NİTELİKSİZ siyaseti ve
vasıfsız muhalefeti anlarız da, insanî vasıflarını yitirmiş, vicdanı sükût
etmiş, aidiyetini kaybetmiş muhteris ve niteliksiz insanları anlamak zor.
Tüm
dünyayı etkisi altına alan, insanlığın ortak kederi ve kaderi halinde seyreden
“Coronavirüs” salgınında, insanlığını yitirmemiş olanlar için empati oranı
yükselirken ve diğerkâm duâlar edilirken, insanlıktan nasibi olmayanların
sesine ve sözüne tahammül ise her şeyden daha zor!
Ağızlarını
her açtıklarında, ölümcül virüslerden daha habis, daha necis ve daha tedavisi
imkânsız hastalıklı ifadeleri, her geçen gün insan olan ve insan kalmayı
başaranlar için sabrı zorlayacak kadar zor.
Zaten
zor günler içinden geçiyorken, bir de hümanist çığlıklarla yitirdikleri
insaniyetlerini maskeleyen muhalefetin ve FETÖ’cülerin darbe çığırtkanlıkları, özel
hâneye tacizleri, yapılan her yardıma dil uzatmalarına, güya örtümüzün haysiyetini
koruma çabalarına şâhit olmak ürkütücü boyutta zor.
Ah!
Bir de ölü canlar üzerinden rant devşirme çabası ve toplumu galeyana getirme
iştahları var ki… Neresinden baksanız elinizde kalacak hesapları akla ziyan!
Her
türlü rezilliği umuyor da insan, ancak bir salgın hâli varken, bir de
zehirlenmiş zihinleriyle yaptıkları sakil matematiklerine, yuvalara hasret
düşmüş vefatları malzeme yapmaları, zinhar insanlıkla yan yana getirilebilir
bir ahval değil.
Devlet
yönetmeye talip bu vicdanı sukut etmiş muhalif zümrenin, vefat sayılarını 444,
olmadı 44 ile (niyeyse) çarpıp vefat sayısını arttırarak Hükûmet’i
başarısızlıkla suçlama gayreti evlere şenlik bir komedya olmakla birlikte,
vicdansızlığın, milletin kederine duyarsızlığın izahını izhar ediyor aslında.
Tabiî basireti açık, zihni ipoteklenmemiş olanlara…
Muhalefet,
malûm kanallarından her gün bir başka çirkinliği Türk milletinin kederi, acısı,
telâşı ve tedirginliği üzerinden yayarken, yıllar önce okuduğum, yarım kalan
bir romanı hatırlattı bana. Ve gördüm ki, vatanına düşman kesilen, milletinin
derdi ile dertlenmeyi bırakın, o dert üzerinden satılık akıllarıyla peşleri
sıra saf zihinleri sürükleyerek toplumsal asayişi tehdit eden bu zavallı kitle,
170 yıl evvelindeki ahlâkî çürümeyi yaşıyor.
***
İmanlı
insanları “irtica” diye yaftalayıp her fırsatta asker postalı ve tank
paletleriyle hürriyetlerini tehdit eden bu cuntacı akıl(sız)lar, 1842 (ve
evveli) Rusya’sında cereyan eden ne kadar toplumsal kokuşmuşluk ve ahlâkî
çürüme var ise tamamına haiz.
Bu
son paragrafta kurduğum tek cümlenin şerhi, Ukrayna asıllı Rus romancı ve oyun yazarı
Nikolay Vasilyeviç Gogol’un “Las Ames Mortes” adlı kitabında yer alıyor.
Rus
şair ve yazar Puşkin’in önerisi ile Gogol’un kaleme aldığı “Las Ames Mortes” adlı
eserin isim çevirisi “Ölü Canlar”…
Üç
cilt olarak hazırlanması plânlanan ve Rusya’daki ahlâkî çöküşün
romanlaştırılması hedeflenen bu eserin ilk bölümü 1842 yılında tamamlanıyor ve
diğer ciltler belli sebeplerle neşredilemiyor. Tüm yarım kalmışlığına rağmen
bir toplumun nasıl, ne ile ve hangi değer yitimleriyle ne hâle gelebildiğini
gayet güçlü ve bir o kadar akıcı aktaran bir eser olarak Rus klâsikleri
arasında yerini alıyor.
Bu
kitabı ilk gençlik yıllarında okuduğumda, yazarın, bir toplumun maddî mânevî
değerlerini yitirmesi hâlinde nasıl ve ne kadar hızla ahlâkî zafiyete
uğrayabileceğini ve halkın birbiri için ne büyük bir tehdide dönüşeceğini izah
etmek için kitabın örgüsünü “ölü canlar” metaforu üzerinden kurguladığını
düşünmüştüm.
O
genç aklımla “ölü canlar”, bir geçeklik olmayıp, romanın kurgusu için seçilmiş
bir imge idi.
Fakat
şimdiki aklımla görüyorum ki, romanın kurgusunu oluşturan 170 yıl öncesindeki
“ölü canlar” imgesi, bugün ülkemde bir gerçeklik olarak cereyan ediyor.
Kim
tarafından? Pek tabiî muhalefet ve darbe meraklısı FETÖ’cüler tarafından…
Peki,
nedir bu “ölü canlar?”
***
Kitabın
içeriğinden ve roman kurgusundan uzun uzun bahsetmeyeceğim. Ancak küçük bir
pasajla 170 yıl önce kaleme alınmış bu eserin ana temasının o gün belki bir
kurgu olduğunu ama bugün ne acıdır ki ülkemizdeki gerçekliğin nasıl
resmedildiğine değineceğim. Ki okuyanlar hatırlasın, okumayanlar meraklansın…
Gogol’un
“Las Ames Mortes” (Ölü Canlar) adlı bu eserinde başkahraman, Pavel İvanoviç Çiçikov…
Kendisini
danışman, çiftlik sahibi ve iş için yolculuk eden biri olarak tanıtır. Tez
elden kentin ileri gelenleriyle tanışır: Vali, polis memuru, yargıç, savcı,
çiftlik sahipleri… Ve gittiği her yerde kendini görgülü bir salon adamı olarak
gösterir, konusu ne olursa olsun her konuşmada canlı, ilgi uyandırıcı sözler
söylemekte hayli başarılıdır. Tıpkı bizim FETÖ’cüler ve muhalefet parti
liderleri gibi…
Gayet
şık, gayet karizmatik ve gayet zengin (bizim ülkemizin kaçak villalardan yalan
devşiren yazarları gibi) Çiçikov, çiftlik çiftlik gezer ve bilin bakalım, ne
yapar?
Çiftliklerde
ölmüş işçilerin (yahut kölelerin) isimlerini tespit ederek olmayan işçileri
satın almaya kalkar. Alır da…
Herkes
Çiçokov’un yüzlerce işçisi olduğunu sanır ve fakat işçilerinin ölü olduğunu
bilmez. Kısa bir süre sonra Çiçikov büyük bir iş adamı ve çok işçili bir
çiftlik sahibi edâsı ile tüm cemiyetlerde boy gösterir.
Çiçokov’un
derdi ne ola ki? Olmayan çiftliğine ölmüş işçi alıyor…
Derdi
ne çiftlik, ne işçi, ne ekip biçmek, ne üretmek. Onun derdi başka!
Çiçokov,
köle sayısı yüksek bir çiftlikte çiftlik sahibinin vekili olarak devletten borç
almak için başvurur.
Usûl
şöyledir: İşçiler rehin olarak bildirilecek, kaç işçi varsa her biri için
devletten 200 ruble borç alabilecektir. Çiçikov bu niyetle gittiği memura,
işçilerin bazılarının öldüğünü ama hâlâ listede isimlerinin bulunduğunu ve
bunun bir sorun oluşturup oluşturmayacağını sorar. Memurun cevabı nettir; ölenlerin
yerine yenilerin doğduğunu söyler ve listeleri yeniden düzenlemesine gerek
olmadığını belirtir. İşte tam burada Çiçikov’un çalışmadan, üretmeden, zahmet
çekmeden devletten nasıl borç alabileceğini fark eder!
Yeni
nüfus sayımından önce ölü can satın alırsa, borç ödeme sandığı, bu ölenler
karşılığında adam başına iki yüz ruble borç parayı neden kendisi almasındır ki?
Çiçikov
böylece plânını uygulamaya koyar.
Feodal
yapı ile yönetilen o günün Çarlık Rusya’sında devlet, çiftlik sahiplerine işçi
sayısınca giderlerini karşılayabilmeleri için borç veriyor, işçiler ölürse -üretim
gerçekleşmeyeceğinden- kişi başı borç ödemesi düşüyordur…
170
yıl öncesinde rüşvetin, dolandırıcılığın, ahlâksızlığın, soygunun hızla yol
aldığı Rusya’nın toplumsal çözülüşünü ve çöken adalet sistemini anlatan Gogol,
hayli basireti açık ve ufku geniş bir yazarmış meğer. Benim kurgu sandığım
asırlık romanın, bugün muhalefetin gerçeği olduğunu görmekse hazin olduğu kadar
feci!
Gogol
ne kadar ileri görüşlüyse, şimdi görüyorum ki bizim rantçı, darbeci muhalefet de
o kadar geri düşünceli, iptidaî ve irticaî bir zihne sahip.
Salgın
gibi tüm insanlığı tehdit eden bir dönemde, ülkenin prestijli duruşundan,
devletinin başarısından, hayırsever oluşundan, milletinin refahından rahatsız
olmalarının altındaki gerekçe tam da bu gericilikleri!
E
her şey bir nasip meselesi! Başarıya erişmek, yükselmek, mâkâm sahibi olmak,
ecir kazanmak ve tasaddukta bulunmak, gayret işi olduğu kadar nasiple de ilgili…
***
Kötüler,
hayâlini kurdukları mâkâmlara Çiçikovca yöntemlerle, “ölü canlar” üzerinden
hesaplarla gelmeyi dilerken, Türk olmak onurundan mahrum kaldıklarının aymazlığı
içinde milletin kalbinden sökülüp atılacaklar inşallah!
Türk
milleti akıllıdır, feraset sahibidir, kendi acısı üzerinden siyaset yapıp
hümanist şarkılar söyleyenlerin yitirilmiş insanlıklarına bu vatanı, bu milleti,
bu bayrağı teslim etmeyeceklerdir.
Yanlış
hesap bir kez İstanbul’dan döndü, gayrı Türk milleti her şehirde, her semtte,
her köyde, her sokakta, her evde hesap makinesi kullanmayacak kadar güçlü zekâsıyla
kendisini kullananlara hak ettikleri dersi verecektir.
2023’te
sandık başına giden halk, muhalefeti, yaptıkları ölü canlar hesabını hatırlayıp,
“Matematikten geçemediniz, bu ülkenin ekonomisini nasıl idare edeceksiniz?”
sorusunu soracak…
Yâ
nasip!
Onursuzluğu
tercih edenler, onurlu Türk milletinin vicdanı ve duyarlılığında yine de
güvende olacaklar…