SAHABE, bir gün Peygamber Efendimiz’e (sav)
gelir ve şöyle der:
“Ya Rasûlullah! Bana
kısa bir nasihatte bulunun, uzun olmasın. Tâ ki nasihatinizi unutmayayım…”
Peygamberimiz
şöyle buyurur: “Lâ tağdab (öfkelenme)!”
Anlatılana
göre sahabe, sorusunu tam üç kez tekrar eder ve Peygamber Efendimiz, üç defa
aynı cevabı verir: “Lâ tağdab!”
Dinimiz,
her sosyal ve bireysel vasatta dengeyi sağlamayı öğütler. İnsana ait duygular
için de keskin bir reddedişe sahip değildir. Bu yüzden İslâm, akıl dinidir. Peygamberimiz
de, Kur’ân da bize hiç öfkelenmemeyi değil, sınırı aşmamayı ve öfke ile çevreye
zarar verecek bir hırçınlığa düşmemeyi anlatır.
İnsanız,
her hâl bize mahsus. Fakat yakıcı, yıkıcı bir öfke ne bir mümine, ne bir insana
yakışır.
Bu öfke
argümanı çok kullanışlı maalesef. İnsanların dil ve el ile verdikleri
ziyanların bahanesi olarak sıkça dile geliyor: “O an çok öfkeliydim.”
Bu
cümle, harap edilmiş bir şeyin ardından kuruluyor ve maatteessüf geri dönüşüm
kabiliyetine mazhar değil. Öfke, haklı dahi olsa yıkıp geçtiğinde bütün
haklılık verilerini de yerle bir ediyor. Biraz önce çok mağrur bir öfkeyle
yakıp yıkan kişinin elinde, kendini aklamaya elverişli hiçbir değişken
kalmıyor.
Ama
bazı vaziyetlerde de kızmamak ve bu kızgınlık hâlini cümleye ya da eyleme
dökmemek pek mümkün olmuyor. Özellikle insanın mânevî değerleri, inancı, ailesi
ve onuru mevzubahis olduğunda öfkelenmemek çok olası değil. Hatta bu, bir
sürecin sonucu olmaktan çok, gerek şart olarak bile kabul edilebilir. Bazen
öfke, insanın insanca duruşuna zevâl gelmemesi açısından hem mühim, hem gereklidir.
Ama tabiî öfkeyi de dengelemek ve öfke ile o güne kadar emek emek var edilmiş
insanî ve imanî seviyeden de düşmemek koşulu var.
Fakat
her şeye kızan ve sürekli öfke ile fikir beyan eden yeni tipolojiye ne demeli?
Dünya
üzerinde ne kadar haklı oldukları konu varsa onları toparlayıp süreklilik arz
eden bir öfke kampanyası başlatıyorlar. Cümlelerinin haklı ya da ispatlı olması
da bir süre sonra izleyiciyi ikna etmeye yetmiyor. Çünkü ne denli haklı
savunmalar geliştirse de insan, sürekli kızgın ve öfkeli bir tabiat, her fıtrat
için itici bir hâl alıyor. Hatta bu tipolojiden olan iki insan bile birbirinden
hazzetmiyor. Çünkü en öfkeli insanın bile öfkeye karşı istemsiz bir reddediş mekanizması
vardır. Bu Allah’ın insanı yarattığı sevgi ve merhamet iklimine ters düşen bir
illet olduğundan, alıcısı oldukça az.
Zaten
öfkenin pazarlayıcıları da alıcılarla çok ilgilenmiyorlar. Onların iç
tatminlerinde bunun karşı tarafa yansıtılmış olması yetiyor. Fakat bir detayı
da atladıklarını düşünüyorum. Her ne kadar alıcı aramıyorlarsa da bütün gözler
tarafından eğreti ve kılıksız bulunduklarını çok zaman fark etmiyorlar. Yoksa
ısrarla öfkeyi perdahlamaya zaman ayırmaz, biraz da yüz güldüren hissiyatı
vitrinlere koyarlar.
Bazen
aile içinde de böyle çirkin bir sistemleşme süreci görüyoruz. Meselâ bir kısım
babalar, öfkeli bir mizaçla kurumsal bir işleyişi aile içinde dikte ediyorlar.
Hâlbuki olmuyor, haberleri yok! Yeri geldiğinde kızan ama gerekmedikçe sevgi ve
merhametle bakan bir baba, aile içinde öyle güçlü bir hükümdarlık kurar ki
kaşını çatması gerektiği zaman dilimini de en aza indirir. Ama bunu henüz keşfetmemiş
bazı babalar, evde bir hâkimiyet ve yasalar bütününe riayet amacıyla sürekli
öfke rolüne bürünüyorlar. Bir süre sonra kendini bu role kaptırıp gerçekten
öfkeli bir tabiata dönüşüyorlar. Zaten bu kaçınılmaz bir son!
Hangi
duygunun davranış biçimini zoraki giyerse insan, bir süre sonra bu zorunluluk
ortadan kalkar ve insan, giydiği kıyafete uyumlu bir bedene bürünür. Ama hiç
şüphesiz, bu evde ancak sahte bir korku imparatorluğu kurulmuş olur. Yalanlar,
gizli saklı işler ve sevgisizlik endişesinin bir sonucu olarak birbirinden
uzaklaşan kalpler için harika bir zemin hazırlanmış demektir böylece.
Bir de
sosyal medya ve dost meclislerinde bu tipolojiden payımıza düşeni alıyoruz.
İnsan bazen kızan, bazen kızdığına pişman olan, bazen sevgiyle dolup taşan,
bazen üzülen ve bazen sevinen bir hissedişler çeşnisiyle yaşam sürer. Zaten
insanın imtihanının bir parçası da tüm bu duygu geçişlerinde doğru tavrı
takınabilmekte gizlidir. Kızdığında ya da üzüldüğünde kullandığın terazi ile
sevindiğinde ve sevdiğinde kullandığın terazinin bambaşka oluşu gibi… İlki,
kefeyi sürekli kendi duygusuna göre doldurmak anlamına gelir ki işte burada
adalet ve hakkaniyet ölçüsünde birtakım bozulmaları ifade eder. Her hâlükârda
teraziyi dengede tutabilmek, zaten kulluğun birincil imtihan konularından biri.
Ama ne yazık ki beşer şaşar; bizler de bazen dengeyi bozuyoruz ama sonra telâfinin
yollarını arayıp bir sonraki duygu geçişinde daha dirençli bir doğruluk için
kendimize çekidüzen veriyoruz.
Fakat
bu işin bencesi şu ki; sosyal medyada sorunları kendince dile getirme gayreti
olan insanların bir hususa dikkat etmeleri gerekiyor. Bazen bir sorunun sizde
meydana getirdiği öfkeyi dile getirirsiniz ve bu, okuyanlarca da bir karşılık
bulur. Ama sürekli, kesintisiz ve hudutsuz bir şekilde veryansın edenler, hem
kendilerinin, hem de okuyanların veya dinleyenlerin kalplerini karartmaktan
başka hiçbir tesire muvaffak olamazlar.
İnsanız,
kızabiliriz, bazen haklıyızdır da… Fakat haklılık başka, haklılığını
gösterirken hakkın hududunu geçmek başka!
Sözün
özü: Lâ tağdab!