Limandaki cehennem

Tüm Batı Bloku ile birlikte Rusya’ya karşı yaptırım yapmamız gerektiği, S-400’lerin iadesi, nükleer santral inşaatının durdurulması gibi öneriler havalarda uçuşuyordu muhalefet kanadının açıklamalarında. Tüm bunları yapmış olsaydık, bu savaşın hakemi ve arabulucusu değil, bir tarafı olacaktık.

SİVASTOPOL önünde yatar gemiler/ Atar da Nizam topunu, yerle gök inler…” (Sivastopol Marşı)

***

Pek Muhterem Kari,

Zamanla mekânın boynuma dolanıp nefesimi kestiği, bir jöle havuzundaymışım gibi üzerime yapıştığını hissettiğim ve hareket etmekte bile zorlanmakta olduğum bu rutubetli mahzenin son bulduğu kapının önünde, Yusuf’un elime tutuşturduğu anahtarla birlikte, Yusuf’un kuyunun içindeyken neler hissettiğini anlıyorum ve çocuk başıyla bu duygu ile nasıl başa çıktığını soruyorum kendime.

Anahtarı kararmış ahşap kapının deliğine sokuyorum, zorlanmadan giriyor. Yusuf’un, “Hangi anahtarın hangi kilidi açacağını Allah bilir” deyişi geliyor gözlerimin önüne. Anahtarı çeviriyorum, kalın ahşaba gömülü kilit sisteminin mekanizması tıkırtılar çıkararak dönüyor ve kapı açılıyor.

Yine meşalelerle aydınlatılan ve giriş kapısının tam karşısında çıtırtılar çıkararak yanmakta olan şöminenin ısıttığı bu geniş salonun duvarlarında uzayıp kısalarak, türlü kavisler çizerek, bir noktada kaybolup başka bir noktada belirerek, kızıldan siyaha kadar bütün renklere bürünerek gölgelerden mürekkep hayâletler raks ediyor adeta. Lâkin bu raksı izlemeye vaktim yok, sürem daralıyor.

Çevresinde kaba ve özensiz işçiliğe sahip on üç iskemlenin bulunduğu, salonun ortasındaki masaya yaklaşıyorum. Masanın üzerinde tanıdık gelen malzemeler var: Zebercetten imâl ortası delikli diskler, o günün şartlarına nazaran kusursuz diyebileceğim pirinçten yapılmış dişliler, yaylar, zemberekler, düğmeler, hatta neredeyse tamamlanmış ateşleme düzeneği ve hatta kalınca bir Osmanlıca-Lâtince lügat…

Gördüğüm her detay dikkatimi dağıtıyor. Oysa benim derin bir nefes çekip tüpsüz olarak suya dalmış bir dalgıç misali ziyadesiyle mahdut vaktim var, nefesim tükenmek üzere. Yapmam gerekeni yapıp yakalanmadan bu fare kapanını terk etmeliyim.

Ol muammayı çözdüysen filhakika/ Kâfi gelecek sana aşrin dakika/ Sefine-i küffar olmalı na-mevcûd/ Seninle her daim Hazreti El-Vedûd.

Masanın üzerinde sedef kakmalı, ince el işçiliği dikkat çeken küçükçe bir sandık duruyor. Ona doğru yöneliyorum. Sandığın üzerinde Efrasiyab’ın elime tutuşturduğu kilit mekanizmasının bir benzeri var. Tırnakları rastgele çevirerek mekanizmayı açmaya çalışıyorum. Her tırnağın mekanizma içerisinde yuvasına oturuşunu heyecanımın izin verdiği nispette hissetmeye çalışarak kilidi açmaya odaklanıyorum.

Tam bu arada, koridordan boğuk dalgalar hâlinde keşişlerin sesleri gelmeye başlıyor. Lâtince ilâhiler söyleyerek bulunduğum salona doğru geliyorlar. Ayin sona ermiş olmalı. Tek çıkışı olan yerin iki kat altındaki bu salonda kapana kısılmış vaziyetteyim. Yakalanacak olsam dahi yapmam gerekeni yapmak zorunda olduğumu biliyorum. Hiçbir şey duymamaya gayret ederek çevirdiğim tırnaklardan parmak uçlarıma inceden mekanik bir titremenin dokunmasını hissetmeye çalışıyorum.

Nihayet son tırnak da uygun yere oturunca mekanizma tiz bir yay sesi çıkararak açılıyor. Sandıktan dörde katlanmış bir parşömen çıkıyor. Yanan şömineye doğru giderken parşömeni açıp hızla inceliyorum; bendeki çizimin tamamen aynısı. Çizimi yanmakta olan şömineye atıyorum.

Çizim sanki içerisinden bir canavar çıkacakmış gibi garip çığlıklar çıkararak yanmaya başlıyor. Parşömenden çıkan siyah dumanlar etrafımda döne döne, sanki dünyaya ait olmayan bir dilde fısıltılar çıkararak yükseliyor ve salonun tavanında birikiyor. Keşişlerin sesleri de iyiden iyiye yaklaşıyor. Şöminenin kenarında duran demiri kapıp çıkış kapısına doğru ilerliyorum. Bu kapandan kurtulmam gerekiyor, bunun için birilerinin canını yakmam gerekebilir.

Galerinin tek çıkışı var ve keşişler o yönden geliyorlar. Keşişlerle karşılaşmam gerekirse bunu döne döne çıkan galerinin bir köşesinde yapmalıyım, bir anda saldırıp onları gafil avlamalı, karmaşa çıkarmalıyım. Onların şaşkınlıklarında açacağım mesafeyi çıkış kapısına kadar korumalıyım. Plân şimdilik bu.

Keşişlerle aramda bir yahut iki dönüş var. Risk alıp bir sonraki dönüşe süzülüyorum. Bir sonraki köşede, gelirken fark etmediğim bir niş görüyorum, oraya sinip saldırı pozisyonu alıyorum. Allah’tan, nispeten loş sayılabilecek bir nokta burası. Beni görmeden kaç keşiş geçerse o kadar az keşişle mücadele etmem gerekecek.

İlâhi sesleri iyice yaklaşıyor. Siyah cübbeli ve kukuletalı keşişler hayâletler gibi başları önde önümden birer birer geçmeye başlıyorlar. Yay gibi gerilmiş vaziyetteyim; nefesimi bile tuttum, kalbim yerinden fırlayacak gibi çarpıyor. Elimdeki demir çubuk, biraz daha sıksam elime yapışacak sanki. Sırtımdan akan soğuk terleri hissedebiliyorum. Zaman ağır çekimle ilerliyor adeta.

Altı keşiş beni fark etmeden önümden geçip gidiyor. Bu arada parşömenden çıkan dumanlar beni yeniden ayaklarımdan sarmaya başlıyor. Beni bir adım geçtikten sonra, yedinci keşiş duruyor ve sanki dumanlarla konuşuyor.

Dumandan çizgiyi takip ederek bana doğru dönüyor ve göz göze geliyoruz!

***

Muhterem Dostlar,

Bugünkü zaman yolculuğumuzda sizleri 30 Ekim 1914’e, Kırım yarımadasına götüreceğim inşallah. Yine bizler için tarihin kırıldığı bir geceye şahitlik edeceğiz. Nişangâhlarımızı kuruyoruz, son kontrollerimizi yapıyoruz, kemerlerimizi bağlıyoruz. Zamanın ve mekânın gizemli labirentlerinde ilerlemek üzere motör çalışıyor, kasnaklar dönmeye başlıyor. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv… Ya Allah, ya bismillah!

Sivastopol Limanı’nı tepeden gören bir noktadayız. Karadeniz’in soğuk rüzgârları önce kıyıdaki gemileri, sonra taştan evleri, ardından boş sokakları ve nihayetinde bulunduğumuz tepenin yamaçlarını iştahla yalayarak ve ardında demirden bir soğukluk bırakarak esmeye devam ediyor mütemadiyen. Deniz dalgalı, hiç tekin değil; içinde bulunduğumuz tarih gibi…

Kıyıdaki gemiler beşik gibi sallanıyorlar. Buram buram Osmanlı kokan bu yarımada 1771’de Ruslar tarafından işgal edilmiş, 21 Temmuz 1774 tarihli Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım, Osmanlı himayesinden çıkarılarak bağımsız hâle getirilmişti.

Bundan dokuz yıl sonra, 1783’te de yarımada Rus İmparatorluğu tarafından ilhak edilecektir. Minareler yıkılacak, kiliseler dikilecek, Müslüman halk zulmün binbir türlüsünü yaşayacak ve birçoğu ait oldukları ve kendilerine ait olan bu topraklardan sürgün edilecektir.

Şehri izlerken aklıma Sivastopol Marşı’nın dizeleri geliyor: “Sivastopol önünde yıkık minare,/ Düşman dedikleri gelmez imane…”

Acı, baskı, zulüm, gözyaşı ve kan Kırım yarımadasının her tarafına sinmiş olsa da tüm yarımada Osmanlı kalmakta inat etmiş adeta. Tepeden şehrin hangi köşesine, hangi kıvrımına, hangi yoluna baksanız Osmanlı imzasını görebiliyorsunuz.

Az evvel gece yarısı çanları çaldı ve vakit daraldı. Birazdan liman karışacak, cehennemi yaşayacak.

Uzaktan denizi ve geceyi sessizce yararak limana doğru yaklaşan karaltıları hayâl meyâl seçebiliyorum. Bir savaş kruvazörü, yedeğinde iki muhrip ve bir gambot olmak üzere ışıkları söndürülmüş vaziyette yaklaşıyorlar. Limana yeterince yaklaşınca iskele yönünde dümen kırıp sancak tarafından topları ateşe hazırlıyorlar.

Ve ateş başlıyor!

Önce namlulardan çıkan parlamaları görüyorum, on on beş saniye sonra da toplarla birlikte top sesleri limana ulaşıyor. Limana düşen her top bir binayı yıkıyor yahut bir Rus gemisini vuruyor, batırıyor.

Limanda ve aslında tüm şehirde korku dolu koşuşturmalar başlıyor. İnsanlar gemilerden ve evlerinden çıkarak çil yavrusu gibi dağılıyorlar. Işıklar yanıyor, sirenler çalıyor, bağrışmalar gökyüzüne yükseliyor.

Aynı saatlerde Novorossiysk ve Odessa Limanları da benzer saldırı altındalar. Bir hafif kruvazör, yanında korumalı kruvazör Hamidiye ve torpido kruvazörleri ile Novorossiysk Limanı’na, üç muhrip de Odessa Limanı’na cehennemi yaşatıyor elan.

Bir dretnotumuz, bir gambotumuz ve iki torpidobotumuz da yaklaşacak Rus savaş gemilerini karşılamak, yavaşlatmak, durdurmak ve müdahalelerini önlemek üzere Kerç Boğazı önünde pozisyonlarını almış vaziyetteler.

Yaklaşık on beş dakika sürüyor bu bombardıman ve gemiler, dümenlerini güneye kırıp gecenin karanlığında kayboluyorlar.

Alevlerle aydınlanmış limanda batmış yahut yan yatmış gemileri, yıkılmış ve yanmakta evleri görebiliyorum bulunduğum yerden. Limandan yükselen kesif dumanların ve barutun kokusunu bulunduğum yere kadar getiriyor rüzgâr. Aklıma yine Sivastopol Marşı geliyor: “Sivastopol önünde yatar gemiler/ Atar da Nizam topunu, yerle gök inler…”

Sivastopol ve Novorossiysk Limanlarına düzenlenen bu saldırıların amiral gemilerinin burunlarında “Yavuz Sultan Selim” ve “Midilli” yazmaktaydı. Ancak bundan çok değil, iki ay mukaddem, bu gemiler Alman bayrakları taşıyordu; birinin ismi “Goeben”, diğerininki ise “Breslau” idi.

Birleşik Krallık donanmasından kaçan bu iki gemi, Çanakkale Boğazı’nı geçerek Osmanlı’ya sığınmış, Osmanlı Devleti bu gemileri satın aldığını ilân ederek isimlerini “Yavuz” ve “Midilli” olarak değiştirmişti.

Birinci Cihan Harbi’nde tarafsız kalmaya çalışan (ya da biz öyle sanıyoruz) Osmanlı Devleti, bu saldırıların iki gün sonrasında, 2 Kasım 1914 günü Rus Çarlığı’nın resmen savaş ilân etmesi ile artık savaşın bir tarafı olmuştur. Mondros Mütarekesi’ne giden yolun ilk taşı böylece yerine yerleştirilmiştir.

Gelelim şimdi resmî tarihin bir yalanını daha faş etmeye!

Resmî tarih anlatımımız, bu iki geminin bir gece İstanbul Boğazı’ndan gizlice geçerek yahut Karadeniz’de manevra yapma bahanesiyle çıkış yaparak ve de iznimiz ve bilgimiz olmadan Rus limanlarını bombaladıklarını yazar. Almanlar Rusya, Fransa ve İngiltere ile savaş hâlindedir, zor durumdadır ve bu bombardımanlarla Osmanlı’yı kendi yanında savaşa girmeye mecbur etmişlerdir. Böylece İtilaf Devletleri için yeni cepheler açılacak, Almanya nefes alacaktır. Bu saldırılarda Osmanlı Devleti’nin dahli ve bilgisi yoktur.

Böyle mi acaba?

Elbette değil!

O gece yapılan saldırılarda Yavuz ve Midilli gemilerinin yanında Osmanlı Donanmasına ait on bir parça taarruz gemisi daha vardı. Bu harekât hakkında İttihatçı Enver ve Cemal Paşaların haber ve müsaadeleri -elbette- bulunmaktaydı. Böyle bir saldırının Osmanlı Devleti’ni savaşa sokacağı da gün gibi aşikârdı üstelik. İş bilmez, öngörüsüz ve devlet yönetiminde tecrübesiz ve liyakatsiz İttihatçı paşalar Almanlara o denli angaje olmuşlardı ki Abdülhamid Han’ı hal edip tahttan indirerek ele geçirdikleri devlet yönetimini adeta altın tepsi içerisinde Almanlara sunmuşlardı.

Çanakkale Savaşı’nı Liman von Sanders’in idare ettiğini, Suriye ve Filistin Cephesi komutanının Erich von Falkenhayn olduğunu söyleyeyim, gerisini siz anlayın artık.

Bu iş bilmezlik ve bu sorumsuzluk dört yıl sonra Osmanlı Devleti’ni Mondros Mütarekesi’ne mecbur edecek, mütareke şeraitinin taraflar arasında konuşulduğu sırada Sultan Abdülhamid Han’ı tahttan indiren İttihat ve Terakki’nin kudretli paşaları bir Alman denizaltısına binerek ülkeden kaçacaklardır.

Rüzgârın serinliği ve limandan yükselen alevlerin alazı dalga dalga yüzüme vururken, sonun başladığı ve tarihin feci şekilde kırıldığı bu limandan ayrılma vaktinin geldiğini hissediyorum dostlar.

***


Pek Muhterem Kari,

O günden bugüne kadar neredeyse 110 yıl olmuş, bir asırdan daha fazladır Karadeniz’in suları acaba kaç kez deveran etmiş. Dünya yeniden bir cihan harbinin konuşulduğu günlere gelmiş dayanmış. Üstelik neredeyse savaşın merkezinde yine Kırım yarımadası var.

Bir asır evvel, basiretsiz ve öngörüsüz bir yönetim yüzünden İstanbul Boğazı’ndan çıkan gemiler, Karadeniz’in karşı kıyılarını bombalamış, Osmanlı’yı savaşın bir tarafı ve parçası yapmıştı. Yüz yıl sonra ise Karadeniz’in karşı kıyılarından çıkan tahıl gemileri, İstanbul Boğazı’ndan geçerek dünyanın gıda krizine derman oluyorlar.

İçinden geçmekte olduğumuz Rusya-Ukrayna Savaşı’nda doğu ve batı bloğu gibi bir tarafa angaje olmayan, tarafsızlığını ve hakkaniyetli duruşunu koruyan Türkiye, sadece tarafların değil, tüm dünyanın da hakem olarak gördüğü “tek” ülke! İki ülke arasındaki barış görüşmelerinin Türkiye’de yapılmasının, tahıl koridoru anlaşmasının İstanbul’da imzalanmış olmasının önemi son derece büyük. Hatta daha önce de yazmıştım, tekrar edeyim: Bir gün iki ülke arasında barış imzalanacak olursa, o masa yine İstanbul’da kurulacaktır.

Sadece bölgemiz için değil, tüm dünya için son derece önemli ve kritik olan bu hakemlik, bir aklın, tecrübenin ve iradenin eseridir.

Savaşın ilk günlerinde muhalefet liderlerinin ağız birliği etmişçesine NATO sözcülüğüne soyunmalarını hatırlatmakta fayda görüyorum. Tüm Batı Bloku ile birlikte Rusya’ya karşı yaptırım yapmamız gerektiği, S-400’lerin iadesi, nükleer santral inşaatının durdurulması gibi öneriler havalarda uçuşuyordu muhalefet kanadının açıklamalarında. Tüm bunları yapmış olsaydık, bu savaşın hakemi ve arabulucusu değil, bir tarafı olacaktık. Taraf olan Avrupa’nın hâl-i pürmelâli ortada!

Yüz yıl önce tek amaç Abdülhamid Han’ı tahttan indirmekti ve İttihatçı paşalarda devleti yönetmek için bir plân, yönetim tecrübesi, feraset, öngörü ve tarih-coğrafya okuması yoktu. Koca ülkeyi Almanya’ya teslim etmişlerdi. Yüz yıl sonra bugün tek hedef, Erdoğan’ı koltuğundan indirmek. Peki, Yedili Masa’nın devleti yönetmek için bir plânı, tecrübesi, feraseti, öngörüsü ve tarih-coğrafya okuması mevcut mu? “Var” diyorsanız, söyleyin de oyumuzu ona göre verelim.

Tarihin kahredici tekerrürünü bir kez daha yaşamak yahut yaşamamak için geri sayım başladı bile. Karar sizin, vicdan sizin, seçim sizin dostlar!