Las Vegas ve dedemin takkesi

Ve ben, o masalsı hayatı yaşayan adamın torunuyum. Bu yüzden onlar gibi olamam, anlıyor musun? Hayatı öylesine yaşayamam. Bundandır verdiğim selâmda bile vefâ aramam. Peki, ya yol görünce heyecanlanmam? Varamamak ya da bulamamak korkusundan mıdır?

LAS Vegas: Herkesin bekârlığa vedâ etmek için tercih listesinin başına iliştirdiği, insanlara para harcatmak için plânlanan, eğlencenin her türlüsünü barındıran ama asla arındırmayan, çölün orta yerinde, kafalardaki çöl manzaralarının aksine gökten refah yağan, bir nev’i yaratılmış şehir...

Lâfın daha en başında belirtmek isterim ki, bu yazı asla ve kât’a bir gezi yazısı değildir. Şüphesiz ki O, yanımdan tüylü şapkalarıyla geçen yarı çıplak hanımlara da Vekil’dir ve Amerikalıların keşfedemediği en önemli şey peynirdir.

İşte böyle bir Las Vegas sabahında, “Bu sabah acaba ananas mı kemirsek, yoksa gidip marketten hazır gıdalardan mı çöplensek?” diye düşünürken öğrendim dedemin öldüğünü. Gerçi ben yeni güne uyanırken Türkiye’de akşam olmuştu. Yani çoktan soğuk toprakla buluşmuştu minnoş dedemin nâçiz vücûdu.

Eczaneye gidip ilâç yazdırmış, oradan çıkıp ekmek almış. Yolda yürürken bir çocukla karşılaşmış. Sevmiş onu, “İnşallah benim kadar uzun yaşarsın” demiş. Her zamanki gibi gördüğü herkese selâm vermiş. Hep böyleydi. Allah’ın selâmını dağıtırdı sadaka niyetine. Kimseden kısmadan, kimseyi ayırmadan ve asla atlamadan, tanıyan tanımayan herkese selâm verirdi. Mahalleden bir ablayla da selâmlaşmış ve ona demiş ki, “Bugün her yer çok aydınlık”.

Minnoş dedemin işbu cümlesiyle ilgili hikâyeler hâlâ devam ediyor. Dolayısıyla sarihliğinden emin değiliz. Zira hep böyle olur. Biri öldüğünde, son dakikalarında yaşadıklarını merak ettiğimizden midir bilinmez, ancak böyle cümleler, ölüm sonrası gelişir ve değişir. Ölen kimse için mi, yoksa kendi endişelerimiz için mi bilemiyorum, ama dedem için endişelenmiyorum. Eve gelmiş minnoş dedem. “Biraz kötü oldum” demiş anneanneme, su istemiş. Suyunu içmiş sonra... Sonra… Öyle işte...

Eşim böyle söyledi dedemin öldüğünü: “Öyle işte...”

İnsan anlamak da, anlatmak da istemiyor, biliyor musun? Ölüm bütün çıplaklığıyla karşına çıktığında, adıyla bile yüzleşmekten imtina ediyorsun. Muhtemelen gözlerime bakarken “Öldü” demek ağır geldi diline. Belki de göğsümde kocaman yeri olan dedem hakkında “Öldü” derse düşer bayılırım sandı. Ben de öyle sanırdım. Dedem ölürse düşer bayılırım sanırdım. “Ne yaparım acaba?” diye sorardım kendi kendime. Hıçkıra hıçkıra ağlardım sonra. Histerik bir ruh hastası olduğumdan değil. Üzerimde bu kadar hakkı olan birine borcumun binde birini bile ifa etmem mümkün değilken, ona vedâ etmenin ağırlığı altında ezilirdim.

Onu ziyarete giderken alışveriş yapardım. Bu, annemin alışkanlığıydı. O da derdi zaten “Annesinden öğreniyor bunları” diye. Aslında toplu alışveriş yapamaz, yaşlı vücûdu taşıyamaz diye… Borcumu ifa etmek için değil. Bilirdim onun sonsuz fedakârlığıyla yarışamayacağımı. Ama sebze yemeyi çok severdi. O marullarla maydanozları tek tek ayıklayıp yıkarken oyalansın diye… Çok yorulmasın da biraz daha benimle kalsın diye belki de… “Ne boşuna çaba!” diyorum şimdi. Onu kimseye muhtaç bırakmayana rağmen...

Evet, bırakmadı! İnanılmaz gelebilir. Ama şâhidim. En büyük korkusuydu birine muhtaç olmak. Bu yüzden su bile istemezdi bizden. Onu bile kendisi içerdi. Nitekim ölürken de suyunu kendi içti. İçmiş yani. Ben görmedim. Göremedim. Benim de en büyük korkumdu onun ölümüyle yüzleşmek. “Nasıl?” dediğimi hatırlıyorum, “Nasıl?”. Defalarca tekrarlanan bir “Nasıl?”dan sonra nihâyet sorabildim: “Öldü mü? Dedem öldü mü?” İkimiz de korkularımızdan sakınılmışız meğer.

Şehirde son günümüz... Gezeceğimizi gezdik, göreceğimizi gördük, yiyeceğimizi yedik. Ama baştan sona tekrar tekrar yürüyoruz benim biraz hava almam için. Beynime oksijen giderse acım hafifleyecekmiş gibi. Çok garip değil mi? İliklerine kadar yaşamanı öğütleyen bir şehirde ölümle yüzleşmek yani? Lüksün ve aşırılığın her hâlini ayrı ayrı gözlemleyebildiğimiz bu şehirde, benim bütün soluğum ölüm koktu. Binlerce kilometre uzaktan bir Fâtiha yolladım dedeme ve Las Vegas’ın bütün kaldırımlarına ağladım. Onlara dedim ki, “Yunus dedem harika bir insandı!”. Hey çıplak abla, biliyor musun, dedem hiç kimseye muhtaç olmadan yaşadı!

Adı, “Yunus”... Gel gör ki, kafa kâğıdında “Yunis” yazıyor. Neden, biliyor musun? Çünkü muhtemelen nüfus memuru şiveli konuşuyordu. 1936’da herkesin unuttuğu bir köyde doğdu. Sonra bir gün kaçtı o yerden. Önce büyük şehre, sonra daha büyük bir şehre… Böylece Düsseldorf’taki anıları yalnızca dedemin değil, hepimizin anısı oldu. Yıllar sonra kardeşimle gittiğimiz o yerden dedemi görüntülü aradığımızda anladık insanın memleketinin doyduğu yer olduğunu. Çünkü telefonu açar açmaz, yıllarca yaşadığı o gurbetçi evini tanıdı ve  “Aaa… Vatanım!” diyerek güldü. Ama asla unutmamış geldiği yeri ki, üzerinde çalakalem adını yazdırdığı bir çeşmesi var köyünde.

Yıllar sonra maaile gittiğimizde gördüm ki, o yol gitmeyen köye bile vefâ göstermiş minnoş dedem. İyi ki kaçmış oradan! İyi ki bulmuş anneannemi! Arayan nasıl da her şeyi buluyor, değil mi? Belki yaşarken farkında değildi ama kendini kurtarmak için arşınladığı o yollar sadece ona değil, eşine, evlâdına, dâmâdına, torunlarına ve onu bilip onu biraz olsun yaşayan herkese yol oldu.

Ve ben, o masalsı hayatı yaşayan adamın torunuyum. Bu yüzden onlar gibi olamam, anlıyor musun? Hayatı öylesine yaşayamam. Bundandır verdiğim selâmda bile vefâ aramam. Peki, ya yol görünce heyecanlanmam? Varamamak ya da bulamamak korkusundan mıdır?

Dedem hayatı boyunca kimseye boyun eğmedi. Ama diklenmedi de... Belki de bu yüzden herkes onu çok sevdi. O kadar güzel öldü ki... O kadar ki... Hüznü bile tatlı oldu. Evet, evet, yanlış okumadın! Dedem tatlı bir hüzün bıraktı bize. Geceleri sarılıp uyuduğumuz tatlı bir hüzün… Bir de birbirinden farklı çeşit çeşit takkeleri ile şapkalarını... Bir iki tanesini istedim annemden ve bir buzdolabı poşetinin içine iliştirdim. Kokusu kalsın diye… Makyaj masamın en üstüne koydum anısı kalsın diye. Kalmıyor, biliyor musun? Hiçbir şey var olduğu andaki kadar güzel kalmıyor. Yine de özleyince arada bir açıp kokluyorum. İçime içime çekiyorum. Öyle gül falan kokmuyor. Yaşlı kokuyor dedemin takkeleri. Biraz da ilâç belki... 

Ama koklayınca onları, sanki yeniden evimizde, birlikte “Tarkan” filmleri izliyoruz. Cüneyt Arkın at biniyor kalbimin kışlalarında. Ayşecik ağlıyor üvey annesi kızınca. Kokladıkça, sanki damarlı elleri ellerime değiyor. Bozuk saati yeniden vurmaya başlıyor. Beyaz sakalları yanağıma batıyor. Cips alıp geliyor camiden. Mısır patlatıyoruz, meyve soyuyoruz. Dedem secdedeyken yeniden biniyorum sırtına, ayağa kalkarken iniyorum -ki bu oyunu her çocuk bilmez-. Anneannem mercimek çorbası pişiriyor mutfakta. Annem okuldan geliyor, babam gecikiyor. Kardeşim çikolatasını yememiş, ona salça oluyorum.

Kokladıkça, çocukluğum bir şarkı fısıldıyor kulağıma. Kapatıyorum buzdolabı poşetinin ağzını, katlayıp yerleştiriyorum. Kaybolmasın çocukluğum! Kaybolmasın dedem! Geri gelmiyor, ama anısını da kaybolmasın. Bir buzdolabı poşeti yahu! Bir buzdolabı poşeti bu kadar acı kokar mı? Dedemin onlarca hatırası bir yazıya sığar mı? Ona ilişkin, anlatacak o kadar hikâyem var ve hepsi o kadar anlamlı ki... Hangisinden başlayayım, hangisine erdireyim ve hangisiyle bitireyim, bilemiyorum.

İşbu yazı, bir gezi yazısı olmamakla birlikte, en zorlandığım yazım oldu. Zira insan, anlatacak çok şeyi olduğunda da aczedebiliyormuş.

Sen gerçek bir halk kahramanısın ve senin karşında kelimelerim acz tutuyor dede. Keşke Cahit Bey gelip biraz yardım etse!