geçişlere delildir. Otomobil dünyasında yürüyen bir ana gövde üzerinde yapılan değişiklikler, farklı otomobil modellerini ortaya çıkarmaktadır. Böyle bir iyileştirme bilim, ilim ve teknoloji geçişlerine delil olduğu gibi, çembersel, dairesel ve yay hareketlerinin arka plânındaki yekpare matematiksel ifade birliğe de işaret eder. Bu şekilde bütün sistemler düşünülebilir. Böyle bir durum, eşyanın görünür hâle gelmeden önceki mevcudiyetinin Yüce Bir Yaratıcının ilminde bilgi olarak var olduğunu gösterir. Gizli hakikatler olarak bilinen bu durum literatürde “a’yân-ı sâbite” olarak bilinir. Böyle bir durum “kâinatın/evrenin olmazdan öncesinde Yüce Yaratıcı’nın ilminde sâbit olan yoklar” (ma’dûmât) şeklinde tasavvur edilir. Bu dünyaya gelindiğinde “varlar” şekline dönüşen ma’dûmât, insanın mevta olması ve kıyamet sonrası için ilk başlangıçtaki gibi Yüce Yaratıcı’nın ilminde sâbit olan “varlar” (ma’dûmât) şeklinde de tasavvur edilebilir. Evren öncesinde “yoklar” olanlar, evren sonrasında tecrübe ile “varlar” şekline dönüşür.
Terim ve hikmet penceresinden bakıldığında a’yân-ı sâbite, kendine göre “yok”, feyz-i akdese göre “sâbit”, feyz-i mukaddese göre “dış âlemde zâhir ve mevcut” şeklinde anlaşılır. Bu âlemde hava, ateş, toprak ve su; sırasıyla kudret, hayat, ilim ve iradeye işaret eder. Hava ile ateş nefiste, ateş ile toprak akılda, toprak ile su tabiatta, su ile hava ise heba ortak paydasında buluşur. Bunların tamamı bir nispete müptelâ olur ve İlâhî Hazret hakikatini gösterir.
İnsan benlik, gurur ve kibri bırakıp maddenin en küçük parçası olan atomdan eşyalara, DNA’dan hücrelere kadar her hareketini anlamakla mükelleftir. Bu mükellefiyet her alanda uzman olmayı değil, parçacığın en ufak bir hareketinden yahut en ufak bir oluşumdan en geniş çevreye işaretindeki birlikteliği, bilim, ilim, irfan, hikmet ve hakikatin, yolun sonunda İlâhî Hazret hakikatini görmeyi, görmenin önüne perde koymamayı gerektirir.
İnsan, hangi milletten olursa olsun, bu yolculuktaki duasını yaparsa hem dünya, hem ahirette kazançlı olur. Müslüman ülkelerin ekonomik açıdan sıkıntıda olmaları duayı fiilî olarak algılamayıp bilim, ilim, irfan, hikmet ve hakikat düzlemindeki aslî görevlerini başkalarına havale etmelerinden kaynaklanmaktadır.
İnsan bu âleme bilim, ilim, irfan, hikmet ve hakikat düzlemindeki aslî görevlerini yaparak İlâhî Hazret hakikatine erişip tekemmül etmek için gelmiştir. Aslî vazifesini bırakan hiçbir millet, başkalarının onun yakasına pranga vurmasına mâni olamaz. Perdesiz oluşumların, kâinatın/evrenin ve Kur’ân’ın keşfe lâyık donanım ve mânâsına erişmesine çaba göstermek gerekir. Alın teri ile hakikat yolu böyle kat edilmelidir. En küçük parçacığın “kıyasın maddesi” şeklinde düşünülmesi, benlik/ene, kibir ve gurur kavramlarının hakikati görmesi için birlikte zikredilmesini gerekli kılıyor.