LGBT’nin L’si “Lût” değildir!

Bir sosyolojik çözümleme yapmak ve bu çözümlemeye uygun politikalar uygulamak için üzerine çalışılan toplumun kodlarını deşifre etmek şart. Bu anlamda din, folklor, bilim ve sanat üslûbu politik ilkeleri yönetir. Bu bağlamda Hindistan’dan Afrika’ya, Balkanlardan Lâtin Amerika’ya toplumsal bir ortak nokta bulunuyor: “Fakirsen, kaderine razı ol!”

BUGÜNÜN dünyasında değil, tarihin çeşitli evrelerinde insanın, “çoğalma” yani “üreme” işlevinden kendisini soyutlayarak yeryüzündeki kaynakların yetmeyeceği düşüncesini “kötü olan dünyaya yeni bir talihsiz daha getirmemek” şeklindeki kamuflajıyla yürüttüğüne şahit olunmuştur.

İnsanın çoğalması hususunu incelemeden evvel, herhangi bir canlının üremesini ve bunun nedenselliğini din temelli sorgulamalardan ziyade modern zamanın bilimiyle irdelemek için önce tek hücreli canlıların üreme şekillerine (çoğalmalarına) bakalım istiyorum. Neden tek hücrelileri ele alacağız peki? Çünkü bugünün din bilgisini soyutlayarak evrene bakan bilim dili, çoğalmanın tek bir hücreden başladığını dile getiriyor. Belli ki bir hücre dahi çoğalma eğiliminde ve bunda milyarlarca yıldır ısrarcı. Öyleyse insanın çoğalmama ve dosyamıza konu edindiğimiz LGBT düşüncesiyle yaşama isteğinin ardını ancak buradan yola çıkarak izah edebiliriz.

Tek hücreli canlılar iki şekilde çoğalırlar: Eşeyli üreme ve eşeysiz üreme. Peki, “eşey” ne demek?

Lâtince tanımıyla “sexe” demek olan “eşey”, biyolojide “bireye üreme işinde görev veren özel yaratılış, bireyin erkek ya da dişi olarak ayrılmasını sağlayan özel yapı” şeklinde tarif ediliyor. Zoolojide yan bir tanım olarak, “bir organizmanın erkek ya da dişi olarak sınıflandırılmasını sağlayan işlev ve yapı özelliklerinin tümü”, “eşey” kelimesiyle ifade ediliyor.

LGBT konusuna ve üremeye geçmeden önce, dünyada bugün sorulan bir soru şöyle: “Cinsiyet tercihini belirleyen bir gen var mı? Cinsiyetsizlik konusu bir tercihe bırakılmış mıdır?”

Din bilgisi referansına girmeksizin, hani “Allah seni böyle yaratmış, bir bildiği var demek ki” demeden, bilimin yaptığı tarifle, eğer gerçekten bir tercih varsa, bunu bir canlının sahip olduğu atomların tercih ettiğini söylemek mümkün değilken, insan açısından da bir kimsenin yaşadığı süreç içinde “Ben içinde bulunduğum cinsiyeti değil, karşı cinsiyeti tercih ediyorum” dedirten bir genin mevcudiyetini söylemek de mümkün değil. Zira böyle bir genin ne kadar şımarık olduğunu söylemek ve başlangıçta erkekken sonrasında dişiliği seçen veya başlangıçta dişiyken sonrasında erkekliği seçen bir genin daha ileriki yaşam sürecinde yeniden bir tercih yapıp yapmayacağını kestirmenin imkânsızlığını beyan etmek gerekir.


Peki, insanın bırakacağı en nitelikli, en kaliteli eser nedir? Bir tablo, bir heykel, bir fikir, bir icat, bir keşif, bir yemek… Şüphesiz insanın kendisinden sonrasına bırakacağı en kusursuz eser, kendi genetiğidir. Çünkü o, bizzat kendisidir. Hem tablosu, hem yemeği, hem icadı, hem fikri, hem göz rengi, hem burnunun hokkalığı, hem saçları, hem parmak şekli…

Üremek… Neden?

Şimdi tek bir hücrenin önce eşeysiz üremesine bir bakalım: “Genellikle vücudun ikiye bölünmesiyle gerçekleşir. Bölünme zamanı canlının belirli bir büyüklüğe ulaşmasıyla saptanır. Bölünme mitozla gerçekleşirse yavrulara verilen kalıtsal gereç yaklaşık olarak eşit, eğer amitozla gerçekleşmişse yavrulara verilen kalıtsal gerecin miktarı ve özelliği farklı olabilir. Bölünme, çekirdeğin ikiye bölünmesiyle başlar ve diğer organeller de kendilerini eşleyerek yavrulara birer tanelerini verirler. Sillilerde bölünme enine gerçekleşir. Büyük ve küçük çekirdekler ikiye bölünür, yavrular bunlardan birer tanesini alırlar. Sitoplazma miktarı her zaman eşit dağılmaz ve yavrular bu yüzden bir yarılarını tamamlamak zorundadırlar. Buna ‘plazma farklılaşması’ denir. Kamçılılarda bölünme boyuna gerçekleşir ve yavrulardan biri anadaki kamçıyı alırken, diğeri kendine yeni bir kamçı yapar. Bazı protistlerde (özellikle parazitler) çekirdek ve hareket organları art arda birçok bölünme geçirir. Sitoplazma bölünmesi olmaz. Ana hücre parçalandığında ortaya birçok yavru çıkar. Buna ‘fission’ denir.”

Tek hücreli olup eşeysiz üreyen bir canlının, vücudunun büyümesinden dolayı sonunun geldiğini fark eden bir akletmesi mevcut. Buna göre sonunun geldiğini anlayan, sahip olduğu bilgiyi/ veriyi aktarmak arzusuna sahip. “Kalıtsallık” ifadesi de buradan ileri geliyor. Yani canlı, tek hücreli de olsa sonunun olduğunu bildiği için kendisinden sonrasına bir iz bırakmak, “kalmak” istiyor.

Örneğin patojen etkiye sahip bir virüsü ele alalım. Büyüdükten sonra ele geçireceği vücut yine bir tek hücreli olsun. Bu tek hücreli de bir bakteri. Bakteriye tutunan virüs, ileri sondajlama teknolojisi sayesinde bakterinin bünyesine nüfuz eder ve artık o bir bakteriyofajdır. Bakteriyofaj virüs, bakteri bünyesinde çoğalma sağlayabilir. Çoğalma tamama erdiğinde bakteriyi öldürür. Milyonlarca yeni virüs, bakteri bünyesini ortadan kaldırarak yeni alana açılır.

Eşeysiz üreme bir virüsün yaşam mücadelesi ve kendisinden sonrasına bırakmak istediği iz üzerinden anlaşıldıysa, eşeyli üremeye geçebiliriz.

Eşeyli üremenin üç türü var: Dölleme, konjugasyon ve partenogenez.

Döllenme, iki ayrı tek hücrenin birleşmesidir. Bu durumda her bir hücreye “gamet”, birleştiklerinde oluşan yapıya da “zigot” denir.

Konjügasyon, canlılarda mayoz bölünme dışında çeşitlilik sağlayan üreme şeklidir. İki ayrı canlının genellikle ağız bölgelerinin yan yana gelmesi ve çekirdek yarılarını değiştirmesi olayıdır. Verilen yarım çekirdek erkek, kalan ise dişi birey rolündedir. Özellikle silliler grubunda görülür. Yan yana gelen iki tek hücreli arasında “genetik materyal aktarımı” olur. Böylece “genetik çeşitlilik” sağlanır. Gen parçasını veren hücre “erkek”, alan ise “dişi” sayılır. Net bir eşeyli üreme değildir, zira gamet oluşturulmaz.

Ve partenogenez yöntem, bazı terliksi hayvan (paramesyum) türlerinde görülen kendi kendini dölleme yeteneğidir. Küçük çekirdek mayoz bölünme geçirir fakat iki birey yan yana gelmeksizin gerçekleşir. Burada iş çekirdektedir. Bölünen çekirdekler tekrar birleşerek “diploit çekirdek” oluştururlar. Ondan da büyük ve küçük çekirdekler oluşur. Bu bölünmede bütün allel çiftleri homozigot olarak kalır.

Konjügasyon ve patenogenez üremelerde yeni bir genetik oluşumu sağlanıyor. Yani bilgi/veri bir bünyeden diğer bünyeye aktarılıyor. Böylece yeni bir iz meydana geliyor. Ne demişler? “Eşek ölür, kalır semeri; insan ölür, kalır eseri”… Peki, insanın bırakacağı en nitelikli, en kaliteli eser nedir? Bir tablo, bir heykel, bir fikir, bir icat, bir keşif, bir yemek… Şüphesiz insanın kendisinden sonrasına bırakacağı en kusursuz eser, kendi genetiğidir. Çünkü o, bizzat kendisidir. Hem tablosu, hem yemeği, hem icadı, hem fikri, hem göz rengi, hem burnunun hokkalığı, hem saçları, hem parmak şekli… Çünkü kendisinden sonra bıraktığına bakanlar, “Tıpkı annesi!” veya “Tıpkı babası!” demezler sadece. “Tıpkı büyük ninesi!”, “Tıpkı büyük dedesi!” derler. Evet, “Filanca cihazı bulan kimse bizim ailemizden” övüncünün nedeni, kendisini o filanca kimseye bağlamak değil, kendisinden veya sonraki kuşağından gelenlerin o kimse gibi yaparak özgün icatlar, özgün yemekler, özgün sanatlar ortaya çıkması beklentisindendir. Yani insanın en nitelikli eseri, kendisinden vücut bulup yaşayan ve sonrasında yine kendisine ait olan genleri aktaracak olan yavrudur. Yani sonunun olduğunu bilen, bu dünyada ölümsüzlüğü ancak genini aktararak tatma eğilimine girer.

Bu durumu yine dini referans almadan, hatta Evrim Teorisi’nin yorumuyla şöyle aktarabiliriz:

“Canlılık, tanımı gereği üreme olgusunu bünyesinde barındıran bir yapıdır. Eğer bir şey kendi kopyalarını üretemiyorsa, canlı değildir. Canlılık için tek şart üreyebilmek değildir; ancak üreyebilmek, canlı olmanın şartlarından bir tanesidir. Dolayısıyla canlılık ile üreyemeyen varlık kavramları birbirlerini dışlamaktadır.

Evet, belki bir başka evrenin koşulları altında, başka fizik, kimya, biyoloji yasaları altında üremeyen canlılar da evrimleşebilirlerdi. Ancak evrenin bildiğimiz kısmındaki ve özellikle de Dünya’daki evrimsel tarihe baktığımızda, üreme ile canlılık kavramlarının iç içe olduğunu görüyoruz.

Bunu da netleştirmekte fayda var: Canlılar üremeye karar vermediler. Evrimsel süreçte hiçbir özellik karar, istek, niyet, arzu, ihtiyaç ile kazanılmaz. Varlıklar varoluş mücadelesi verirler ve bunda göreli olarak en iyi olanların özellikleri gelecek nesillere aktarılır; o nesiller de atalarının o iyi özelliklerine sahip olur. Bu süreçte kopyalama hataları ve diğer çeşitlilik mekanizmaları bulunduğu için her yavru, atasının birebir kopyası olmaz. Böylece rastgele çeşitlilik yaratılır; ancak bunlardan sadece çevreye en uyumlu kombinasyonlar daha kolay hayatta kalır ve daha çok kendi kopyalarını üretir. İşte tür de böylelikle hep daha uyumlu bireylere doğru evrimleşir. Evrim böyle çalışır.

İlk canlılar yani koaservatlar, belli bir büyüklüğe eriştikten sonra ya patlayarak yok olacaklardı ya da bir şekilde küçülecek ve yaşamayı sürdüreceklerdi. Bunun sebebi biyolojik değil, fizikseldir.

Yapılarından ötürü bu ilk koaservatların neredeyse hiçbiri bu soruna bir çözüm bulamadı ve yok oldular. Bu atalar yok oldukları için, günümüzdeki canlılık da bunların torunları değiller. Bir diğer deyişle, üreyemeyen ataların torunları da hiç var olmadığı için, bu soy hatları günümüze kadar ulaşamadı.

Ancak bir grup koaservat, bugünkü amitoz bölünmeye benzer şekilde, çok ilkel bir ikiye ayrılma özelliğine sahiplerdi. Buna sebep olan kimyasal kombinasyonlara sahip olanlar, kendilerinden ürettikleri kopyalara da bu kimyasal dinamiği aktardılar. Çünkü ilkin torunlar, atalarının kimyasal derişimini birebir taklit etmektelerdi. İşte bugün var olan her canlı, bu üreyebilen koaservatların birer torunu. İşte tam da bu nedenle hâlen varlıklarını üreyerek sürdürüyorlar.

Bunu yapmak zorundalar mı? Hayır. Ortada bir zorunluluk yoktu. Zaten çoğunluğu da bunu yapmadı ve hatta günümüzde de yapmıyor. Ancak onların soy hatları kalıcı olamıyor. Çünkü... Üremiyorlar!

(Peki, üremiyorlar) mıydı? Belki de... Ancak buna biraz kafa yorun. Fiziksel, kimyasal ve biyolojik diğer yasalara uyan başka nasıl bir çözüm olabilirdi? Fiziksel özelliklerimizi bir kod ile gelecek nesle aktarmak, bir yandan çeşitlilik yaratırken, diğer yandan kalıcı olmanın en basit yollarından biri gibi gözükmekte. Aklınıza gelebilecek yöntemlerin her birinde muhtemelen evrimsel açıdan dezavantajlar bulunacaktır; ancak bu sizin pratik yapmanız için bir engel değil elbette.

Bir çözüm olarak ölümsüzlük önerilebilir. Bunu teknik olarak yapan canlılar da var. Ancak bu genetik yapıda biriken hatalardan, bunların ayıklanabilmesi açısından ve doğal kaynakların kullanılması açısından incelediğinizde, bunun şu anda yaygın olarak var olan üremeye göre çok daha dezavantajlı olduğu görülmektedir. Mitoz ile mayoz arasındaki avantajlılık farklarını düşünerek, kendi kopyalarını yaratmanın neden dezavantajlı olduğunu görebilirsiniz.

Hiçbir kopya üretmeksizin ölümsüz olabilmek ise, entropi yasaları ile çeliştiği ve biyolojik olarak dezavantajlı olduğu için mümkün değildir. Her fiziksel unsur, entropi artışına boyun eğmek veya enerji harcayarak buna geçici olarak karşı koymak zorundadır. Her bir parçayı sonsuza kadar tamir etmek zordur; bunun yerine sıfırdan yavrular üretmek çok daha kolay gözükmektedir.

Tüm bu sebeplerle, günümüze kadar ulaşmayı başaran canlılığın ‘canlı’ olabilmesinin yolu, ilk olarak hayatta kalmaktan, ikinci olarak da hayatta kaldığı varlığına ait bilgilerini gelecek nesillere aktarabilmekten geçer. Bu, biraz da evrenin fizik yasalarından ve varoluş biçiminden ötürü biyolojik unsurlara dikte edilmektedir.”

Söz konusu izahta, Evrim Teorisi’nin koşulsuz ve teolojik referanslara inadına bulaşmama adına yaptığı çözümlemeyi görüyoruz. Öyle ya, “biyolojik” bir canlının fizikselliğine atıf var ama büyümenin biyolojik olmadığına da inanç var. Yani canlıyı fizik, kimya ve biyoloji alanında bütün olarak değerlendiremeyen bir sorgulama mevcut. Fakat aradığımız zaten “Evrim yalandır” demek değil, üremenin gerçekliğinin altyapısına dokunuşlar yapmak. Ki alıntısını yaptığımız makalenin son paragrafı bize bizim yaptığımız tespitin sonucunu veriyor.

Evrim Teorisi, güçlünün üremesine izin verirken zayıfın üremekten geri durmasına, bir tür hakkını aramasına imkân vermiyor. Hatta zayıfa, “Bu dünya kötü, çoğalarak kendinden sonrakileri de ezdirtme!” diyor. 

Evrim Teorisi’nin üremek üzerinden verdiği mesajlar

Dosyamızın bu noktasında, Evrim Teorisi’ni kendisine “kutsal bilim” doktrini kabul eden zihniyetin gördüğü ve dikte ettiği bazı tespitlere değinmemiz gerekiyor.

Öncelikle Evrim Teorisi’ne bakarken, sabit bir yaratılış fikriyle bu dosyayı hazırlamadığımı ayrıca not etmek istiyorum. Zira tüm yaratılış anlatılarında bahsedilen “yaratmak” eyleminin “‘Ol’ dedi, oldu” nispetinde izah edilmesi, düşünceye bir ket oluşturuyor. Bu anlamda Yahudi ve Hıristiyan düşüncesine bağlı bir “yaratmak” eylemi fikrinin İslâm’da yer almadığını kabul etmeliyiz. Bunu en doğru biçimde fark etmezsek, en son FETÖ terör örgütünün üzerinde sıkça durduğu mucizeler beklemek hevesinden de kurtulamayız. Kendimiz kurtulamadığımız gibi İslâm’ı da yanlış anlatmış oluruz.

Allah’ın sadece insan bağlamında yarattığını okuduğumuz Âdem’i anlarken bir aşamalar silsilesinden bahsedildiğini fark etmeliyiz. Burada şunu vurgulamak istiyorum: Âdem’i yaratma süreci bir tane “Ol!” emrinden ibaret değildir. Her anı “Ol!” emriyle donatılı sayısız süreçten bahsediyorum. Kaldı ki, Âdem’in yerleştirileceği Cennet’ten indirileceği Dünya’ya, taşıdığı DNA sarmallarından Dünya’daki akarsu yollarına, gözündeki irisin yapısından Samanyolu’nu da içine alan evrenin bütün fizik yasalarına kadar her aşamanın her anı bir “Ol!” taşıyor.

Bu bağlamda “evrim” kelimesinin sadece Charles Robert Darwin’in yazdığı “Canlıların Kökeni” kitabındaki Evrim Tezi ile bir araya getirilmesi ve din zemininde adeta tabu bir kelime olması büyük bir yanlış. Zira tarif, ancak kendisine gerek olan kelimelerle yapılır. Tarifi yanlış kelimelerle yaparsanız, o tarifi kullanarak örneğin bir yemek yapmak isteyen kimse, kendi yaptığı yemeğe bakıp kendisine değil, size kızar. Hatta sizin tariflerinizin hiçbirine bir daha güvenmez.

Gelelim Evrim Teorisi’nin üreme üzerinden verdiği mesajlara…

Söz konusu teorinin verdiği ilk mesaj, güçlünün zayıfı ezeceğidir. İkinci mesajsa, “Üremeye gerek yok” mesajıdır. Peki, biyoloji alanında ortaya çıkmış bir tezin sosyolojik bir çözümleme yaparak “Üremeye gerek yok” demesi nereden ileri geliyor?

Günümüz bilimperestlerinin Evrim Teorisi üzerinden işlettikleri bilime bakışları, biyoloji dışındaki bütün bilim dallarını Evrim Teorisi düşüncesinden soyutluyor ve yanlış bir fikir süzgeci kullanmış oluyor. Bunun farkında olmadıklarını, durumu bunun farkındaymış gibi ifade etmelerinden anlıyoruz. Bu anlamda Evrim Teorisi düşüncesinin bir “Üremeye gerek yok” diktası var ama bu fark edilmiyor. Zira Evrim Teorisi’nin “Güçlü olan hayatta kalır” tespiti öne çıkıyor ve teorinin bu tespiti, “Üremeye gerek yok” yargısıyla çelişki yaşıyor. Yani Evrim Teorisi, güçlünün üremesine izin verirken zayıfın üremekten geri durmasına, bir tür hakkını aramasına imkân vermiyor. Hatta zayıfa, “Bu dünya kötü, çoğalarak kendinden sonrakileri de ezdirtme!” diyor.

Bu söylemin Evrim Teorisi’ni devlet politikası hâline getiren Birinci Dünya Savaşı İtilaf Devletleri’nin sömürgelerinde yürütüldüğünü fark ettiniz mi? Ve dikkat edilirse, Evrim Teorisi’nin sosyolojik bir çözümleme sunduğunu dile getirdik.

Bir sosyolojik çözümleme yapmak ve bu çözümlemeye uygun politikalar uygulamak için üzerine çalışılan toplumun kodlarını deşifre etmek şart. Bu anlamda din, folklor, bilim ve sanat üslûbu politik ilkeleri yönetir. Bu bağlamda Hindistan’dan Afrika’ya, Balkanlardan Lâtin Amerika’ya toplumsal bir ortak nokta bulunuyor: “Fakirsen, kaderine razı ol!”  

Hint yarımadasında mevcut Kast Sistemi ve bu sistemin araçlarından olan reenkarnasyon inancının altyapısında dahi bu tespitin de yeri var. Peki, dosyamıza konu LGBT hareketlerinin bu tespitlerle ne ilgisi var?

“Canlılık, tanımı gereği üreme olgusunu bünyesinde barındıran bir yapıdır. Eğer bir şey kendi kopyalarını üretemiyorsa, canlı değildir. Canlılık için tek şart üreyebilmek değildir; ancak üreyebilmek, canlı olmanın şartlarından bir tanesidir. Dolayısıyla canlılık ile üreyemeyen varlık kavramları birbirlerini dışlamaktadır.

Kadim bir kültür olarak LGBT (!)

LGBT, “lezbiyen, gey, biseksüel, transseksüel” kelimelerinden meydana gelen bir terim hâlini aldı. Ülkemizde LGBT’yi “Lûtîlik” şeklinde ifade eden kullanımlar da mevcut. Kaldı ki bu ifade ilk harfinden son harfine kadar yanlış!

Farsçadan ileri gelen bir dil kuralı olarak bir ismin sonuna “-î” ilâve etmek, o isme atıf yapar. Yani meselâ “Ankaralı” demek isteyen biri Farsça “Ankarevî” diyebilir. Ya da Hazreti Muhammed’den (sav) taraf olan birini “Muhammedî” diye tarif edebiliriz. Kaldı ki Hazreti Musa’ya (as) inananlara “Musevî”, Hazreti İsa’ya (as) inananlara da “İsevî” denir.

Hazreti Lût’un (as) da içinde yaşadığı kavimden birini “Lûtî” diye tanımlamak için, o kimsenin Hazreti Lût’a ve getirdiği dine inanması, ona taraf olması gerekir. Ondan taraf olmadığı gibi ona ve fikrine düşman olan birine “Lûtî” denemez. Denmesi dil kuralına aykırı olduğu gibi anlamlı da değildir. Fakat enteresan bir ısrarla, eşcinsel ilişkiyle meşhur olup Hazreti Lût’a karşı mücadele edenlerden oluşan bir kavmin eyleminden ötürü bugünkü eşcinsel eyleme ve LGBT hareketine bağlı/destekçi olanlara “Lûtî” demek adeta moda. Bir kınama ancak bu kadar yanlış yapılabilir!

Kısaca belirtelim: LGBT ifadesindeki L, “Lût” değildir!

Madem Lût Nebî’nin tebliğde bulunduğu kavimden söz açıldı, LGBT üzerine açılan Vikipedia sayfasındaki şu tarih bilgisine bir göz atalım:

“İnsanlık tarihi kadar eski LGBT ve eşcinsellik…

Eski kaynaklarda Milât öncesi 3000-2000 arasındaki döneme kadar uzanan LGBT’nin tarihi ile ilgili en eski yazılı belgeler Eski MısırSümerler ve Hititlere uzanmaktadır.

Bazı Mezopotamya tapınaklarında, yakın zamana değin Hindistan’da süren bir uygulamaya benzer biçimde kutsal fahişelerin yanı sıra kültür hizmetine verilmiş eşcinsel fahişeler bulunmaktaydı. Yine özel bir önemi olan iki eski Doğu halkı Hititler ve Yahudiler, LGBT tarihinde yer almıştır. Milât öncesi 1400’lerden kalma bir Hitit yasa derlemesinde erkekler arasında evliliğe izin veren bir madde belirlenmiştir. Bu yasa tarihte eşcinsel evliliğe izin veren ilk yasa olma özelliğini de taşımaktadır. Bir diğer topluluk; Yahudiler ise eşcinselliğe karşı yürüttükleri mücadeleyle tanınırlar. Batı uygarlığının eşcinselliği mahkûm etmesinin temelinde önce Musevilik, daha sonra Hıristiyanlık kaynaklarında yer alan bu mücadele yatmaktadır.

Akdeniz uygarlığında LGBT ve eşcinselliğin göreceli olarak daha serbest olduğu, sosyal açıdan kabul gördüğü, hatta bazı boyutlarıyla yüceltildiği bir ülke de Antik Yunanistan olup, burada pederastik (Türkçeerkeklerle genç erkekler arasındaki ilişki ve aşk veya kadınlarla başka kadınlar arasındaki ilişki ve aşk) edebî, sanatsal ve felsefî konularda saygınlık kazanmıştır. Bu saygınlığın Yunan mitolojisine de yansıdığı, Tanrı Zeus’un kartal kılığına girerek genç Ganymades’i kaçırmasından açıkça anlaşılabilir. Yine Eski Yunan sanatının büyük bölümünde eşcinsellik bir esin kaynağı olmuştur. Sanatta çıplak, yarı çıplak erkek figürleriyle başlayan bu akım, Milât öncesi 5 ve 4’üncü yüzyıllarda heykel sanatıyla daha da ilerlemiş ve tarihte bir daha eşine rastlanmayan bir yoğunluğa ulaşmıştır.

Eski Yunan şiirinde de eşcinselliğe dayanan esinin büyük yeri vardı. Ama yalnızca erkek eşcinselliği değil, kadın eşcinselliği de işleniyordu. Kendisi de biseksüel olan Sappho’nun şiirleri bunun kanıtıdır. Tarihî kaynaklarda Sappho’nun Midilli’de (eski adıyla ‘Lesbos’) sa­de­ce kız­ öğrencilerin eği­tim gör­dü­ğü bir cim­naz­yu­mu bulunmaktaydı. Ken­di­sinin de eş­cin­sel olduğu düşünülen Sapp­ho’nun cim­naz­yu­mu, öğ­ren­ci­le­ri ara­sın­da eş­cin­sel ilişki ya­şan­dı­ğı ge­rek­çe­siyle hal­kın ve yö­ne­ti­ci­le­rin tepkisini çek­miş ve ada­da eşcinsel olduğu düşünülen kişilere karşı homofobik olay­lar ya­şan­mış­tı. Yine Sappho, yazdığı şiirlerinde kadın arkadaşlarına ve öğrencilerine tutkuyla ve aşk ile seslendiği için onun lezbiyen olduğu düşünülerek Lesbos tiranı tarafından Sicilya’ya sürgüne gönderilmiştir.

Antik Yunan’da ‘tribades’ denilen kadınlarla cinsel ilişki kurmaya erkeklerle olduğundan daha fazla düşkün olan kadınlar için kullanılmış terim de eski kaynaklarda yer almaktadır. Yine cumhuriyet dönemi Roma uygarlığında eşcinsel ilişkiler sert bir baskıyla karşılanıyor, bu baskı sadece bir Roma vatandaşı söz konusu olduğunda uygulanıyor, eşcinsellik bütünüyle yadsınmıyordu. 

Antik Çin’in bütün tarihi boyunca, özellikle Han Hanedanı döneminde eşcinsellik çok yaygındı. Feodal Japonya’da askerî çevrelerde eşcinsellik tipik bir olguydu. Akdeniz bölgesinde ise Orta Çağ Arap uygarlığında erkekler arasında eşcinsel ilişkilerden esinlenilen bir şiir geleneğinin geliştiği bilinmektedir. Yine bu konuya ilişkin birçok anekdot vardır… Arap ülkelerinde erkekler arasında eşcinselliğe ait gelenekler günümüze kadar sürmüştür. Afganistan’da kadın gibi giyinmiş ve makyajlı oğlanlar, 19’uncu yüzyıla kadar zengin erkeklerin haremlerinin bir parçasıydılar. Kâşif Richard Francis Burton bir yazısında, Afganistan’daki bu durum için, ‘Afganlar büyük ölçüde ticarî gezginlerdir. Her bir kervanda neredeyse tümüyle kadın giysileri giymiş oğlanlar ve gençler vardır. Gözleri sürmeli, yanaklarına allık sürülmüş, uzun bukleli, kınalı parmakları, görkem içinde develerini süren bu oğlanlara ‘gezgin karılar’ denir, kocaları yanlarında sabırla uzun yolculuğa katlanırlar’ demiştir.”

En başından itibaren tek tek her cümleye şerh düşmek istemem ama “İnsanlık tarihi kadar eski” ifadesiyle başlayan bir tarih anlatısının rezalet seviyesi ortadadır aslında. Ama derdimiz bu değil. Derdimiz ne? Hemen şu bir bölüm önceki izahımızı hatırlatalım:

“Bir sosyolojik çözümleme yapmak ve bu çözümlemeye uygun politikalar uygulamak için üzerine çalışılan toplumun kodlarını deşifre etmek şart. Bu anlamda din, folklor, bilim ve sanat üslûbu politik ilkeleri yönetir. Bu bağlamda Hindistan’dan Afrika’ya, Balkanlardan Lâtin Amerika’ya toplumsal bir ortak nokta bulunuyor: ‘Fakirsen, kaderine razı ol!’”

Hem lezbiyen, hem homoseksüel ilişkilere zorlanan bir kesim var. Bu kesim hangi tarihî toplumdan bahsedilirse bahsedilsin, köleler yani fakirler. Yani “zayıflar”… Evet, Evrim Teorisi ile söylenen ve daima ezileceği belirtilen “zayıflar”!

Günümüz projeksiyonundan bakıldığında bir gelecek tasavvuru söz konusu. Bu tasavvura göre bir tarafta küresel devler var, diğer tarafta maaşla çalışan işçiler. Devler, işçilerin sahipleri olmaya ve sahipleri kalmaya niyetliler. Bu tarihte böyleydi, bugün de böyle. Eşcinsel ilişki, bu anlamda devlerin sahip oldukları her varlığın yaşantısına tam hâkimiyet kurma arzusu. Yani “İtaat edersen yaşamana izin veririm” tatmini… Başka bir ifadeyle, “Benim olursan yaşamana izin veririm” tatmini…

Peki, bugünün kendi isteğiyle eşcinsel olan figürleri hangi tiranın arzusunu yerine getiriyorlar? Meselâ çocuk sahibi dahi olamayacak bir eşcinsel, küresel güce nasıl hizmet eder?

Bir tek hücreli canlı dahi kalıtsal özelliklerini aktararak ölürken ölümsüzlüğe ermek arzusunu yerine getirmek için ürüyorsa, eşcinsellik düşüncesi/yaşantısı neye yarar?

Dev piyasa: Sunî ihtiyaçlar ve sunî çözümler

Evvelâ belirtmeliyiz ki, her eşcinsel birey, küresel üreme fabrikasıdır. Çünkü aileden ve aile fikrinden bağımsızdır. Çocuk sahibi olmak isteyen ve bu hevesine ulaşansa aileden ve aile fikrinden bağımsız insan yetiştirir. Çünkü çocuk ve aile demek, zaman ayrılması gereken iki özel başlık demektir. Bu iki özel başlık ortadan kalkarsa, bünyesinde çalışılan işe daha çok zaman ayrılır. Ve güç sahibi, hâkimiyet alanını genişletir.

Bu durakta ikinci bir not ise şu: Özellikle son 10 yıllık süreçte sürekli bir “yeryüzünün kısıtlı kaynakları” vurgusu söz konusu. Ve Kovid-19 Salgını üzerinden dillendirilen bir mesele olarak dünya nüfusunun sistematik bir şekilde azaltılmasından söz ediliyor. Küresel güçlerin LGBT’yi desteklemelerinin ardında bu söylemin katkısı sizce yüzde kaçtır?

Peki, buraya gelene kadar yazdıklarımızın en başına dönecek olursak, bir tek hücreli canlı dahi kalıtsal özelliklerini aktararak ölürken ölümsüzlüğe ermek arzusunu yerine getirmek için ürüyorsa, eşcinsellik düşüncesi/yaşantısı neye yarar?

Her sorunun bir çözümü vardır. Bu anlamda da her kör satıcının bir kör alıcısı vardır. Veya her kör alıcının bir kör satıcısı…

Aile kurmak istemeyen tekil biri veya eşcinsel bir ilişki içinde olan iki kişinin de yavru sahibi olmak gibi bir arzusu olabilir. Fakat bunun imkânları sınırlıdır. Hatta doğrudan düşünüldüğünde imkânsızdır. Ancak hem yaşayış ısrarı, hem de bu arzudaki ısrar, bedeli yüklü çarelerle giderilebilir.

Bu bağlamda dünyada sperm bankacılığı, suni tohumlama, taşıyıcı annelik, hatta doğurganlık turizmi şeklinde kurulan piyasalar var. Bu piyasaları yöneten ve ciddî büyüklükteki sağlık ve ilaç şirketlerinin varlığı ve ellerindeki bütçelere değinmeyi isterdik ama konumuzun dışına çıkmaktan şimdilik imtina ediyoruz.

Özellikle son 10 yıllık süreçte sürekli bir “yeryüzünün kısıtlı kaynakları” vurgusu söz konusu. Ve Kovid-19 Salgını üzerinden dillendirilen bir mesele olarak dünya nüfusunun sistematik bir şekilde azaltılmasından söz ediliyor. Küresel güçlerin LGBT’yi desteklemelerinin ardında bu söylemin katkısı sizce yüzde kaçtır?

Sonuca bağlayalım mı?

Aslında bu dosya belki de bir başlangıç, ama buraya kadar ifade ettiklerimin şöyle anlaşılmasını istiyorum: Bir Müslümana “LGBT’den uzak dur” demeye gerek yoktur. Ayrıca İslâm terminolojisiyle, LGBT ilişki içindeki birini ikna edemeyiz. Zira konu, bilim çerçevesinde bilimperestlerin vizyonsuz ve desteksiz yaklaşımları yüzünden felâket ve rezalet biçimde laçka hâle gelmiş durumda.

Bir Müslümanın bu konuya tavrı ise, Kur’ân’da Lût Nebî’nin karısı üzerinden verilen mesajla açık olmalıdır. “Saygı duyarım” demek, Allah’a saygısızlıktır.

Ve en başa dönerek konuyu bağlayalım…

Şeytan insana öyle düşmandı ki Kabil’e sorununun çözümü olarak öldürmeyi tavsiye etti. Şeytan’ın muradı en başından beri insanın yok olmasıydı. Cinayet ise onun en kolay yok etme stratejisi. Peki, öldürtemediğinde ne yapabilir? Meselâ çoğalmasını engelleyecek bir plân bulur. Sizce bulmamış mı?

 

https://tr.wikipedia.org/wiki/Tek_h%C3%BCcrelilerde_%C3%BCreme

https://evrimagaci.org/canlilar-neden-uremeye-karar-verdiler-uremeden-de-evrimlesemezler-miydi-5524

https://tr.wikipedia.org/wiki/LGBT