Lâ tağdab!

Sosyal medyada sorunları kendince dile getirme gayreti olan insanların bir hususa dikkat etmeleri gerekiyor. Bazen bir sorunun sizde meydana getirdiği öfkeyi dile getirirsiniz ve bu, okuyanlarca da bir karşılık bulur. Ama sürekli, kesintisiz ve hudutsuz bir şekilde veryansın edenler, hem kendilerinin, hem de okuyanların veya dinleyenlerin kalplerini karartmaktan başka hiçbir tesire muvaffak olamazlar.

SAHABE, bir gün Peygamber Efendimiz’e (sav) gelir ve şöyle der:

“Ya Rasûlullah! Bana kısa bir nasihatte bulunun, uzun olmasın. Tâ ki nasihatinizi unutmayayım…”

Peygamberimiz şöyle buyurur: “Lâ tağdab (öfkelenme)!”

Anlatılana göre sahabe, sorusunu tam üç kez tekrar eder ve Peygamber Efendimiz, üç defa aynı cevabı verir: “Lâ tağdab!”

Dinimiz, her sosyal ve bireysel vasatta dengeyi sağlamayı öğütler. İnsana ait duygular için de keskin bir reddedişe sahip değildir. Bu yüzden İslâm, akıl dinidir. Peygamberimiz de, Kur’ân da bize hiç öfkelenmemeyi değil, sınırı aşmamayı ve öfke ile çevreye zarar verecek bir hırçınlığa düşmemeyi anlatır.

İnsanız, her hâl bize mahsus. Fakat yakıcı, yıkıcı bir öfke ne bir mümine, ne bir insana yakışır.

Bu öfke argümanı çok kullanışlı maalesef. İnsanların dil ve el ile verdikleri ziyanların bahanesi olarak sıkça dile geliyor: “O an çok öfkeliydim.”

Bu cümle, harap edilmiş bir şeyin ardından kuruluyor ve maatteessüf geri dönüşüm kabiliyetine mazhar değil. Öfke, haklı dahi olsa yıkıp geçtiğinde bütün haklılık verilerini de yerle bir ediyor. Biraz önce çok mağrur bir öfkeyle yakıp yıkan kişinin elinde, kendini aklamaya elverişli hiçbir değişken kalmıyor. 

Ama bazı vaziyetlerde de kızmamak ve bu kızgınlık hâlini cümleye ya da eyleme dökmemek pek mümkün olmuyor. Özellikle insanın mânevî değerleri, inancı, ailesi ve onuru mevzubahis olduğunda öfkelenmemek çok olası değil. Hatta bu, bir sürecin sonucu olmaktan çok, gerek şart olarak bile kabul edilebilir. Bazen öfke, insanın insanca duruşuna zevâl gelmemesi açısından hem mühim, hem gereklidir. Ama tabiî öfkeyi de dengelemek ve öfke ile o güne kadar emek emek var edilmiş insanî ve imanî seviyeden de düşmemek koşulu var.

Fakat her şeye kızan ve sürekli öfke ile fikir beyan eden yeni tipolojiye ne demeli?

Dünya üzerinde ne kadar haklı oldukları konu varsa onları toparlayıp süreklilik arz eden bir öfke kampanyası başlatıyorlar. Cümlelerinin haklı ya da ispatlı olması da bir süre sonra izleyiciyi ikna etmeye yetmiyor. Çünkü ne denli haklı savunmalar geliştirse de insan, sürekli kızgın ve öfkeli bir tabiat, her fıtrat için itici bir hâl alıyor. Hatta bu tipolojiden olan iki insan bile birbirinden hazzetmiyor. Çünkü en öfkeli insanın bile öfkeye karşı istemsiz bir reddediş mekanizması vardır. Bu Allah’ın insanı yarattığı sevgi ve merhamet iklimine ters düşen bir illet olduğundan, alıcısı oldukça az.

Zaten öfkenin pazarlayıcıları da alıcılarla çok ilgilenmiyorlar. Onların iç tatminlerinde bunun karşı tarafa yansıtılmış olması yetiyor. Fakat bir detayı da atladıklarını düşünüyorum. Her ne kadar alıcı aramıyorlarsa da bütün gözler tarafından eğreti ve kılıksız bulunduklarını çok zaman fark etmiyorlar. Yoksa ısrarla öfkeyi perdahlamaya zaman ayırmaz, biraz da yüz güldüren hissiyatı vitrinlere koyarlar.

Bazen aile içinde de böyle çirkin bir sistemleşme süreci görüyoruz. Meselâ bir kısım babalar, öfkeli bir mizaçla kurumsal bir işleyişi aile içinde dikte ediyorlar. Hâlbuki olmuyor, haberleri yok! Yeri geldiğinde kızan ama gerekmedikçe sevgi ve merhametle bakan bir baba, aile içinde öyle güçlü bir hükümdarlık kurar ki kaşını çatması gerektiği zaman dilimini de en aza indirir. Ama bunu henüz keşfetmemiş bazı babalar, evde bir hâkimiyet ve yasalar bütününe riayet amacıyla sürekli öfke rolüne bürünüyorlar. Bir süre sonra kendini bu role kaptırıp gerçekten öfkeli bir tabiata dönüşüyorlar. Zaten bu kaçınılmaz bir son!

Hangi duygunun davranış biçimini zoraki giyerse insan, bir süre sonra bu zorunluluk ortadan kalkar ve insan, giydiği kıyafete uyumlu bir bedene bürünür. Ama hiç şüphesiz, bu evde ancak sahte bir korku imparatorluğu kurulmuş olur. Yalanlar, gizli saklı işler ve sevgisizlik endişesinin bir sonucu olarak birbirinden uzaklaşan kalpler için harika bir zemin hazırlanmış demektir böylece.

Bir de sosyal medya ve dost meclislerinde bu tipolojiden payımıza düşeni alıyoruz. İnsan bazen kızan, bazen kızdığına pişman olan, bazen sevgiyle dolup taşan, bazen üzülen ve bazen sevinen bir hissedişler çeşnisiyle yaşam sürer. Zaten insanın imtihanının bir parçası da tüm bu duygu geçişlerinde doğru tavrı takınabilmekte gizlidir. Kızdığında ya da üzüldüğünde kullandığın terazi ile sevindiğinde ve sevdiğinde kullandığın terazinin bambaşka oluşu gibi… İlki, kefeyi sürekli kendi duygusuna göre doldurmak anlamına gelir ki işte burada adalet ve hakkaniyet ölçüsünde birtakım bozulmaları ifade eder. Her hâlükârda teraziyi dengede tutabilmek, zaten kulluğun birincil imtihan konularından biri. Ama ne yazık ki beşer şaşar; bizler de bazen dengeyi bozuyoruz ama sonra telâfinin yollarını arayıp bir sonraki duygu geçişinde daha dirençli bir doğruluk için kendimize çekidüzen veriyoruz.

Fakat bu işin bencesi şu ki; sosyal medyada sorunları kendince dile getirme gayreti olan insanların bir hususa dikkat etmeleri gerekiyor. Bazen bir sorunun sizde meydana getirdiği öfkeyi dile getirirsiniz ve bu, okuyanlarca da bir karşılık bulur. Ama sürekli, kesintisiz ve hudutsuz bir şekilde veryansın edenler, hem kendilerinin, hem de okuyanların veya dinleyenlerin kalplerini karartmaktan başka hiçbir tesire muvaffak olamazlar.

İnsanız, kızabiliriz, bazen haklıyızdır da… Fakat haklılık başka, haklılığını gösterirken hakkın hududunu geçmek başka!

Sözün özü: Lâ tağdab!