LÜBNAN’I
Suriyeliler, Suriye’nin doğal bir parçası sayarlar. Tarihte de böyle olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra işgalci Fransa’nın manda yönetiminde Suriye’den
ayrı bir devlet durumuna getirilmiştir. Yüzölçümü 10 bin 400 kilometrekare ile
Bursa’dan biraz küçük bir yerdir. Nüfusu ise, işgalci Fransa’nın 1932’de
yaptırdığını iddia ettiği sayıma göre Hıristiyanlar (birinci/ mezhep ayrılıkları
gözetilmeksizin), Sünnî Müslümanlar (ikinci), Şiî Müslümanlar (üçüncü) ve
Dürziler (dördüncü) oluşturur.
Lübnan Anayasası da bu dinî nüfusa göre
düzenlenmiştir. Cumhurbaşkanı, Ordu Komutanı, Dışişleri Bakanı ve Emniyet Genel
Müdürü Hıristiyan, Başbakan Sünnî Müslüman, Meclis Başkanı ise Şiî Müslümandır.
Dürziler ise bir bakanlık ile temsil edilir.
Fransa’nın yaptığı hayâlî sayıma göre
oluşan bu idarî yapı bozulmasın diye Lübnan’da bir daha nüfus sayımı
yapılmamıştır!
İran etkisi
4 Ağustos 2020’de, başkent Beyrut’ta 2
bin 700 ton olduğu haber olan amonyum nitrat patlaması ile şehrin limanı enkaza
dönmüş, yüzlerce insan ölürken 6 binden fazla yaralı, on binlerce ev ise
oturulamaz duruma gelmiştir. Beyrut âdeta çökmüştür.
Lübnan 1975’ten başlayarak uzun bir süre
iç savaş yaşamıştır. Bu savaşta Hıristiyan nüfusun bir bölümü ülke dışına göç
etmiştir. Fransa’ya 250 bin civarında bir Lübnanlı nüfus yerleşmişken, bu
nüfusun önemli bir bölümünü Hıristiyanlar oluşturmaktadır. İç savaş, nüfus
yapısını Hıristiyanların aleyhine değiştirmiştir.
İran Şahı Rıza Pehlevi, Suriye ve Lübnan’ı
İran’ın Akdeniz’deki çıkış kapısı ya da iskelesi yapmak için büyük paralar
harcamıştır. Lübnan’da meskûn Şiî Araplar, İran’ın doğal müttefiki sayılmış ve
“EMEL” adıyla kurulan bir örgüt ile Şiîler toparlanmaya, İran’ın yanında tutulmaya
çalışılmıştır. Şah, bu siyasetinde önemli ölçüde başarılı da olmuştur.
Ancak EMEL lideri Musa Sadr’ın 1978’de
Libya’da Kaddafi tarafından ortadan kaldırılması, EMEL için önemli bir kayıp
olmuştur. İran’da Humeyni’nin iktidar olmasından sonra Şah’ın Lübnan siyaseti
aynen sürdürülmüş, EMEL yerine bu kez “Hizbüllah” adıyla yeni bir örgüt tesis
edilmiştir. İran’ın desteği ile Hizbüllah, zaman içinde Lübnan’ın en güçlü,
etkili ve silahlı örgütü durumuna gelmiştir.
Buna karşılık Sünnî Araplar arasında benzeri
bir ittifak sağlanamamıştır. Suudi Arabistan etkisiyle oluşan cemaat ve örgütler
ortaya çıkmış ise de Sünnî Arapları toparlayıcı bir unsur olamamıştır.
Trablusşam’da etkili olan ve “Tevhid Hareketi” adıyla tanınan Said Şaban
öncülüğündeki örgüt bile kırk yıla yakın bir zamandan beri Hizbüllah ile
birlikte ve İran tarafında bir siyasetin takipçisidir.
İç savaş günlerinde adı çok duyulan
Dürziler ise nüfuslarının azlığı ve uluslararası bağlantılarının yetersizliğine
bağlı olarak Lübnan iç siyasetinde fazla etkili değillerdir.
4 Ağustos’taki patlamadan iki gün sonra
patlama yerine giden Fransa Cumhurbaşkanı Macron, “Lübnan hâkimi” havasıyla
yaptığı açıklamada, “Eylül başında
tekrar geleceğim ve o zamana kadar yönetim ve siyâsî gruplar bir ortak plân
yapamazlarsa, sorumluluğu bizzat üstlenip müdahale ederek yeni bir düzen
kuracağım. Yoksa buraya Türkiye, İran, Suud ve sair müdahale eder!” demekten çekinmemiştir.
Türkiye Cumhurbaşkanı ise Lübnan’a
gitmemiş, Cumhurbaşkanı Yardımcısı ile Dışişleri Bakanı ülkeye giderek Beyrut
sokaklarında halkın sevgi gösterileri ile karşılanmışlardır. Zaten Macron’un
Lübnan’ı eline bırakmayacağı ülkelerin arasında Türkiye’nin adını da zikretmesi,
sadece Türkiye nefretinden değil, Türkiye’nin Lübnan halkı üzerindeki etkisini
açıklamaktan ileri gelmektedir.
Lübnan’da meskûn Türkmenlere Türkiye
vatandaşlığının verilmesi kararı, Türkiye’nin 1918’de Lübnan’dan çekilmesinin
ikinci tekrarı gibidir.
Yekpâre bir Lübnan halkı elbette yoktur.
Safaviler döneminde Şah İsmail Türkleri, Farsları kılıç zoruyla Şiîleştirirken
Irak ve Lübnan’dan Şiî mollalar getirtmiş, İran’ın Şiîleşmesinde bu mollaların
tarihte bir payı olmuştu. Bu olay her ne kadar tarihte kalmış ise de İran ve
Lübnan Şiîlerinin arasındaki bağların uzun bir geçmişini de göstermektedir.
Suriye ve Lübnan konusunda Şah Pehlevi ile
Humeyni’nin aynı siyaseti takip etmesi de dikkat çekicidir.
15 yıl süren iç savaştan sonra Lübnan
ordusu, adı var ama kendi yok duruma gelmiştir. Buna karşılık İran desteği ile
Hizbüllah milisleri, ellerindeki bölgelerde fiilen ordulaşmıştır. 2006’da
İsrail saldırısına karşı koymasından dolayı hem Lübnan içinde etkisini
arttırmış, hem de Lübnan dışında, Suriye Savaşı’nda yerle yeksan olan bir
saygınlık kazanmıştır. İran için de İsrail sınırında, Lübnan’da İsrail’e karşı
askerî bir gücün sahibi olması avantajını, propaganda imkânını kazandırmıştır.
Hizbüllah, askerî gücü ile kendisine rakip
saydığı hemen her hizip ve cemaati, saldırıları ile etkisiz hâle getirmeye
çalışmıştır. Suriye İç Savaşı nedeniyle Lübnan’a sığınmak zorunda kalan
Suriyeli mültecilere düzenlediği saldırılar, baskılar nedeniyle onlar için en
büyük korku nedeni olmuştur.
Saldırı sonrasında yaşananlar neyi
amaçlıyor?
Lübnan İç Savaşı’nda, “Lübnan Ordu Komutanı”
sıfatıyla Müslüman Araplara karşı düzenlediği terör saldırıları ve katliamları
ile tanınan Mişel Avn, Hizbüllah desteği ile Cumhurbaşkanı olabilmiştir. Bu
yüzden Avn, Suriye ve İran’a daha yakın bir siyaset içindedir.
Beyrut Limanı çevresi Hizbüllah’ın
denetiminde olduğu için “Hizbülport” olarak da bilinir.
Beyrut Patlaması, kazâ ihtimâlinden daha
çok sabotaj ve saldırı ihtimâlini akla getirmiştir. Patlamadan sonra her ne
kadar İsrail Hükûmeti “Bizim ilgimiz yokt”
demiş ise de İsrail olağan şüpheliliğini üzerinden atamamıştır. Buna karşılık,
Lübnan’ın en büyük milis gücüne sahip Hizbüllah ise patlamadan üç gün sonra, “Beyrut Limanı depolarındaki amonyum
nitrattan haberimiz yoktu” açıklaması yapmıştır. Kaldı ki, bu açıklama
inandırıcılıktan uzaktır!
Peki, Beyrut’un yıkılmasına neden olan bu
felâketi kim nasıl soruşturacaktır?
Lübnan Devleti’nin böyle bir soruşturma
yapacak örgütü yoktur. Lübnan’da bir devletin varlığı da aslında kuşkuludur. BM
tarafından, uluslararası bir komisyon eliyle patlamanın soruşturulmasına Hizbüllah
ve onun desteklediği Cumhurbaşkanı Avn, “Zaman
kaybı olur” diye karşı çıkmıştır.
Belki zaman kaybı ihtimâli vardır, ancak Lübnan’ın
iç siyâsî ve askerî dengeleri itibarı ile bu patlamanın da unutulan diğer işler
arasına girme ihtimâli daha yüksektir. Patlamanın yeterince soruşturulmayışı,
sorumlularının üzerlerinin de örtülmesi demektir.
Beyrut Patlaması’ndan sonra çok önemli bir
olay daha yaşandı ve “Avaaz” başlıklı bir imza kampanyası açıldı!
Lübnan’ı yeniden on yıl süreyle Fransa’nın
idare etmesine 60 bin civarında insan imza attı bu kampanyayla. Fransız mandası
yeniden istendiği için, bu kampanyaya destek olanların Lübnan’daki Maruni
Hıristiyanlar olduğu söylenebilir. Belki öyledir. Ancak Hıristiyan Araplar,
genel olarak Arap milliyetçiliğine öncülük etmişlerdir. Muhtemelen bunun bir
sonucu olarak Baas Partisi’nin kurucu ideoloğu, Mişel Eflak (1910, Şam-1989,
Paris) adlı bir Hıristiyan Arap idi.
Arap milliyetçiliğine öncülük edenler,
elbette Mişel Eflak ile sınırlı değildir. Başka isimler var ise de yazının
konusu bu değildir. Arap milliyetçiliği kendi aralarında (Hıristiyan-Müslüman
ayırımını ortadan kaldıracak kadar) etkili iken, o milliyetçiliğe sahne olan
topraklar, günümüzde yeniden Fransız mandasına servis edilmektedir. Bu, Arap
milliyetçiliği için utanılacak bir sonuç değil midir? Nerede kalmıştır Arap
tarihini özgür ve bağımsız etme isteği?
Tek dişi kalmış sömürgeci Fransa’yı
yeniden umutlandıracak çağrı, Arap milliyetçiliğine vatan olmuş Lübnan’dan
yükselmektedir. Fransa yeniden Lübnan için “kurtarıcı” rolüne çağrılmaktadır.
Bu utançta en çok Lübnan’daki dinî ve siyâsî grupların hissesi olmalıdır.
Birbirine karşı üstünlük sağlama
mücadelesinin sonunda herhangi birisine değil ama Fransa’ya kurtarıcılık rolü
düşmüştür.
Türk bayrağını görünce İspanyol boğası
gibi saldıran bazı Arap liderleri de bu utançta elbette pay sahibidirler. Arap
milletinin bir parçası olarak Lübnan, herhangi bir Arap ülkesini değil, Fransa
mandasını çâre olarak görmüştür.
Peki, Türkiye düşmanlığı Araplara son yüz
yılda ne kazandırmıştır? Hangi utançlarını yok etmiştir? Arap milletinin hangi
parçası yüz yıldan beri özgür ve başı diktir, hangisi güven ve refah içindedir?
Türkiye’ye karşı bu kadar öfkeli olan Arap milliyetçiliği, zaman zaman ABD,
İngiltere ve şimdi Fransa’nın önünde diz çökmüştür.
Arap milliyetçiliğinin meşruiyetini
süslemek için 1916’da Cemal Paşa’nın bazı Arap liderlerini, yazarlarını Beyrut
ve Şam’da idam ettirmesini sıkça hatırlayanlar ve 1950’lerdeki Lübnan İç Savaşı’nda
DP iktidarının Müslümanlara karşı Hıristiyanlara destek olmasını ileri
sürenler, Fransız mandası altında Arapların yaşadığı can kayıplarını yok
saymaktadırlar.
Türk bayrağının Arap onurunu incittiğini
iddia edenler, şimdi Fransız mandasının tekrarını isteyerek yazık ki Arap
onurunu bununla telâfi etmeyi tercih etmektedirler.
Cemal Paşa’nın fani dünyadaki işleri
akıl/mantık/vicdanla çözmediğini Araplardan çok Türkler bilir. 1909 Adana
Ermeni İsyanı’nın ardından yaşanan olaylar için paşanın Türkleri idam ettirerek
Adana’daki Ermeni sorununu temelinden çözmeye uğraştığını ama buna rağmen
kendisinin de yine Ermeniler tarafından 1922’de Tiflis’te öldürüldüğünü unutmamak
gerekir.
Lübnan Araplarındaki manda zihniyetine
dair…
Arap milliyetçiliği ve “Selefilik” adıyla
sahiplenilen Vehhabîlik akımı, Araplara bir şey kazandırmadı. İç savaşlara,
büyük felâketlere, yıkımlara, işgallere yol açtı. İsrail karşısında Arap
milletini çâresiz bıraktı. İran işgallerine ve yayılmacılığına karşı Arapları,
Moğol dönemini bile unutturacak ölçüde perişan ve yüz üstü bıraktı.
Avaaz’ın Lübnan için açtığı imza
kampanyası, başka Arap ülkeleri içinde de tekrarlansa, büyük ölçüde kitleler hâlinde,
“Eski sömürgeciler gelip bizi kurtarsın”
diyen çağrılar imzalanacaktır.
Türkiye’yi yönetenlerin ve Türk
milliyetçilerinin de Lübnan’ın geldiği yerden bir sonuç çıkarması icap eder.
Bir kişiye dayandırılan, mumyacılık üzerine kurulan ve resmîleştirilen
milliyetçilik benzeri bir felâket, bugün hangi derdi ne ölçüde çözebilecektir?
Hükûmet zoruyla halkı değiştirmeyi marifet
bilenlerin adlarının, heykellerinin ve gölgelerinin hâlâ sokaklarda ve
meydanlarda uzayıp kısalması devam ederse, Türkiye, Lübnan’dan daha kötü bir
sonuç ile karşılaşabilir. Türkiye’yi işgal eden İngiliz mandası, giderken öyle
bir etki bırakmıştır ki Osmanlı’nın kaybından İngilizler değil, Araplar sorumlu
tutulmuştur.