Liyakat

Filhakika, bizler düne vah etmek yerine bugünden yarını inşâ etmeliyiz ki yarınlara güzel bir gelecek kalsın. Unutulmamalıdır ki bugün, dün ile yarın arasında bir köprüdür. Köprü ne denli sağlam olursa, aradaki bağ da o denli güçlü ve sağlam olur.

SÖZLÜKTEKİ mânâsı ile “lâyık olma, uygunluk, yeterlilik”... Liyakat, “bir işi yeterli vasıflara sahip olan kimseye vermek” demek. Kısaca, “İşi ehline veriniz” hadîsinin tek bir cümlede vücût bulmuş hâli... Kimliğine ve etnik kökenine bakılmaksızın, işi, yapabilecek yeterlilikte olan kimseye verme durumu...

Peki, günümüzde nasıl işliyor liyakat? Gerçek mânâsı ile iş, hak edene mi veriliyor? İşi alan, hakkıyla vazîfesini ifâ edebiliyor mu?

Ne yazık ki, “İşi ehline veriniz” hadîs-i şerîfi, ehliyetsizlere iş verilerek tahrip ediliyor. Çoğu zaman birilerinin akrabası, uzaktan veyahut yakından tanıdığı olmak bir mâkâm ya da mevkie girmek için yeterli görülüyor. İnsanlar kendilerini sağlama aldıktan sonra, diğerlerini sorgulayarak rahatlatıyorlar vicdanlarını. Aslında bunu hepimiz yapıyoruz.

Sahi, biz kimiz? 

Adaletin bize uygulanışı noktasında Hazreti Ömer’i misâl verirken, başkalarını Ebu Cehil’in yerine koyup mu yargılıyoruz? Adalet kişiye, kuruma, mâkâm ya da mevkie göre değişmez, değişmemelidir. Bir mâkâma/mevkie gelmek bizi yüceltmez, yüceltmemelidir. Evvelâ insan olarak ne meziyetimizin olduğunu sorgulamak lâzım.

Geçtiğimiz günlerde bir yazı okumuştum: “Eski Türklerde mâkâm belirten sıfatlar isimden sonra gelirdi...” Misâl vermek gerekirse, “Mete Han”, “Oğuz Kağan”, “Osman Bey” söylenebilir.

Üzerinde durmak istediğim husus, büyük ve başarılı devlet adamlarına (hükümdarlara) baktığımızda, mevkilerinden önce isimlerinin zikredilmesi... Mâkâm sahibi kişi evvelâ kendi şahsiyetinin hakkını verir ve sıfat, isimden sonra gelerek ismi nitelerdi. Sonrasında mâkâm, o şahıs için bir araç hâlini alırdı. Yani mâkâm, ideallere/hedeflere ulaşma noktasında bir araç, şahsiyetli olmak ise amaçtı.

Peki, yaşadığımız dönemde durum nasıl? Hitap cümleleri -ne yazık ki- isimlerden önce geliyorlar. Artık sıfatlar isimleri değil, isimler sıfatları tanımlar hâle gelmiş. “İstanbul Büyükşehir Belediye bilmem kimi”, “Başbakan falanca”, “A Partisi lideri bilmem nesi” gibi... Yani isimden sonrasına gelmesi gereken müsemma, isimden önce geliyor. Günümüzde nihâî hedef noktası mâkâm/mevki olduğu için, gerisi önemini yitiriveriyor!

Tarihe bakmakta fayda var, zira hiçbir olay asla tesadüfî değil. Köklü devletlere baktığımızda, liyakatin doğru işlenişini görürüz. Tek hanedandan gelip en uzun süre varlığını devam ettiren devlet unvanına sahip olmasına rağmen Osmanlı, 600 küsur sene güçlü bir devlet olarak varlığını sürdürmüştü. Peki, nasıl yapmıştı bunu? Kuruluşundan itibaren çok güzel bir teşkilâtlanma sistemiyle... Babadan oğula geçen bir rejim vardı, evet, ama gerek sanatta, gerek mimaride ve gerekse bilimde, ırkına, milletine, dinine bakılmaksızın iş, ehillerine verilirdi. Yapılacak iş, işin hakkını kim teslim edebilecekse ona verilirdi.

Bu sistem bozulmaya başlayınca devlet çöktü, çökertildi. Ne zaman devletin başındakiler kendilerine fazla güvendi ve atalarının aksine kendilerini geliştirmedilerse, işte o zaman yüzyıllardır egemen olunan topraklar kaybedildi ve devlet çöküşe geçti!

Yaşadığımız dönem, dillere pelesenk olmuş “liyakat” kelimesinin en çok zedelendiği dönemlerden biri. İdeolojileri fark kabul etmeksizin insanlar, kendileri bir mâkâma gelince evvelâ kendi tanıdıklarını atar hâle geldiler. Başka insanlar senelerce dirseklerini çürüterek yükselmeye çalışırlarken, bazılarının yeri çoktan hazırdı. Diğer insanların suçu, âmiyâne tabirle “Ankara’da dayılarının olmamasıydı”. Hâl böyle!

Fakat bugünün gençleri olan bizlere vah etmek yaraşmaz! Yanlış gördüğümüzü dilimiz döndüğünce söylemeli ve bugünün gençleri olarak yarınları inşâ etmeliyiz. Her ne olursa olsun, hakkın ve haklının yanında olmalıyız. Kendimizden emin olmalı ve dimdik durmalıyız ki hak eden yerini, hak etmeyenlerse lâyığını bulsunlar. Üstad ne de güzel söylemiş: “Köprüyü geçene kadar da olsa ayıya ‘Dayı’ deme!/ Gün gelir, köprü yarıda çökerse öteki tarafa ayının yeğeni olarak gidersin...”

Filhakika, bizler düne vah etmek yerine bugünden yarını inşâ etmeliyiz ki yarınlara güzel bir gelecek kalsın. Unutulmamalıdır ki bugün, dün ile yarın arasında bir köprüdür. Köprü ne denli sağlam olursa, aradaki bağ da o denli güçlü ve sağlam olur.