ATALAR, atalar; nur
içinde yatalar. Söyledikleri sözlere bakınca, tam isâbet oluşuna şaşmayana
şaşmalı.
Atasözlerinin
hedefi hep on ikiden vurması, deyimlerin cuk oturması, ne kadar çarpıcı.
Bazen
birbiriyle çelişiyor ataların söyledikleri.
Yine
de netice aynı.
Zira
hayat da bazen öyle, bazen böyle denecek yapıda. Akış tek yönlü, manzara tek
cepheli değil.
Misal
mi?
“Denizi
geçip derede boğulmak…”
Nedir
bu, nasıldır?
Millî
Futbol Takımı’nın Hollanda ve Norveç gibi güçlü takımları yendikten sonra
Letonya ile berabere kalmasını izah etmektedir o söz.
Sanki
evvelce o maçı seyretmişler de alacağımız sonucu biliyorlarmış gibi söyleyivermişler.
İlk
iki maçta 7 gol attı bizim çocuklar.
Hollanda
maçı 4-2, Norveç maçı 3-0 bitti.
Yüzümüz
güldü.
Ay-yıldızlı
ekibin iki maçta aldığı bu sonuç, bir rekordu.
Hollanda
ve Norveç gibi zorlu rakipler karşısında attığı 7 gol, “Dünya Kupası
elemelerinde en çok gol atılan grup maçları başlangıcı” olarak târihe geçti.
Daha
önce de iki maçta 7 golümüz vardı.
Aklımıza
gelince, birkaç sene öncesiymiş gibi düşünsek de aradan çeyrek asır geçmiş.
1996
Avrupa Şampiyonası elemelerinde Macaristan’a 2, İzlanda’ya 5 gol atmıştık.
Ancak
onlar “başlangıç karşılaşmaları” değildi.
O
elemelerde Macaristan da bize 2 gol göndermiş, İzlanda ise sahadan gol atamadan
ayrılmıştı.
Önceki
akşam İstanbul’da oyuncularımız seyircisiz sahaya çıkarken, yine iyi bir
galibiyet beklentisi içindeydik.
Keyfimiz
yerindeydi.
(Seyirci
olarak hepimizi temsilen Reis oradaydı.)
“Hollanda
ve Norveç’i yenmiş bir takım, Letonya karşısında da çok iyi bir sonuç alır”
düşüncesi vardı hepimizde.
Gönlümüzden
geçen, farklı bir galibiyetti.
Ancak
bir yandan da endişeliydik.
Avrupa’nın
bir kasabası gibi gördüğümüz Letonya’ya karşı oynadığımız maçlarda daha önce
iyi sonuçlar alamamıştık.
“Bu
takıma karşı şansımız tutmuyor bir türlü” diyorlardı bu işleri bilenler.
Pek
çoğumuz, Letonya ile Litvanya’yı karıştırır.
Bazı
Avrupa ve Amerikalıların ülkemize bakışını ve hakkımızdaki cehâletlerini ortaya
koymak için söylediğimiz bir söz vardır. “Sorsak, haritada ülkemizin yerini
bile göstermekte zorlanırlar” deriz.
İşte
böyle bir durum, bizim için de geçerli.
Letonya’yı
haritada gösterecek kaç kişi çıkar?
Fakat
gelin ve görün ki, o ülkeye karşı oynadığımız maçlarda galibiyet yüzü görmek
bir türlü nasip olmuyor.
Letonya
maçında çok basit hatalar yapıldı.
Belki
oyuncularımız rakip takımı yeterince ciddiye almadı.
“Biz
iki büyük takımı mağlup etmişiz, bunları da rahat yeneriz” diye mi akıllarından
geçirdiler, bilinmez.
Rakibi
küçümsemek her zaman tehlikelidir.
Târih
bunun örnekleriyle dolu.
Çerez
gibi görürsünüz, çerez tabağının içinden bir tane demir leblebi çıkar. Leblebi
görünümlü taş… Dişiniz kırılır.
Burada
şanssızlıktan bahsetmek ne ölçüde mantıklı?
Gayet
iyi başladığımız ve uzun süre 2 gol farkıyla önde götürdüğümüz maç, son düdük
çaldığında berabere bitti.
Üç
puan alarak üçte üç yapmış olacaktık ki umduğumuzu bulamadık. Evdeki hesap
stadyuma uymadı. Birer puanla ayrılmak zorunda kaldık.
Kaybımız
2 puan…
Rakip
takımın attığı gollerden biri bariz ofsayt olsa da hakem düdük çalmadı. Biz
ekran başında istediğimiz kadar dövünelim, bir faydası yok.
Her
şeye rağmen işin güzel taraflarını gözden kaçırmayalım.
Bizim
çocuklar, hepimizi galibiyete alıştırdı.
Beklentimizi
yükselttiler.
Önceki
maçlarda golleri yağdıranlar da bizim gençlerimizdi, Letonya maçında üç gol
atıp üç gol yiyen de.
Yeri
gelmişken belirtelim; gol yiyen yalnızca kaleciler değildir. Kalemize atılan
her golde bütün takımın rolü vardır. Sözünü ettiğimiz maçta olduğu gibi…
Bu
karşılaşmada da şans faktöründen bahsetmek bence gereksiz. Gereksizden öte
yanlış.
Atalarımız
şanssızlık hakkında örneği şöyle vermişler:
“Bir
kere ters gitmesin insanın işi, muhallebi yerken kırılır dişi.”
Letonya
takımının muhallebiye benzer tarafı hiç yoktu.
İlle
bir şeye benzetilecekse, tekrar edelim, “leblebi görünümlü taş” diyebiliriz.
Kim nasıl boyamışsa, gerçeğinden farksız olmuş.
Yazık
oldu dişlere.
Yazık
oldu düşlere.
Reis’in
de hiç yoktan canı sıkıldı.