Letafetin gönülcesi

Şimdi bir şiir geçse sokağımdan; eskiyi alıp yenisiyle takas yapan, yarım kalan yasların başını okşayan, kalbinde yanık kokusu olmayan sevdaları kovalayan, zengin kalkışıyla karanlığı uğurlayan, cevahir bakışlı yarınları karşılayan…

İNSAN ruhu güzele meyillidir, bunun için belki de müzik için “ruhun gıdası” denilmiştir. Güzel olanı görmek, duymak isteyen ve bu ihtiyacını sanatla karşılayan insan, salt güzelliğin arayışı içindedir.

Herkesin kendince bir güzel anlayışı vardır. Benim için sanata dair yelpazenin içinde güzellik ve estetiğin en başında “şiir” yer alır. Şiir içinse “Ruhun aynasıdır” derler. Bu durumda ruhu besleyen müziğin akranı sayılabilir mi şiir?   

“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak/ Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak/ O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak/ O benimdir, o benim milletimindir ancak// Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl/ Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet bu celâl/ Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl/ Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl” derken Şair, harf harf yükseltirken sözcüklerin gücünü göğe ve koşar adım avaz avaz akla seslenirken, bir ayrılık türküsünün ince ve zarif şekilde kalbe yürümesini nasıl açıklayabiliriz? 

Birbirine mânâ bakımından hayli yakın, öyle de uzaktır bu iki sanat dalı. Biri hemen hemen her an yanı başımızda olan, anne karnındaki bebekten tutun da her yaşta, her kesimden, her düşünceden insanın ulaşılabileceği bir sanatken, diğeri bir arayışın öyküsüdür. Dünyayı değiştirmek isteyen kimselerin ruhunu saran, şuursal, fikirsel, düşünsel ve düşsel bir kisvesidir. 

Şiir; sırtını yaşama yaslayan, masum eylemleri yükleme yakın tutan, mazlumun yanında duran, zulme yandaşlık eden sessizliğe başkaldıran bozguncudur. Özel bir duyuş, özel bir hissediş, kalbe yakınlığı kadar akla zarar, çılgın bir haykırıştır. Şiirin en güzel tarifi ise tarif edilemez oluşudur. Yaşamdan ilhamını alan, yaşamın atardamarlarına dokunan, ruha oksijen, umuda ışık, ışığa yol, yola revan tüm zaman ve şartlara hâkim bir değeri vardır. Üşüyen kalplerin üzerini örten şiirin olmazsa olmazı elbette duygudur. Uyanışa geçmenin verdiği sancılı bir duyuştur.   

Diyorum ki, her gün önümüze bir şiir düşse ya da biz şiirin izini sürsek ve mânâdan alınan tadın ruhta nasıl lezzete dönüştüğünü görsek… Şiir geçse her daim sokağımızdan; pencereden bakarken, kapıdan çıkarken, balkonda kahvemizi yudumlarken rastlayıversek bir şairin yürek sesine, heybesinde ne varsa duy/umsa/sak… Biraz hüzün kovan kuşu, bir tutam dünya, çokça umut, bulut bulut gözyaşı… Ve kendimize envaiçeşit bir sofra kursak...  

Diyorum ki, şimdi bir şiir geçse sokağımdan, seslense şair “Ayrılık, gurbet, vuslat, acı, hüzün, keder, isyan var!” diye... Şairin sözü özüme, şiirin eli elime değse… Bir parça vuslat alsam, her mısrada kendime rastlasam, zihnimdeki pus dağılana dek göz göze gelip ağlasam… “Zamanın dışına çıksam, mekânın kelepçesinden kurtulsam”… Mevcut şartların mahpusluğundan azat olup kendimle olan vuslatımı yaşasam… 

“Beni zaman kuşatmış, mekân kelepçelemiş/ Ne sanattır ki, her şey her şeyi peçelemiş/ Perde perde veralar; ışık başka, nur başka/ Bir anlık visal başka, kesiksiz huzur başka/ Renk, koku, ses ve şekil ötelerden haberci/ Hayat mı bu sürdüğün, kabuğundan ezberci/ Yoksa göz görüyorum sanmanın öksesi mi/ Fezada dipsiz sükût duyulmazın sesi mi?” (Necip Fazıl Kısakürek) 

Şimdi bir şiir geçse sokağımdan, tutunsak damperine, Edirne’den Kars’a diyar diyar dolaşsak… Sarıkamış’a varsak, selâm versek kalın karlar altında açan kardelenlere… Sonsuz bir ışığı kalbimizde çoğaltıp acının birleştiği noktada buluşsak… Allahuekber dağlarında tüm memleketi saracak sıcaklıkta buruk yüreklerimizin atışı yankılansa... Mısra mısra Çanakkale’ye doğru yol alsak, yeniden doğmak için nasıl şehit düştüğümüzü hep birlikte anımsasak… 

Şiir bu, ötekileştirmez ki vatanın doğusu batısı diye; Şanlıurfa’nın sıra gecelerinden Konya’nın mistik atmosferine, Karadeniz’in hırçın denizine, birlik ve beraberlik üzerine konuşur hep dize dize. Ah bir de sultanlar sultanı İstanbul’a vardık mı, harf harf işler tarih içimize: “Sen Koçhisar’da tuzum/ Sille’de kızım/ Çift kulaklı Sürmene bıçağı belimde/ Varmışım çiğ köfte yemeye Adana’ya/ Dadaloğlu’ndan bir koçaklama dilimde:/ ‘Şu yalan dünyaya geldim geleli’/ Hey vatanım, bacım, sağdıcım, emmim/ Senden bir yara her yerimde/ Desteye güreşmişim Kırkpınar’da/ Durmuş da yorgunluk çıkarmışım/ Bir akşam vakti/ Dört bardak kırtlama çayla Erzurum’da…” (Turgut Uyar)

Şimdi bir şiir geçse sokağımdan; eskiyi alıp yenisiyle takas yapan, yarım kalan yasların başını okşayan, kalbinde yanık kokusu olmayan sevdaları kovalayan, zengin kalkışıyla karanlığı uğurlayan, cevahir bakışlı yarınları karşılayan…  

“Yaşamak şakaya gelmez/ büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın/ bir sincap gibi mesela/ yani yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden/ yani bütün işin gücün yaşamak olacak// Yaşamayı ciddiye alacaksın/ yani o derecede, öylesine ki/ mesela kolların bağlı arkadan/ sırtın duvarda, yahut kocaman gözlüklerin/ beyaz gömleğinle bir laboratuvarda insanlar için ölebileceksin/ hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için/ hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken/ hem de en güzel, en gerçek şeyin/ yaşamak olduğunu bildiğin hâlde// Yani öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı/ yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin/ hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil/ ölmekten korktuğun hâlde ölüme inanmadığın için yaşamak yanı ağır bastığından…” (Nazım Hikmet Ran)

Şimdi bir şiir dursa sokağımda, tezgâhını kursa manavın yanındaki kaldırıma, en orijinal duyguları bandrolsüz satsa... En yoksul yanımızdan vurulsak, ötelere bakan sözkârların yani letafetin gönülcesini kuşananların, gözüne düşen maveranın gölgesinde dursak…  Çıplak söze ruh giydirirken kalp terlemelerine şahit olsak…  

“Tabip neşter vurma gönül yarama/ Kapat üzerini, sar, gizli kalsın/ Zahmet edip boşa ilaç arama/ Fark eden olmasın, dur gizli kalsın/ Yaradanım hoş yaratmış cismini/ Gönlümün köşküne astım resmini/ Sayıkladım durdum yârin ismini/ Allah’ın seversen, sil gizli kalsın/ Sevdiğimi söyle, durma koş götür/ Mektup yazamadım, zarfı boş götür/ Gözlerimden birkaç damla yaş götür/ Götür sevdiğime ver gizli kalsın/ Sevdasını çektim çile demedim/ Bülbüle demedim, güle demedim/ Kalbimde sakladım, ele demedim/ Bırak gönlümdeki yar gizli kalsın/ Eminoğlu sevda yaşattım serde/ Can dayanmaz aşk denilen bu derde/ Senden sorarsa ‘Mezarı nerde?’/ Onu da söyleme, yer gizli kalsın.” (Âşık Sıtkı Eminoğlu) 

Şimdi bir şiir çat kapımıza dayansa… Kâh kavgamızı versek haksızlık karşısında, kâh gölge edenle gölgede kalanı barıştırsak… Esen bir rüzgâr olsak, Eylül’de sararıp solsak, Haziran’da yeşile dursak… Şiirle yollara düşsek, denizleri aşsak… Bir düşün içinde kaybolup gerçeğin içinde kendimizi bulsak…