La Fontaine’den bürokrasi masalları

İrade, “seçme hakkı” demek, öyle değil mi? Yüce Çalap’ın gönderdiği kitap -ki Kur’ân, kelime mânâsı itibarıyla “okunan” demek- liselerde seçmeli de olsa okunur hâle gelmiş. Çok iş yapılmış, daha yapılacak çok şey de varmış. Eyvallah. Yüz yıllık bürokrasi rejimini değiştirmek kolay mıymış? “Buna da şükür” demiş Özgür’tiye halkı.

-BANA, La Fontaine’den masal anlatma kardeşim, gerçekleri anlat gerçekleri!

-Az sabırlı ol yahu! Masalı anlatayım, sonra gerçekleri anlatacağım sana, söz!

-Tamam. Ama masalı da çok uzatma, geç hemen gerçeklere!

-Masallar en büyük gerçeklerdir Azmi. Madem çok ısrar ettin, önce masal, sonra hakikat... Tamam…

***

Bir varmış, iki yokmuş, üç varmış, beş yokmuş, Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Özgür’tiye diye bir ülke varmış. Cennet mi cennet; doğusu ayrı güzel, batısı ayrı güzelmiş. Üç bir yanı deniz, dört bir yanı göllerle bezeliymiş. Yüce Çalap bu ülkeyi güzel kalpli, yiğit, mert, cihana iyiliği yayan bir millet için yaratmış. Ülke yöneticileri ve halkı, kendi yolundan gitsinler diye yarattığı bu ülkede asırlarca cihana nam salmışlar. Kötünün ve kötülüğün düşmanı, iyinin ve iyiliğin dostu olagelmişler. Yüce Mevlâ da onlara, elçisinin “Onu fetheden kumandan ne güzel bir kumandandır, onu fetheden ordu ne güzel bir ordudur” diye işaret buyurduğu, tarihin koynunda bir inci olan, ortasından gemiler seyreden cihanın başkentini hediye eylemiş. O’nun ve elçisinin yolundan gittikleri sürece, doğudan batıya, güneyden kuzeye, dört kıtaya yayılan bu kutlu devlet/kutlu millet, kâh destanlar yazarak, kâh şiirler söyleyerek, fetih fetih, türkü türkü, masal masal bir Dersaadet huzuru içinde yaşayıp gitmiş.

Gel zaman git zaman, kötüler de boş durmamışlar, ingil ingil dolaplar plânlamışlar, bir araya gelip kafa tutmaya karar vermişler. Dıştan pek zarar veremeseler de içeriden elde ettikleri vasıtasıyla önce söz söz, sonra göz göz, en sonra da hücre hücre çalışıp, çağın tanrısı para, güç, hürriyet palavralarıyla tarihin en siyâsî sultanını alaşağı etmişler. Ve o güzelim ülke, yabancıların parmağında oynattığı bir avuç maceraperest elinde on yılda dağılmış gitmiş, tuz buz olmuş. İngil ingil dolapzadelerin plânı bihakkın işlemiş onlar eliyle.

Asırlarca aç kurt gibi bekleyen canavarlar, dört bir yandan saldırıp paramparça etmişler. “Ya istiklâl, ya ölüm!” diye son bir kez kükreyen dev, belini ancak doğrultabilmiş. Vampirlerin Yağma Hasan’ın böreği misâli üleştiği koca bir imparatorluktan geriye ne mi kalmış? Söyleyelim: Bir fırın ekmekten kala kala, geriye fırın pidesi büyüklüğünde toprak parçası kalasıymış. Büyüğüne Anadoluye, küçüğüne de Trakiye denilesiymiş.

Ülkenin yeni sultanı, kurtuluşun kahramanı dağa taşa, en başta da topluşa yeni bir yazı astırmış, iyi de etmiş. Bundan böyle her şeye millet karar verecek! Sevinmemek mümkün mü buna? Halk da bayram yapmış. Hem de bir defa değil. İki defa da değil, tam tamına üç defa. Her sene 23 Nisan, 19 Mayıs ve 29 Ekim’de kutlamış da kutlamış bu güzel yazıyı.

Devlet, Ali, Osman gibi kavramlar tüüü kaka edilmiş. “Yeni devletin adı da, ülkenin adı da bundan gari Özgür’tiye olacak” buyrulmuş. “Artık esaret bitti, saltanat bitti, kulluk bitti, söz sizin söz milletin beya” denilmiş. Özgürlük rüzgârları esmeye başlamış o güzelim ülkede. Hem de ne esmek; tören tören, kutlama kutlama, balo balo. Başlangıçtaki huzur rüzgârı, yavaş yavaş yerini Frenk rüzgârlarına terk etmiş. Eski ihtişamından utanan dev, rakiplerinin -yendiklerinin- ruhuna bürünür olmuş; “Beni ben bilmen/ Ben eski ben de değilem” diye tellallar çağırtılmış meydanlarda. Harf harf, saat saat, şapka şapka; her şey yeniden yazılmış, yeniden yapılmış.

Dokuz asırlık Anadoliye minarelerinden göğe yükselen “Allah-u Ekber” sesi, yerini yabanıl, bed, sümsük bir çığlığa terk etmiş: “Tanrı uludur, Tanrı uludur.” Masal bu ya, Allah, Tanrıya indirgenmiş, ezan hönkürmeye.

Bilmem kaç asırlık başörtülü analar, kızlar okula, daireye sokulmaz olmuş. “Hey, hişt, abla! Burası kamu, senin inandığın Allah’ın bizim kamumuza karışamaz. Biz onu sizin evlere hapsettik artık” denmiş. Bütün gâvurların ingil ingil tekrar kilise olacak diye bastırdığı, 1453’ün nişanesi en büyük cami, günün reisinin ara formülüyle ancak müzeye dönüştürülerek kurtarılmış.

Gün gelmiş, “Ekonomi batık” teranesiyle ülke, cami cami, dergâh dergâh, tekke tekke, mezartaşı mezartaşı, ihaleyle satılmış. Yakılmış yıkılmış. Şair tiye almış yaşanılanları: “Tanrı uludur, Tanrı uludur/ Polistir babam, Cumhuriyetin kuludur.”

“Bundan böyle saltanat yok; artık senin sözün geçecek ey aziz millet” naraları, gitgide “Frengistan’da ne varsa bizde de olcek gari”ye dönüşmüş. Nutuklarda günbegün yüceltilen zeki ve çalışkan milletin ne inancı, ne örfü, ne hayâlleri süslemiş bir yanı. Varsa yoksa Frengistan hayatı…

“Özgür’tiye” adlı bu masal ülkesinde, tam da “Artık milletin sözü geçecek” müjdesinin verildiği günlerden itibaren, ben diyeyim yetmiş, siz deyin seksen sene -ta yeni bir yüzyıla kadar- bürokrasi namlı yeni bir sınıf hüküm sürmüş. Kanungaç Mahkemesi, Yargıgaç Mahkemesi, Danışgaç Mahkemesi, Sayışgaç Mahkemesi… Bir de hava, deniz, kara ve jandarma başındaki kumandanlar… Sayıları altmışı bulan bir azınlık güç yönetir olmuş ülkeyi.

Seçimle gelenler ne derse desin, bu altmış elitin dediği olmuş hep. En çok da Silahgaç Başkumandanının… Zavallı siyasiler de kendilerine müsaade edilen alanda ortaoyunu oynamışlar bir nevi. Karagöz ile Hacivat, Pişekâr ile Kavuklu misâli...


 

Siyasilerin devlette ağırlığı hiçbir zaman yüzde yirmiyi geçmemiş, geçememiş. Sandık, seçim, meclis, başkan, başbaşkan suretaymış bu ülkede. Adı demokrasi, aslı bürokrasi olan bir rejimmiş aslında.

Bu o kadar böyleymiş ki, bin yıldır Müslüman olan ve her dört kadından üçünün başörtülü olduğu bu masal ülkesinde, inançlı bayanlar, bırakın devlet dairesinde memur veya işçi olarak görev yapmayı, üniversite ve lise kapılarında sürüm sürüm süründürülmüş; kurdukları ikna odalarında başörtülü masumların “Allah bir” sözlerine, bürokrasi devletine iman etmiş görevliler “Çevik Bir” diye cevap vermişler. İnançlı okulların giriş ve çıkışları adeta kapatılmış, namaz kılan askerî komutanlar irticacı/gerici oldukları gibi hamasi iddialarla sokağa atılmış. Allah demenin yasak olduğu 1940’lar Özgür’tiye’si mumla aranır hâle getirilmiş. Üstelik Bürokrasi öncüleri yeni uygulamaların (siz bunu inanç faşizmi okuyunuz, lütfen) bin yıl süreceğine de iman etmişler...

Masal bu, böyle devam edemezdi ya, Müslüman Türk Milleti, gün gelir de bunun hesabını sormaz mıydı? Hangi zulüm zalimin yanına kâr kalmıştı ki? Susan bu necip millet, kalbine sinmeyeni ne zaman cezalandırmamıştı ki? Gününü bekliyordu. Hesap gününü… Hem de bu tarafta…

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Yüz değil, elli değil, yirmi değil, on bile değil, sadece 5 (yazıyla beş) sene içinde, Yüce Çalap dualara icabet ederek uzun bir adamı göndermiş Özgür’tiye’nin başına. Diklenmeyen ama daima dik duran bir adam...

Çevik bir adam olmasa da “yiğit bir adammış bu yeni Başbaşkan. Bin yıldır Kur’ân merkezli yönetildiği hâlde modern çağda dünyayı yöneten beş vampirin baskılarıyla, mahkemelerinde Kutsal Kitabı yerine bir asırdır çağdaşlık kılıfıyla süslü tercüme-ucube-derleme-yabanıl kurallarla yönetilen ülkenin başındaki Başbaşkan, artık sadece anneciğinin mezarı başında değil, şehit yakınlarını ziyarette de Kur’ân tilâveti gerçekleştiriyormuş.

Bürokrasi devletinde bu bile büyük başkaldırı sayılıyormuş. Haklıymışlar gerçekten. İki üç adım sonra Başbaşkan, başkanlığında toplanan Yüksek Askerî Şûra toplantısında, emekli olmak üzere veda konuşması yapması beklenen bir Silahgaç komutanının haksız iddialarına, daima göz yumanların aksine, “Kes lan!” diye posta koymuş. Bu da demokrasi görünümlü bürokrasi rejimi tarafından başkaldırı olarak nitelendirilmiş. Haksız da değillermiş.

Bu masal ülkesinde bürokrasinin korkunç gücünü nasıl anlatabiliriz, bilmem ki. Şu örnekle belki: O kadar güçlüymüş ki bürokrasi rejimi, ülkenin Cumbaşkanı Allahkulu, başörtülü eşi Hayırlıkadın görev alanına sokturulmadığından, akşamları Yankaya Köşkü dışında yaşamak zorunda kalıyormuş. Seçilmişlerin seçtiği Cumbaşkanı, atanmışların yok saydığı bir insanmış bu ülkede.

Unutmadan, bütün bunlar özgürlüğün her dem vurgulandığı, meclisinde “Bundan böyle her şeye millet karar verecek” yazılı bir ülkede oluyormuş. Adı üzerinde, Özgür’tiye’de… Sevsinler…

Dik duran adam, inanmış milletine inanmış, yirmi iki senesi seksen senelik bu bürokrasi devletine çekidüzen vermeye, milletin değerlerini hâkim kılmaya, altmış kişilik bürokrasi oligarşisini yerli yerine oturtma çabasıyla geçmiş. Aştıkları da olmuş, aşamadıkları da. Beş vampirin baskısıyla “müze” ara çözümü bulunarak tekrar kilise yaptırılmasından ancak kurtarılan nişane-i fetih Kebir-i Ayasofya’nın kapısındaki kilit kırılıp açılmış; adliyesinden ordusuna, üniversitesinden devlet dairesine başörtüsü özgürlüğü hâkim kılınmış, isteyen örtmüş, istemeyen örtmemiş.

İrade, “seçme hakkı” demek, öyle değil mi? Yüce Çalap’ın gönderdiği kitap -ki Kur’ân, kelime mânâsı itibarıyla “okunan” demek- liselerde seçmeli de olsa okunur hâle gelmiş. Çok iş yapılmış, daha yapılacak çok şey de varmış. Eyvallah. Yüz yıllık bürokrasi rejimini değiştirmek kolay mıymış? “Buna da şükür” demiş Özgür’tiye halkı.

***

-Bana La Fontaine’den masallar anlattın kardeşim, gerçekleri ne zaman anlatacaksın?

-“Az sabırlı ol” dedim ya Azmi, şimdilik Özgür’tiye adlı ülkenin masalını anlattım, başka bir yazıda da gerçekleri anlatacağım sana, söz!