Lâikliğin hayrı olur mu?

Unutulmasın ki, Irak ve Suriye’yi idare eden Baas Partileri lâik ve sosyalisttir. O ülkelerde toplumsal barış ve istikrârı temin edemeyen lâikliğin Türkiye’de bu zemini temin ettiğini iddia etmek mümkün değildir! Eskiden beri lâiklik propagandası yapanlar, hep Türkiye’nin komşularını örnek vererek lâikliği sevimli göstermeye ve yüz yıldan beri lâiklik adıyla bu halkın gördüğü zulümleri yok saymaya çalışmaktadırlar.

ESKİ Yunan dilinde ruhban sınıfına ait olmayıp halktan olan kimselere “laikos” denirdi. Kelime Batı dillerine “laque” biçimiyle geçmiş ve lâiklik olarak ilk defa 16’ncı yüzyıl İngiltere’sinde papaz olmayanların da kiliseyi yönetmesinin karşılığı olarak kullanılmıştır. 1870’de Fransa’da ise İngiltere’den farklı olarak doğrudan siyâsî içerikle kullanılmış ve 1873’te ilk defa Larousse Ansiklopedisi’nde yer alarak literatüre geçmiştir. Türkçede de Batı dillerinde kullanılan biçimiyle yer bulur.

Lâiklik, taraftarları tarafından genellikle, “devletin dinler ve mezhepler karşısında tarafsız olması, devlet üzerinde dinî bir vesâyet ve velâyetin söz konusu olmaması, din ve vicdan özgürlüğü, bir eğitim ilkesi, din ve devlet işlerinin kesin olarak ayrılması, bireyin kutsal sayılan devletin baskısından kurtarılarak özgürleştirilmesi, millî hâkimiyet düşüncesiyle ayrılmazlığı, cumhuriyet devleti millî hâkimiyet rûhunu tam olarak ortaya çıkarabilmek için bazı zorlayıcı tedbirlere başvurulması gerekli olmuştur” şeklinde açıklanmaktadır. (Kenan Gürsoy, Laiklik, DİA, C.27, Ankara 2003, s.60-62)

Yine Avrupa’da Machiavel ve Montesquieu gibi filozoflar, dinin siyasetin emrinde olması, devlete faydasından yararlanılması fikrini savunmuş, sosyal hayata müdâhil olmasını istemedikleri dinden devletin faydalanmasını ileri sürmüşlerdir. Bunun en hafif deyimle bir “din istismarı” olduğu açıktır. İkiyüzlülük örneğidir.

Hatırlanmalıdır ki, Avrupa’da yönetimin bütünüyle Kilise’nin elinde/vesâyetinde olduğu idare, “teokrasi” diye adlandırılmıştır. “Orta Çağ karanlığı” diye adlandırılan zaman, Orta ve Batı Avrupa’da Katolik Kilisesi’ne bağlı olarak işleyen teokrasi idaresi, âdeta toplumların nefesini kesmiştir. Büyük zulümlere, katliamlara, suistimallere neden olmuştur. Kilise’nin otoritesine karşı olarak Avrupa’da başlayan Rönesans ve Reform hareketleri, Katolik Kilisesi’nin otoritesini sarsmış, yetki ve imkânlarını sınırlandırmıştır.

Avrupa’da, doğrudan dinî ve siyâsî hareketlerin temelinde “sınıflı toplum” yapısı etkili olmuştur. Bir sınıfın diğer bir sınıfa karşı yürüttüğü sınıf mücadelesi, Kilise’nin otoritesinin sarsılmasının da tayin edicisi olmuştur.

***

Avrupa’da lâikliğin ortaya çıkması ve teokrasinin etkisizleştirilmesi, Avrupa’nın sınıflı toplum yapısının ve Orta Çağ boyunca acımasız teokrasinin bir sonucudur. Sınıf yapısına ve teokrasisine sahip olmayan toplumların, Avrupa’nın tarihî tecrübesi demek olan lâikliği sahiplenmesi ise ciddiyetten hayli uzaktır.

Çünkü Avrupa’da mezhep savaşları ortaya çıktığında devletin savaşan mezheplerden birinin tarafında olması, diğer taraf için ilâve büyük can kayıplarına neden olduğu gibi, mezhep savaşında galip gelenin diğer mezhebin temel haklarını yok sayması sonucuna yol açmıştır. Dolayısı ile böyle bir ortamda, toplumda devletin mezhepler ya da dinler arasında tarafsız şekilde yer alması, temel haklar içinde bir çeşit güvence sayılabilir.

İslâm dünyasında ve Türkiye’de hiçbir zaman Kilise veya benzeri bir teokratik yapı görülmediği gibi, sınıflı bir toplum yapısı örneği de yoktur. Türkiye’de ve genel olarak İslâm dünyasında lâiklik taraftarları, Batı hayranlarıdır. Hayranlıkları ise hayâl âlemiyle ilgilidir ve toplumsal yapının yanında tarih ile bir bağlantısı yoktur.

Eğer İran örneği dışta tutulacak olursa, İslâm dünyasında hiçbir ülkede ruhban sınıfı egemenliği yoktur. O hâlde, olmayan ruhban sınıfının egemenliğinin alınıp halka verilmesi iddiası, akıl dışı bir fantezidir!

Tarihte (Safavî örneği dışında) devletlerin bir mezhebe ya da dine karşı savaştığı, haklarını yok saydığı bir örnek yoktur. Din ve vicdan özgürlüğünün ancak lâiklikle mümkün olabileceği iddiası ise tarihle toplumla ve akılla izah edilebilir bir görüş değildir.

Osmanlı ve Selçuklu dönemlerinde, lâiklik olmadığı hâlde Sünnî, hattâ İslâm olmayanların din ve vicdan özgürlüğüne sahip olmadıkları iddiası, sadece bir cehalet örneğidir.

***

Lâiklik, Türkiye’ye halk istediği ve toplumsal bir talebi karşıladığı için ithal edilmemiştir. Sadece bir kişi istediği için getirilmiştir. Bir kişinin isteğinin “millî hâkimiyet” diye adlandırılması, Türkiye’de görülen bir fantezidir. 1923’ten itibaren Türkiye’de başka dinlerden olanlar, istisna düzeyinde ve önemli bir yüzdeye de tekabül edemezlerdi. Buna rağmen, “azınlık” diye bilinen bu toplulukların her türlü din ve mezhep özgürlüğü, zaten Lozan Anlaşması ile garanti altına alınmıştır. Dolayısı ile farklı din ve mezheplere tanınan din ve vicdan özgürlüğünün lâiklik ile Türkiye’ye geldiği iddiası tümüyle hayâldir!

Aksine, 1923’ten başlayarak Türkiye’de halka yönelen her türlü devlet baskısının temelinde lâiklik vardır. Lâiklik Türkiye’de bireye özgürlük getirmemiş, aksine onu yeni bir cendereye almıştır. Lâiklik temelde “din ve devlet işlerinin ayrılması” diye açıklanırken, 1923’ten başlayarak devlet, dini tanımlamakta ve ona müdahale ederek sınırlandırmaktadır. Bunun bir sonucu olarak din eğitimi ve hacca gitmek yasaklanmış, Kur’ân okumak ve öğretmek uzun bir dönem suç sayılmıştır.

Lâiklik, Türkiye’de din ve vicdan özgürlüğü önünde bir engeldir. Tekke ve zaviyeler kapatılmış, ezan devlet zoruyla Türkçeleştirilmiştir.

***

Türkiye’de lâiklik uygulaması medcezirlidir. İslâm’a düşmanlık edip SSCB lâikliğini tercih ederken, din istismarı ve onu devletin faydasına kullanma çabası ile de Machiavel ve Montesquieu’nun savundukları Fransız tipi lâiklik tercih eedilmiştir. Üstelik Fransa’da her zaman (bugün bile Kilise’ye bağlı okullar varken ve de Kilise özerk iken) Türkiye’de bir cami ya da DİB’e bağlı bir okul söz konusu değildir. Aksine, din eğitimi üzerinde devlet tekeli vardır.

Özel sektör eliyle her türlü okul ve üniversite açılabilirken, sadece imam-hatip okulu ve ilâhiyat fakültesi açılamaz. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı bile, çokça tekrarlanan lâiklik tanımı ile bağdaştırılamaz. Bu durumda Türkiye’de lâiklik nedeniyle devlet ve din ayrılmamış; aksine din, devletleştirilmiştir.

Hâl böyleyken, Avrupa ülkelerinde bile (Fransa, İrlanda ve Türkiye dışında) açıkça devletin lâik bir kurum olduğu anayasalarında yazılı değildir.

Türkiye’de lâiklik uygulamaları ve 1937’de Anayasa’ya yazılması ise, millî hâkimiyetin ya da toplumsal bir ihtiyacın sonucu olarak değil, ancak dış nedenlerle açıklanabilir. Toplum üzerindeki bütün baskılar lâiklik nedenine bağlanmıştır. İlginçtir, bütün darbeler de lâiklik gerekçesine dayandırılmıştır.

***

Almanya, Fransa, İsviçre ve İspanya gibi mezhep savaşlarının yaşandığı, teokrasi baskısı altında halkın Orta Çağ boyunca büyük baskılar yaşadığı ülkelerde, Kilise egemenliğinin sarsılması ve sınırlandırılmasının yanında farklı mezheplerden olanların hak ve özgürlüklerinin garantiye alınması için lâiklik gerekli olmuş olabilir. Ancak oralarda lâikliği gerekli kılan nedenler, Türkiye’de yoktur. Türkiye’de barış ve istikrârın olmasını lâiklik ile açıklamak gerçekçi değildir.

***

Unutulmasın ki, Irak ve Suriye’yi idare eden Baas Partileri lâik ve sosyalisttir. O ülkelerde toplumsal barış ve istikrârı temin edemeyen lâikliğin Türkiye’de bu zemini temin ettiğini iddia etmek mümkün değildir! Eskiden beri lâiklik propagandası yapanlar, hep Türkiye’nin komşularını örnek vererek lâikliği sevimli göstermeye ve yüz yıldan beri lâiklik adıyla bu halkın gördüğü zulümleri yok saymaya çalışmaktadırlar.

İslâm ülkelerinin birçoğu, Batı’nın ajanları tarafından yönetilmektedir. Batı ajanlarının idare ettiği ülkeleri örnek göstermek, Türkiye’deki lâiklik uygulamalarını ibra etmez. Yine DAEŞ ve El-Kaide gibi ajan yapıların işlediği vahşetler de aynı çerçevede ele alınmalı değil midir? Bu örgütlerin yaptığı vahşetler lâikliği sevimli hâle getiriyor da Fransa’nın sömürgelerinde işlediği vahşetler niçin lâikliğin sanal sevimliliğini ortadan kaldırmasın?

Türkiye’de geçerli olan Anayasa’ya göre lâiklik; değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez konumdadır. Buna rağmen lâikliği millî hâkimiyet ile bağdaştırmak, millî hâkimiyeti doğrudan yok saymaktır ve sadece bir kişinin isteğini millî hâkimiyet saymakla eş anlamlıdır.

Türkiye’de lâiklik uygulaması, darağaçları ve nice zulümlerle başlamış, askerî darbelerle günümüze kadar gelmiştir. Böyle bir geçmişi olan lâiklikte hayır ve hayat görmek, bir akıl tutulması ve bir özentidir. Sömürge ideolojisini içselleştirmenin belirtisidir. Yazık ki, Müslüman mahallesinde de böyle sesler duyulmaktadır.