Leylâ durağı

Sonunda zor da olsa çevirdim. Adamın dönmesiyle birlikte dehşete kapıldım. Gerçekten inanılmazdı. Aynaya bakıyor gibiydim. Benim şaşkınlığıma karşılık, onun yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı. İçinde bulunduğum durum, açıklanacak gibi değildi. Kendime kızmaya başlamıştım. Durup dururken plân dışına çıkmış olmanın cezasını mı çekiyordum?

SİZE defalarca bilmediğimi, görmediğimi söyledim; sürekli aynı soruları sormanızın bir anlamı olmadığını artık anlamalısınız!

Farkındaysanız -ki öyle olduğunu umuyorum-, yeterince acı çekiyorum zaten. Vücûdumun değişik yerlerinde, her nefes alışta kendini hatırlatan, nefes almayı bile eziyet hâline getiren ağrılarımın şiddeti, sizin sorularınızla daha da katmerleniyor. Üstelik cevapsızlığım, girdap gibi beni içine çekip karanlığında yutuyor. O karanlıkta kendimi hiç bitmeyecek bir düşüşteymişim gibi hissediyorum ikinci defa.

Birincisini iki gün önce -biliyorsunuz- alacakaranlıkta, vücûdum kaldırıma doğru gittikçe azalan bir açıyla ama çoğalan bir acıyla ve merakla eğilirken hissetmiştim. Tenimde tam olarak nerede başladığını anlayamadığım sızılar sinir uçlarıma kadar ulaştığında, ben, “Başımı kaldırıma daha hızlı nasıl çarpabilirim?” diye düşünüyordum. Sonrası benim için muamma! Gözlerimi açtığımda buradaydım… Aslına bakarsanız, öncesi de muamma… Çünkü o saatte orada ne aradığımı da bilmiyorum. Bildiğim, neredeyse yirmi dört saat uyanık olan bu şehrin en dingin, huzurlu ve sakin zamanını yakaladığımı sanıp birazcık o huzurdan nasiplenmek isteyişimdi.

Ben huzur bulmak istediğimde, sevincimi de, hüznümü de paylaşmak istediğimde o tarafa doğru yürürüm. Evime çok uzak, biliyorum; size pek mantıklı gelmiyor, bunun da farkındayım. Lâkin bildiğim bu! Size de olmaz mı böyle; içinizde biri vardır sanki ve sizi gideceğiniz yöne doğru yönlendirir… Ya da içinizde biri vardır ama o, içinizde olan dışınızdadır ve çağırır zaman zaman. Dayanamazsınız, çünkü gitmemenin beyninizde oluşturacağı çelişkiyi, handikapı yaşamayı göze alamazsınız.

Şimdi durmadan tekrar eden sorularınıza, adım ve soyadımdan başka verebileceğim bir cevabım olmadığını anladınız mı?

Bunu anlamayacak izandan yoksun olamazsınız! Olamazsınız, siz de insansınız çünkü. İnsan olan, insanın acısını anlar, öyle değil mi? Hattâ, “İnsan olan, insanın acısını alır” derler, duymadınız mı daha önce? Tıpkı yaraya sürülen merhem gibi… Ya da belki icraatı boyundan büyük, küçücük bir hap gibi şıp diye alır ağrısını… Bir söz işitir kulakları, sonra o söz gider, kalbinde dokunur bir yerlere; unutur ağrısını, yüzünde bir gülümsemeyle çiçek çiçek bahar olur içi dışı insanın.

(“Madem öyle, neden bu kadar acı var?” diye bir soru gelebilir aklınıza. Ama söyleyin o soruya, gelmesin aklınıza!)

Benim sizden böyle bir talebim yok elbette. “‘Bir teselli ver’ arabeskliğinde açtım kulaklarımı, sizi dinliyorum” demiyorum. Tam tersine, “Kapatın ağzınızı!” diyorum, “Ağzınızla birlikte dosyayı da kapatın ve beni bırakın”. Şu yeni, şu taze ağrılarımı da alıp gideyim buradan. Beni bekleyen bir sabır, beni özleyen bir kahır, bensiz olamayan bir hüzün ve en önemlisi de yolumu gözleyen, “Kalu: Belâ” kadar kadim sancılarım var. Ben gitmesem açılmayan kapılarım, ben bakmazsam ağlamayan aynalarım var. Sizin de ağlayan aynalarınız var mı?

Beni anlamadığınızı, ben konuştukça sürekli “Ben anlamadım, sen anladın mı?” der gibi birbirinize bakıp durmanızdan anlıyorum. Gözünüzün seğirmesinden, suratınızdaki ekşilikten, yüzüme çözümü için onlarca formül gerektiren fizik problemlerine bakar gibi bakmanızdan anlıyorum. Bu, sizin çözebileceğiniz bir sorun değil. Kaldı ki bu, çözülebilecek bir sorun da değil. İşte tam da bunun için “Bir an önce bırakın” diyorum! Kendinizi yoracaksınız… Size de yazık, öyle değil mi?

Siz yoruldukça beni de yoracaksınız, biliyorum. Ey insan evlâdı! İki gündür çektiğim ağrıların, sızıların üzerine bu yorgunluk hiç de tahammül edilir olmaz. Ya da belki adresini şaşırmış o bıçağı navigasyon marifetiyle kalbime yönlendirin, sonuç garanti olsun, hepimiz mutlu mesut ayrılalım buradan, ne dersiniz? Biliyorum, görevinizi yapıyorsunuz ama biraz da insanlık yapın ve hastaneyi hapishaneye çevirmeyin, olur mu?

Bakın, şikâyetçi de değilim üstelik. Bugüne kadar hiç olmadım da… Prosedürünüzü mümkün mertebe beni işin dışında tutarak uygulayın lütfen! Benden gitmesi gereken bir parça kan, bir parça canmış, o da gitti… Kalması gerekse inanın kalırdı. Vücûdum için fazlalık, kaldırımları mesken tutanlar için ihtiyaçtı belki de. Kim bilebilir, değil mi?

Kendimi o karanlıkta gökyüzü ile kaldırım arasında sıkışmış hissederken, dilini böğrümde gezdiren mutlu bir kedi hatırlıyorum meselâ… Gülmeyin, ne düşündüğünüzü tahmin edebiliyorum…

Ne diyordum?

Evet, bu hep böyle olmuştur… Ben benden gitmesi gerekenleri ve gitmek isteyenleri usûlüne uygun şekilde uğurlamışımdır her zaman. Bu bazen el sallayarak olmuştur, bazen de bildiğiniz gibi işte… Arkadaşlar, siz hiç çok sevdiğiniz birine vedâ ettiniz mi? Gözlerinize tuz basıldığı, kalbinizin acıdan burulduğu, midenize krampların girdiği, bütün kaslarınızın birden eridiği oldu mu?

“Burada soruları biz sorarız!” dercesine bakmayın bana. Ben sadece işinizi kolaylaştırmaya çalışıyorum. Madem öyle, sustum!

-Tamam, ‘Hepsini anladık’ diyelim… Peki, Leylâ kim?

***

Her ay olduğu gibi günlerdir kurgulamaya çalıştığım, zihnimde dolaşıp duran öyküyü yazmak için oturmuştum bilgisayarın başına. Daha “Bismillah” deyip tek kelime yazamadan, adını hâlâ bilmediğim ve kalbi böğründen daha çok kanayan bu yaralı adam çıktı karşıma. Cadde kenarında, kaldırımda, sokak lâmbasının loş ışığı altında bıçaklanmış, yatıyordu. Kalbi içe kanıyordu, bedeni dışa…

Gencecikti, iki bıçak darbesi almıştı. Vücûdundan kan boşalıyordu. Kendinden geçmiş olmalıydı. Kendinden çoktan geçmiş olmalıydı ki bu saatte buralarda dolaşıyordu… Eğilip yüzüne doğru baktım. Yaşıyordu… Ya da yaşıyor gibiydi… Hayatta olup olmadığını o an bir soru olarak kendisine yöneltsek, aynı cevabı verecek gibi geldi bana: “Yaşıyor gibiyim…”

Bazılarımızın yaşamaktan anladığı şeyle yaşamak zorunda olduğu şey başkadır. Hayat dayatır kendisini. Gitsen, gideceğin bütün yerler boşluktur; kalsan, durduğun yer ateş çukuru… Bu genç için de durum böyle olmalıydı; zira kan kaybeden insanın vücûdu soğumaya başlarken, bununki tam tersi tepki veriyordu. Uzaktan bile hissedilebilen bir ateş çemberindeydi sanki…

Ona nasıl yardım edebileceğimi bilemedim. Kaldırımda yüzükoyun öylece inleyip duruyordu. Cadde ıssızdı. Etrafında dönüp duran, ara sıra kafasını adamın ceketinden içeri sokmaya çalışan sokak kedisinden başka kimsecikler yoktu. Vücûdundan sızan kanlar kaldırım taşlarının arasında kendine yol bularak akmaya çalışırken, ben de şok olmuş bir vaziyette adamı seyrediyordum.

Ne yapabilirdim? Hiçbir şey olmamış gibi adamı öylece bırakıp gidebilir, kurguladığım ve yazmayı düşündüğüm öyküye geri dönebilirdim… Bu çok komik olsa da, ambulans çağırabilir, yardım gelene kadar adamın yaralarına turnike yapabilirdim… Yardım beklemeyip adamı kucaklayarak yakındaki bir hastaneye götürebilirdim…

Adama dokunup dokunmamakta bir müddet tereddüt ettikten sonra cesaretimi toplayıp sırtüstü çevirmeye çalıştım. Ne yapmaya çalışıyordum? Adamı çevirirken kanı bulaşacaktı ellerime… Suçlanacaktım belki de... Ama bıçak yoktu. Suç aleti yoksa suç da yoktur.

Sonunda zor da olsa çevirdim. Adamın dönmesiyle birlikte dehşete kapıldım. Gerçekten inanılmazdı. Aynaya bakıyor gibiydim. Benim şaşkınlığıma karşılık, onun yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı. İçinde bulunduğum durum, açıklanacak gibi değildi. Kendime kızmaya başlamıştım. Durup dururken plân dışına çıkmış olmanın cezasını mı çekiyordum? Böyle bir şey nasıl olabilirdi? Benim bir ikizim vardı da bula bula burada mı bulmuştu beni? Kim inanır şimdi bu yaşananlara?

İrkildiğimi gören adam, benim daha zor durumda olduğumu anlamış olmalıydı. Dudakları oynamaya başladı. Sanırım bir şeyler söyleme çabası içindeydi ama öyle hâlsiz düşmüştü ki konuşmaya mecâli yoktu. Zaten biraz sonra gözleri kapanıp başı yavaşça yana düştü. Kapanmadan önce baktım gözlerine adamın kendi gözlerime bakar gibi. Gözlerinden kalbine giden o uzun ve karanlık yola düşeyim istedim. Nerede biter, nasıl biter bilmediğim bir yolculuğa azıksız ve hazırlıksız çıkayım istedim. Onu buraya getiren sebep her neyse, vâkıf olayım istedim…

Çok şey istedim, biliyorum. Kim kime yolun sonuna kadar yoldaşlık edebilmiş ki? İmarı mümkün olmayan yıkık bir şehrin üzerini örter gibi kapattı gözlerini genç adam. İçinin yangınını yaşadığı bu şehirden gizler gibi çevirdi başını ve dünyanın ağırlığına artık dayanamaz gibi düştü başı yana…

***

Adam hastane polisi tarafından sorgulanmaktaydı. İki gün önce sabaha karşı bir kaldırımda sağ bacağından ve sağ boşluğundan iki bıçak darbesi almıştı. Polisler adamı kimin bıçakladığını öğrenmeye çalışıyordu ısrarla. Bu onların görevi… Öğrenmek zorundalar ama öğrenemeyecekler. Çünkü adam gerçekten bilmiyor kendisine kimin ya da kimlerin saldırdığını. İnanmayacaksınız belki, ama inanın, ben de bilmiyorum!

Hastanede kendisini polislerin elinden kurtarmam için yalvarmasına rağmen bütün prosedürleri atlatıp onu hastaneden çıkarmaya gücüm yetmedi. Ben, bir daha ayrılmamaya karar vererek öykümün başına döndüm. O hâlâ hastanede ve bütün sorular cevapsız kalacak da olsa muhtemelen sorgulanmaya devam ediyor…

Polislerin de en çok merak ettiği soruya gelince…

Leyla’nın kim olduğunu ben de bilmiyorum. Dünyadaki bütün kum zerreleri biliyor belki ama ben bilmiyorum. Benim bildiğim, adamın bıçaklanıp düştüğü yerin az ötesindeki otobüs durağının adıydı Leylâ…