
SON aylarda piyasalarda arka arkaya uygulanan zamlar toplumda üst perdeden eleştirileri de beraberinde getirdi. Sosyal medya ağlarında, kahvehane veya dost sohbetlerinde, televizyon ekranlarında yapılan siyâsî tartışma programlarında ele alınan mevzular hep bu cihetten ilerliyor.
Örneğin Bodrum’da bir lahmacunun 450 lira olduğundan bahsedildi. Sanırım olağanüstü bir lezzet olmalı ki tatmak isteyenlerin yola revan oluşunu, geride bıraktığımız Kurban Bayramı tatilinde Bodrum yolundaki trafiğin milim milim ilerleyişinden hayretle seyrettik.
Piyasalarda değişen dengelerin reel ve etkileyici unsurlarına doğru pencereden bakmanın durumu yorumlarken hayli katkısı olacaktır. Pandemi sürecinin tetiklediği küresel çaptaki ekonomik darboğaz, sınırımızda cereyan eden Rusya-Ukrayna Savaşı’nın etkisiyle misliyle arttı. 6 Şubat’ta ülkemizin 11 ilini vuran deprem felâketi ise yaşanan bu durumun faturasını oldukça ağırlaştırdı. Bir de bunun üzerine durumdan hâl devşirip vicdanını satışa çıkaranlar var ki onların da bu sürece yaptıkları katkı hiç yadsınamaz.
Çokça duyar olduğumuz analizlerle konuya sıradan bir yorum yapmayı hayli gereksiz görenlerdenim. Kutuplaşmış gruplardan bir ucun “Ülke battı, tüm varlıkları teker teker satıldı” demesinin yanındaki “Ne krizi? Kriz olsa marketler, AVM’ler dolup taşar mı?” cümleleri de realiteden tamamen uzak ve ideolojik bakış açısının doğrudan dışavurumu.
Evet, zor bir dönemden geçiyoruz fakat devlet aklı ve tecrübesi bu durumu yönetecek ve çözecek güç ve kabiliyete ziyadesiyle muktedirdir. Bu konuda Türk milleti müsterih olsun.
Ülkenin ekonomi alanındaki sorunlarına verilen tepkileri gördükçe naçizane “Acaba sorun diye tanımladığımız bir çok hususa aynı ölçüde tepki verip sağlam eleştiriler getirsek varış çizgisine ne kadar yakın oluruz?” diye düşünmeden edemedim. Etrafımızda öyle tehlikeli ve öyle sinsi olaylar vuku buluyor ki “Geçici (öyle olduğuna inananlardan biri olarak) bu durum için sarf ettiğimiz bir tek cümleyi bundan fazlasıyla mühim olan konular için sarf ediyor, sesimizin oktavını yeterince yükseltebiliyor muyuz?” sorusunun içinde buldum kendimi.
Büyük bir tehlike alev alev etrafımızı sarmış vaziyette. Sadece bir dini, bir ideolojiyi ya da bir ırkı hedef alan bir tehlike değil bu. Doğrudan insanlığın üzerine kurgulanmış, fıtratın kodlarını bozmaya yönelik bir terör örgütünün eylemiyle karşı karşıyayız. Evrensel ahlâkî değerleri ve erdemleri yerle bir etmeye bilenmiş, sapkınlığın dalga dalga ilerlediği, cerahat dolu bir yayılmacılık…
Küresel sermayenin desteklediği ve “LGBT” başlığı altında faaliyet gösteren bu örgüt, son yıllarda bireysel hareketten toplumsal bir organizasyona doğru sıçrama yaparak lobilerin de destekleriyle alanını oldukça genişletti.
Önce “feminist” akımla başlayarak, ailenin ve o aile kurumunun bel kemiği olan “kadın/erkek” hiyerarşisini temelinden sarsmaktı hedefleri. Münferit vakalar üzerinden durumu muhakeme edip neticeye vardırmak yerine topyekûn erkek nefreti kusan bu feminist akım, erkeğin itibarını yerle bir ederken kadının toplumsal statüsündeyse onarılmayacak yaralar açmıştır. Küresel emperyalizm, cinsiyetçi söylemleriyle bozduğu aile kurumunu tamamen yok etmek için bir adım daha öteye geçerek fıtrî kodlar üzerinden faaliyetlerini büyütmeye başlamıştır.
“Toplumsal cinsiyet eşitliği” sloganı gerek toplumun ifsadı, gerekse yaratılış sistematiğine açılan aleni bir savaşı ihtiva eder türden. Bu oluşum, dairesini “tercih” ya da “yönelim” gibi ferdî davranışlardan toplumsal örgütlenmeye, hatta hukukî zemine oturtacak adımlarını atmaktan da geri durmuyor. Bunun en mühim sacayağı ise uluslararası çapta işleme konulmak istenen, 2011 yılında Türkiye’nin de dâhil olduğu “İstanbul Sözleşmesi” idi.
Sözleşmenin ana iskeleti “cinsiyetsizlik” üzerine inşâ edilirken, üzeri “kadına karşı şiddeti önlemek” kılıfıyla kamufle edilmişti. LGBT literatürünün kavramları sözleşmeye sıkıştırılmış hâldeki argümanlar üzerinden hukukî bir dayanak bularak yayılmacılığını kanunlarla garanti altına almaktı asıl hedef. “Evlilik” kurumunun bir kadın ve bir erkekten ibaret olmadığını vurgular nitelikteki “karı-koca” ifadesinin yerine herhangi bir cinsiyeti belirtmeden “eş, hayat arkadaşı” gibi cinsiyet farkını nötrleyen kavramlar kullanıma sürülmüştü. Akil insanların uyarıları ve Devlet’in bu tehlikeyi sezmesiyle 2021 yılında Türkiye, söz konusu sözleşmeden çekildiğini ifade ederek hukuksal dayanakları ortadan kaldırmış oldu.
Ahlâkî erozyonunu çoktan tamamlamış olan Avrupa ve ABD ise Müslüman ülkelerde bu yayılmacılıkta zorlanınca devreye kendilerine destek verecek sözüm ona dernekler(!), dijital platformlar ve göz önünde olan kimlikler üzerinden etki alanlarını genişletmeye çalıştı. “Irkçılık” ve “kadına karşı şiddetle mücadele” ise örgütlenmelerinin en yumuşak zeminiydi aslında. Özellikle Pandemi sürecinde fonlanan birçok firma, logolarına gökkuşağı renklerini almaya başladı.
Çocukların dijital platformlardan izlediği çizgi film içeriklerine “trans” karakterler yerleştirildi. Nötrlenen cinsiyetler üzerinden tertemiz dimağlara zehirler zerk edilmeye çalışılıyordu. Bu yayılmacılık bir sorun değil, maalesef bir insanlık dramı artık!
Henüz ağzı süt kokan çocukların (özellikle erkek çocukları) cinsel bir kimliğinin olmadığı savunuluyor ne yazık ki. 4 veya 5 yaşına gelince kendilerinin bu tercihi yapacakları ifadeleri ise aklın sınırlarını dehşete düşürür türden. Bu izahlar değişimin doğuştan yönelim olduğu iddiasını yerle bir ederken, dayatmacılığın ekseninde dönüştürücü bir proje olduğunun da ayan beyan delili noktasında.
Altı yıl aradan sonra, Haziran ayının ortalarında yaptıkları 9’uncu Onur Yürüyüşünde (!) masum çocukların eline tutuşturulmuş gökkuşağı bayrakları, tehlikenin ivmesini yükselterek ilerlediğinin hazin bir delili niteliğinde. Erkek çocuklarının ayaklarına topuklu kadın ayakkabıları giydirilip yüzlerine uygulanan makyajlar ise edep ve hayâ noktasında izah edebileceğim ufak ayrıntılar sadece. Küresel emperyalizmin aktivistleri, henüz cinsiyet kavramını dahi idrak edememiş çocukları birer meta gibi piyasaya sürüp amaçlarına taze kan takviyesi yapacak kadar gözlerini karartmış durumdalar.
ABD’nin Washington eyaletinde Demokratların desteğiyle çıkan yasada 18 yaş altı cinsiyet değişimi talebinde bulunan çocuklara ebeveynlerinin izni olmadan tıbbî müdahale yapılabiliyor. Bu duruma karşı olan ailelerin çocukları ise eyalet yetkilileri tarafından alınıp “trans sığınma evlerine” yerleştiriliyor. Yine Amerika’da, henüz 10 yaşındaki Noella McMaher isimli trans bir çocuk, bu terörizmin podyum yüzü olarak kullanılıyor. Özellikle çocukların merkeze alındığı bu protez cinsiyet savaşında ABD’de, ünlülerin de oyuna dâhil edilmesiyle beraber durum çığırından çıkmış noktada. Gerek biyolojik, gerek evlat edindikleri çocuklar üzerinden yürütülen proje, bu isimlerin dahliyle algıda normalleştiriliyor. O starların (!) “iyi niyet elçileri” olarak kıtalar dolaşıp ardından Siyahî çocukları evlat edinmeleri de emellerine uygun çocuk devşirme yatırımından başka bir şey değilmiş. İşte tam da bu membadan beslenen ülkemiz sanatçıları da sahnelerinde açtıkları LGBT bayraklarıyla bir hak teslimiyetinin fonlanan figüranları olmaktan geri durmuyorlar maalesef.
Bugün market fiyatları, akaryakıt zamları ve KDV oranlarından çok daha hayatî problemleriniz var insanlık olarak. Neslimiz ve nesebimiz dünyanın en tehlikeli savaşıyla karşı karşıya. Çocuklarımız evlerimizin içinde, dizimizin dibindeyken ellerimizden çekilerek alınıyor. “Bana değmeyen yılan...” umursamazlığıyla karşıladığımız her olay, yarın zehrini bize akıtmaktan tereddüt etmeyecek.
Geleceğimiz olan neslimizi, virüs hızıyla yayılan bu sapkınlığa karşı korumak en aslî vazifemizdir.