Lunaparklar artık ütopya

Belki bir rüyadır tüm bu yaşananlar… Dikenli gülün sessizliğidir bağrımızı yakan… Bedenimizi saran miskin bir ruhtur; içimizde kalan, kanlı bir “ah” tır…

GÖKYÜZÜ ile yeryüzünün esrarengiz buluşmasını seyrediyorum; bozkır renkli bir nefes yayılıyor yüzüme. O tılsımlı tınısını hissedebiliyorum. Ve kaybolmak istiyorum bilmediğim şehrin derinleşen kuytu sokaklarında. Doğanın ellere bıraktığı izi seyre dalmak istiyorum. Yaban ellerin kimsesizliğine dem vurmak, vurdukça yeniden doğmak istiyorum. İstiyorum, çünkü istedikçe varlığımı kanıtlıyor ve biliyorum ki, yoklukta dahi var eden “Bir”i var.

Kokusunu içime çektiğimde, kelebekleri yüreğimde ağırladığım bir andır yağmur. Evet, evet... Bir de yağmur olsun! Olsun ki, ruhum arınsın. Varsın, çamura bulansın dünde kalan adımlarım. Saçlarım, yine o eski masalsı zamanlardaki gibi is koksun. Kapkara suretlilerin alnında güneş gezinsin. Hürriyet dolu yarınlar bizde kalsın. Dinimizin, inancımızın yeri şahlansın ve çocuklar ağlamasın…

Kanlı bir “ah”

Şimdi sorular girdabındayım; temizlenebilir miyiz, bilmiyorum. Yabancılaşmış düşüncelerimizden arınabilir miyiz? Özümüze dönebilir miyiz? Peki, komşumuz açken, aç yatabilir miyiz? Gülü sevip dikenine katlanabilir miyiz? Öfkeyle kalkıp zararla oturabilir miyiz? Çok mu şey istiyorum? Sahi ya, gün doğmadan neler doğar, öyle değil mi?

Belki bir rüyadır tüm bu yaşananlar… Dikenli gülün sessizliğidir bağrımızı yakan… Bedenimizi saran miskin bir ruhtur; içimizde kalan, kanlı bir “ah” tır…

Bir “benlik” telâşı sarmış herkesi… Geçim sıkıntısına kendince kılıf uydurmada Dünyalı. Sihirli mi sihirli kahveler tüketiliyor, içen de, seyreden de kendini “star” zannediyor. Gördüklerimiz, baktıklarımız yüzlere sürülmüş fondöten midir? Ak görünenler kara, kara görünenler ak, nedir bu hâl?

Ve lunaparklar… Onlar artık birer ütopya. Gidebilene aşk, zevk alabilene ise helâl olsun! Hani nerede o eski oyunlar? Çelik çomak, yakan top, körebe; hepsinin yerinde yeller esiyor. Şimdi varsa yoksa oyun konsolları. Oysa bize kâfiydi iki göz odadan oluşan damlar. İçinde kaybolurduk… Babalarımız akşam ezanından evvel girerdi evimizin kapısından. Terlik uzatma yarışında olurdu kardeşler. Alnında henüz kurumamış terle kurulurdu sofraya. O bir komuttu. Sonra biz sıralanırdık yanına. Dünyanın en lezzetli yemeğini pay ederdi annelerimiz. Ardından bir keyif kahvesi... O bile yarışın devamıydı!  

Gece yorgun düşerdi de annelerimiz, yorulmak nedir bilmezlerdi. Yer yataklarına dönüşürdü elden ele gezen şilteler. Uyumak için değil, yarının hayâllerini kurmak için koyun sayardık.

Bereketli günler

Evimizde hiçbir şey eskimezdi. Bozulmaya yüz tutmuş peynirin öteki adıydı “ekşimik”. Ezilmiş vişnenin tadını kompostoda, ekşi eriğin toyluğunu ise hoşafta bulurduk. Bereketli günlerdi o günler. Azın kıymeti bilinirdi. Şükrümüz çoktu.

Bizi “biz” yapan, bizi ayakta tutan bunlardı. Şimdilerde ise ağzının tadı kaçan çocuklar bedel ödüyor; “Soğuk içiniz” talimatı ise, formülü “sır” gibi saklanan içecek devinden (!) geliyor. Günümüzün Tepegöz’ü… Saklanmalı çocuklar!

En nihaî temsili, adımlarımız… Varmak istediğimiz yere götüren değil, götürmek istedikleri yere giden ayakkabılarımız… Zihinlerde silinmez izler bırakan, “yokluk” dinlemeyen marka çılgınlığı…

Batı’nın Doğu’ya dayattığı her şey, bana aykırı geliyor! Güneşin doğduğu medeniyette sabır, göz nuru, el emeği ve içtenliği varken, güneşin saklandığı cenahta ise sahtekârlık, ikiyüzlülük ve ahlâksızlık ile donanmış gizemli bir bulmaca bize çözdürülmeye çalışılıyor. Kurduğum her cümle, yeni bir cümleye gebelik ediyor. Doğum sancısı değil bu oysa. Kolay da değil, şaka hiç değil! Bir yol ayrımında nesil; dünle yarın arasında kurulan tüm yollar, köprüler kapatılmış durumda.

Şimdi, tüketim çılgınlığına meydan okuma ve bendimizden taşma vakti! Bize kim, hangi güç engel olabilir ki? Çocukların çehresinden tebessümü alanlara mecbur değiliz. Dünü olmayan yarınlara esir değiliz. Mecâli kalmamış fikirlerin mahkûmu hiç değiliz! Yolunu şaşıran “beştaşlar”, ağlayan çocuklara gülücük taşısın…