
“SİVASTOPOL
önünde yatar gemiler/ Atar da Nizam topunu, yerle gök inler…” (Sivastopol Marşı)
***
Pek Muhterem Kari,
Zamanla mekânın boynuma dolanıp nefesimi kestiği, bir jöle havuzundaymışım
gibi üzerime yapıştığını hissettiğim ve hareket etmekte bile zorlanmakta
olduğum bu rutubetli mahzenin son bulduğu kapının önünde, Yusuf’un elime
tutuşturduğu anahtarla birlikte, Yusuf’un kuyunun içindeyken neler hissettiğini
anlıyorum ve çocuk başıyla bu duygu ile nasıl başa çıktığını soruyorum kendime.
Anahtarı kararmış ahşap kapının deliğine sokuyorum, zorlanmadan giriyor.
Yusuf’un, “Hangi anahtarın hangi kilidi açacağını Allah bilir” deyişi geliyor gözlerimin
önüne. Anahtarı çeviriyorum, kalın ahşaba gömülü kilit sisteminin mekanizması
tıkırtılar çıkararak dönüyor ve kapı açılıyor.
Yine meşalelerle aydınlatılan ve giriş kapısının tam karşısında çıtırtılar
çıkararak yanmakta olan şöminenin ısıttığı bu geniş salonun duvarlarında uzayıp
kısalarak, türlü kavisler çizerek, bir noktada kaybolup başka bir noktada
belirerek, kızıldan siyaha kadar bütün renklere bürünerek gölgelerden mürekkep
hayâletler raks ediyor adeta. Lâkin bu raksı izlemeye vaktim yok, sürem
daralıyor.
Çevresinde kaba ve özensiz işçiliğe sahip on üç iskemlenin bulunduğu,
salonun ortasındaki masaya yaklaşıyorum. Masanın üzerinde tanıdık gelen
malzemeler var: Zebercetten imâl ortası delikli diskler, o günün şartlarına
nazaran kusursuz diyebileceğim pirinçten yapılmış dişliler, yaylar,
zemberekler, düğmeler, hatta neredeyse tamamlanmış ateşleme düzeneği ve hatta kalınca
bir Osmanlıca-Lâtince lügat…
Gördüğüm her detay dikkatimi dağıtıyor. Oysa benim derin bir nefes çekip
tüpsüz olarak suya dalmış bir dalgıç misali ziyadesiyle mahdut vaktim var,
nefesim tükenmek üzere. Yapmam gerekeni yapıp yakalanmadan bu fare kapanını
terk etmeliyim.
“Ol muammayı çözdüysen filhakika/ Kâfi gelecek sana aşrin dakika/ Sefine-i
küffar olmalı na-mevcûd/ Seninle her daim Hazreti El-Vedûd.”
Masanın üzerinde sedef kakmalı, ince el işçiliği dikkat çeken küçükçe bir
sandık duruyor. Ona doğru yöneliyorum. Sandığın üzerinde Efrasiyab’ın elime
tutuşturduğu kilit mekanizmasının bir benzeri var. Tırnakları rastgele
çevirerek mekanizmayı açmaya çalışıyorum. Her tırnağın mekanizma içerisinde
yuvasına oturuşunu heyecanımın izin verdiği nispette hissetmeye çalışarak
kilidi açmaya odaklanıyorum.
Tam bu arada, koridordan boğuk dalgalar hâlinde keşişlerin sesleri gelmeye
başlıyor. Lâtince ilâhiler söyleyerek bulunduğum salona doğru geliyorlar. Ayin
sona ermiş olmalı. Tek çıkışı olan yerin iki kat altındaki bu salonda kapana
kısılmış vaziyetteyim. Yakalanacak olsam dahi yapmam gerekeni yapmak zorunda
olduğumu biliyorum. Hiçbir şey duymamaya gayret ederek çevirdiğim tırnaklardan
parmak uçlarıma inceden mekanik bir titremenin dokunmasını hissetmeye
çalışıyorum.
Nihayet son tırnak da uygun yere oturunca mekanizma tiz bir yay sesi
çıkararak açılıyor. Sandıktan dörde katlanmış bir parşömen çıkıyor. Yanan
şömineye doğru giderken parşömeni açıp hızla inceliyorum; bendeki çizimin
tamamen aynısı. Çizimi yanmakta olan şömineye atıyorum.
Çizim sanki içerisinden bir canavar çıkacakmış gibi garip çığlıklar
çıkararak yanmaya başlıyor. Parşömenden çıkan siyah dumanlar etrafımda döne
döne, sanki dünyaya ait olmayan bir dilde fısıltılar çıkararak yükseliyor ve
salonun tavanında birikiyor. Keşişlerin sesleri de iyiden iyiye yaklaşıyor.
Şöminenin kenarında duran demiri kapıp çıkış kapısına doğru ilerliyorum. Bu
kapandan kurtulmam gerekiyor, bunun için birilerinin canını yakmam gerekebilir.
Galerinin tek çıkışı var ve keşişler o yönden geliyorlar. Keşişlerle
karşılaşmam gerekirse bunu döne döne çıkan galerinin bir köşesinde yapmalıyım,
bir anda saldırıp onları gafil avlamalı, karmaşa çıkarmalıyım. Onların
şaşkınlıklarında açacağım mesafeyi çıkış kapısına kadar korumalıyım. Plân
şimdilik bu.
Keşişlerle aramda bir yahut iki dönüş var. Risk alıp bir sonraki dönüşe
süzülüyorum. Bir sonraki köşede, gelirken fark etmediğim bir niş görüyorum,
oraya sinip saldırı pozisyonu alıyorum. Allah’tan, nispeten loş sayılabilecek
bir nokta burası. Beni görmeden kaç keşiş geçerse o kadar az keşişle mücadele
etmem gerekecek.
İlâhi sesleri iyice yaklaşıyor. Siyah cübbeli ve kukuletalı keşişler hayâletler
gibi başları önde önümden birer birer geçmeye başlıyorlar. Yay gibi gerilmiş
vaziyetteyim; nefesimi bile tuttum, kalbim yerinden fırlayacak gibi çarpıyor.
Elimdeki demir çubuk, biraz daha sıksam elime yapışacak sanki. Sırtımdan akan soğuk
terleri hissedebiliyorum. Zaman ağır çekimle ilerliyor adeta.
Altı keşiş beni fark etmeden önümden geçip gidiyor. Bu arada parşömenden
çıkan dumanlar beni yeniden ayaklarımdan sarmaya başlıyor. Beni bir adım
geçtikten sonra, yedinci keşiş duruyor ve sanki dumanlarla konuşuyor.
Dumandan çizgiyi takip ederek bana doğru dönüyor ve göz göze geliyoruz!
***
Muhterem
Dostlar,
Bugünkü
zaman yolculuğumuzda sizleri 30 Ekim 1914’e, Kırım yarımadasına götüreceğim
inşallah. Yine bizler için tarihin kırıldığı bir geceye şahitlik edeceğiz. Nişangâhlarımızı
kuruyoruz, son kontrollerimizi yapıyoruz, kemerlerimizi bağlıyoruz. Zamanın ve mekânın
gizemli labirentlerinde ilerlemek üzere motör çalışıyor, kasnaklar dönmeye başlıyor.
Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv… Ya Allah, ya bismillah!
Sivastopol
Limanı’nı tepeden gören bir noktadayız. Karadeniz’in soğuk rüzgârları önce
kıyıdaki gemileri, sonra taştan evleri, ardından boş sokakları ve nihayetinde
bulunduğumuz tepenin yamaçlarını iştahla yalayarak ve ardında demirden bir
soğukluk bırakarak esmeye devam ediyor mütemadiyen. Deniz dalgalı, hiç tekin
değil; içinde bulunduğumuz tarih gibi…
Kıyıdaki gemiler
beşik gibi sallanıyorlar. Buram buram Osmanlı kokan bu yarımada 1771’de Ruslar
tarafından işgal edilmiş, 21 Temmuz 1774 tarihli Küçük Kaynarca Antlaşması ile
Kırım, Osmanlı himayesinden çıkarılarak bağımsız hâle getirilmişti.
Bundan dokuz
yıl sonra, 1783’te de yarımada Rus İmparatorluğu tarafından ilhak edilecektir.
Minareler yıkılacak, kiliseler dikilecek, Müslüman halk zulmün binbir türlüsünü
yaşayacak ve birçoğu ait oldukları ve kendilerine ait olan bu topraklardan
sürgün edilecektir.
Şehri izlerken
aklıma Sivastopol Marşı’nın dizeleri geliyor: “Sivastopol önünde yıkık
minare,/ Düşman dedikleri gelmez imane…”
Acı, baskı,
zulüm, gözyaşı ve kan Kırım yarımadasının her tarafına sinmiş olsa da tüm yarımada
Osmanlı kalmakta inat etmiş adeta. Tepeden şehrin hangi köşesine, hangi
kıvrımına, hangi yoluna baksanız Osmanlı imzasını görebiliyorsunuz.
Az evvel
gece yarısı çanları çaldı ve vakit daraldı. Birazdan liman karışacak, cehennemi
yaşayacak.
Uzaktan
denizi ve geceyi sessizce yararak limana doğru yaklaşan karaltıları hayâl meyâl
seçebiliyorum. Bir savaş kruvazörü, yedeğinde iki muhrip ve bir gambot olmak
üzere ışıkları söndürülmüş vaziyette yaklaşıyorlar. Limana yeterince yaklaşınca
iskele yönünde dümen kırıp sancak tarafından topları ateşe hazırlıyorlar.
Ve ateş
başlıyor!
Önce
namlulardan çıkan parlamaları görüyorum, on on beş saniye sonra da toplarla
birlikte top sesleri limana ulaşıyor. Limana düşen her top bir binayı yıkıyor
yahut bir Rus gemisini vuruyor, batırıyor.
Limanda ve
aslında tüm şehirde korku dolu koşuşturmalar başlıyor. İnsanlar gemilerden ve
evlerinden çıkarak çil yavrusu gibi dağılıyorlar. Işıklar yanıyor, sirenler
çalıyor, bağrışmalar gökyüzüne yükseliyor.
Aynı
saatlerde Novorossiysk ve Odessa Limanları da benzer saldırı altındalar. Bir
hafif kruvazör, yanında korumalı kruvazör Hamidiye ve torpido kruvazörleri ile
Novorossiysk Limanı’na, üç muhrip de Odessa Limanı’na cehennemi yaşatıyor elan.
Bir
dretnotumuz, bir gambotumuz ve iki torpidobotumuz da yaklaşacak Rus savaş
gemilerini karşılamak, yavaşlatmak, durdurmak ve müdahalelerini önlemek üzere
Kerç Boğazı önünde pozisyonlarını almış vaziyetteler.
Yaklaşık on
beş dakika sürüyor bu bombardıman ve gemiler, dümenlerini güneye kırıp gecenin
karanlığında kayboluyorlar.
Alevlerle
aydınlanmış limanda batmış yahut yan yatmış gemileri, yıkılmış ve yanmakta
evleri görebiliyorum bulunduğum yerden. Limandan yükselen kesif dumanların ve
barutun kokusunu bulunduğum yere kadar getiriyor rüzgâr. Aklıma yine Sivastopol
Marşı geliyor: “Sivastopol önünde yatar gemiler/ Atar da Nizam topunu, yerle
gök inler…”
Sivastopol
ve Novorossiysk Limanlarına düzenlenen bu saldırıların amiral gemilerinin
burunlarında “Yavuz Sultan Selim” ve “Midilli” yazmaktaydı. Ancak bundan çok
değil, iki ay mukaddem, bu gemiler Alman bayrakları taşıyordu; birinin ismi “Goeben”,
diğerininki ise “Breslau” idi.
Birleşik
Krallık donanmasından kaçan bu iki gemi, Çanakkale Boğazı’nı geçerek Osmanlı’ya
sığınmış, Osmanlı Devleti bu gemileri satın aldığını ilân ederek isimlerini “Yavuz”
ve “Midilli” olarak değiştirmişti.
Birinci
Cihan Harbi’nde tarafsız kalmaya çalışan (ya da biz öyle sanıyoruz) Osmanlı
Devleti, bu saldırıların iki gün sonrasında, 2 Kasım 1914 günü Rus Çarlığı’nın
resmen savaş ilân etmesi ile artık savaşın bir tarafı olmuştur. Mondros
Mütarekesi’ne giden yolun ilk taşı böylece yerine yerleştirilmiştir.
Gelelim
şimdi resmî tarihin bir yalanını daha faş etmeye!
Resmî tarih
anlatımımız, bu iki geminin bir gece İstanbul Boğazı’ndan gizlice geçerek yahut
Karadeniz’de manevra yapma bahanesiyle çıkış yaparak ve de iznimiz ve bilgimiz
olmadan Rus limanlarını bombaladıklarını yazar. Almanlar Rusya, Fransa ve
İngiltere ile savaş hâlindedir, zor durumdadır ve bu bombardımanlarla
Osmanlı’yı kendi yanında savaşa girmeye mecbur etmişlerdir. Böylece İtilaf
Devletleri için yeni cepheler açılacak, Almanya nefes alacaktır. Bu
saldırılarda Osmanlı Devleti’nin dahli ve bilgisi yoktur.
Böyle mi
acaba?
Elbette
değil!
O gece
yapılan saldırılarda Yavuz ve Midilli gemilerinin yanında Osmanlı Donanmasına
ait on bir parça taarruz gemisi daha vardı. Bu harekât hakkında İttihatçı Enver
ve Cemal Paşaların haber ve müsaadeleri -elbette- bulunmaktaydı. Böyle bir
saldırının Osmanlı Devleti’ni savaşa sokacağı da gün gibi aşikârdı üstelik. İş
bilmez, öngörüsüz ve devlet yönetiminde tecrübesiz ve liyakatsiz İttihatçı paşalar
Almanlara o denli angaje olmuşlardı ki Abdülhamid Han’ı hal edip tahttan
indirerek ele geçirdikleri devlet yönetimini adeta altın tepsi içerisinde
Almanlara sunmuşlardı.
Çanakkale
Savaşı’nı Liman von Sanders’in idare ettiğini, Suriye ve Filistin Cephesi
komutanının Erich von Falkenhayn olduğunu söyleyeyim, gerisini siz anlayın
artık.
Bu iş
bilmezlik ve bu sorumsuzluk dört yıl sonra Osmanlı Devleti’ni Mondros
Mütarekesi’ne mecbur edecek, mütareke şeraitinin taraflar arasında konuşulduğu
sırada Sultan Abdülhamid Han’ı tahttan indiren İttihat ve Terakki’nin kudretli
paşaları bir Alman denizaltısına binerek ülkeden kaçacaklardır.
Rüzgârın
serinliği ve limandan yükselen alevlerin alazı dalga dalga yüzüme vururken,
sonun başladığı ve tarihin feci şekilde kırıldığı bu limandan ayrılma vaktinin
geldiğini hissediyorum dostlar.
***
Pek Muhterem Kari,
O günden bugüne kadar neredeyse 110 yıl olmuş, bir asırdan daha
fazladır Karadeniz’in suları acaba kaç kez deveran etmiş. Dünya yeniden bir
cihan harbinin konuşulduğu günlere gelmiş dayanmış. Üstelik neredeyse savaşın
merkezinde yine Kırım yarımadası var.
Bir asır evvel, basiretsiz ve öngörüsüz bir yönetim yüzünden
İstanbul Boğazı’ndan çıkan gemiler, Karadeniz’in karşı kıyılarını bombalamış,
Osmanlı’yı savaşın bir tarafı ve parçası yapmıştı. Yüz yıl sonra ise
Karadeniz’in karşı kıyılarından çıkan tahıl gemileri, İstanbul Boğazı’ndan
geçerek dünyanın gıda krizine derman oluyorlar.
İçinden geçmekte olduğumuz Rusya-Ukrayna Savaşı’nda doğu ve batı
bloğu gibi bir tarafa angaje olmayan, tarafsızlığını ve hakkaniyetli duruşunu
koruyan Türkiye, sadece tarafların değil, tüm dünyanın da hakem olarak gördüğü “tek”
ülke! İki ülke arasındaki barış görüşmelerinin Türkiye’de yapılmasının, tahıl
koridoru anlaşmasının İstanbul’da imzalanmış olmasının önemi son derece büyük.
Hatta daha önce de yazmıştım, tekrar edeyim: Bir gün iki ülke arasında barış
imzalanacak olursa, o masa yine İstanbul’da kurulacaktır.
Sadece bölgemiz için değil, tüm dünya için son derece önemli ve
kritik olan bu hakemlik, bir aklın, tecrübenin ve iradenin eseridir.
Savaşın ilk günlerinde muhalefet liderlerinin ağız birliği
etmişçesine NATO sözcülüğüne soyunmalarını hatırlatmakta fayda görüyorum. Tüm
Batı Bloku ile birlikte Rusya’ya karşı yaptırım yapmamız gerektiği, S-400’lerin
iadesi, nükleer santral inşaatının durdurulması gibi öneriler havalarda
uçuşuyordu muhalefet kanadının açıklamalarında. Tüm bunları yapmış olsaydık, bu
savaşın hakemi ve arabulucusu değil, bir tarafı olacaktık. Taraf olan
Avrupa’nın hâl-i pürmelâli ortada!
Yüz yıl önce tek amaç Abdülhamid Han’ı tahttan indirmekti ve
İttihatçı paşalarda devleti yönetmek için bir plân, yönetim tecrübesi, feraset,
öngörü ve tarih-coğrafya okuması yoktu. Koca ülkeyi Almanya’ya teslim
etmişlerdi. Yüz yıl sonra bugün tek hedef, Erdoğan’ı koltuğundan indirmek. Peki,
Yedili Masa’nın devleti yönetmek için bir plânı, tecrübesi, feraseti, öngörüsü
ve tarih-coğrafya okuması mevcut mu? “Var” diyorsanız, söyleyin de oyumuzu ona
göre verelim.
Tarihin kahredici tekerrürünü bir kez daha yaşamak yahut yaşamamak
için geri sayım başladı bile. Karar sizin, vicdan sizin, seçim sizin dostlar!