La Fontaine’den akıllı telefona “masallar”

Yeryüzünün sakinleriyiz, yeryüzünün hâkimleri olduğumuzu iddia ediyoruz ama o kadar zayıfız ki bu zayıflık, bize gerçek kudret sahibinin kim olduğunu unutturabiliyor. Kalabalık yollarda yol alıyoruz ve sıklıkla yol üstünlüğümüzü dillendiriyoruz. Bundan olsa gerek, kimseye yol vermiyoruz!

YARIM asrı devirmiş çoğu insan, ünlü Fransız şair ve yazar Jean de La Fontaine’nin “Ağustos Böceği ile Karınca” isimli hikâyesini bilir. Hani o meşhur hikâyenin tembelliğinden dolayı kızdığımız, çalışkanlığından dolayı da övdüğümüz iki kahramanına ait diyaloglarının yer aldığı fabl eser….

Küçük bedenlerimizde taşıdığımız ve hiç görmediğimiz zihnimiz, içine girdiğimiz kocaman bir dünyaya açılıyordu; hem hayâl edebiliyorduk, hem de fikir yürütebiliyorduk. Belki de “tefekkür” denilen bir zihin aritmetiğiydi tüm bu alıştırmalar.

En çok ihtiyaç duyduğumuz ama bir o kadar da müsrif davranıp israf ettiğimiz “zaman” bizi büyüttü. Elimizde avucumuzda ve de zihnimizde ne kadar güzel şey varsa yitirmemiz için uğraş verenlerin tuzağına düşerek, La Fontaine imzalı kitapları bırakıp akıllı telefonları aldık elimize.

O gün, farkında olmasak da bugün, dün sahip olduğumuz değerlerin günümüze taşınması gereken birer azık olduğunun farkındayız ve Ağustos böceği gibi nedamet duyuyoruz.

Konuşmayı unuttuk

Bakır teller ve o tellere bağlı manyetolu telefonların ahizelerinden sevdiklerimize sesimizi duyurmak büyük bir mutluluktu. Gurbettekilerin, askerdekilerin, okuldakilerin, hastanedekilerin hepsi bu sayede hasretini dindiriyordu… Ardından kablosunu kestiler telefonların ve ceplerimize, çantalarımıza sığar hâle getirdiler. Uzakları yakın eden telefonlara yüklenen özellikler, bizi en yakınımızdakinden uzaklaştırdı.

Çok yünlü, meziyetli bir sihirbazın avuç içimizde oluşu, bize güç ve kolaylık sunuyordu. Bunun adı konfordu ve bizi tembelliğe de itivermişti. Derken, muhatapların göz retinasına bakılmadan yazılan, giderek yozlaşan ve kendi alfabesinden uzaklaşan bir dil geliştirildi.

Yakınlarımızı, sevdiklerimizi ve dostlarımızı aramayı, sormayı, iyi kötü günlerinde yanlarında olmayı, gözyaşlarına mendil uzatmayı, yorulan başlarına omuz vermeyi, sırtlarında taşıdıkları yüke omuz vermeyi ihmâl eder olduk.

Son iki yılda cereyan eden Koronavirüs illetiyle birlikte, herkesin iyiden iyiye evine, hattâ odasına kapandığı, kendi iç dünyasında kaybolduğu, ebeveynlerin çocukları ile temasını azalttığı, aynı duvarların arasında olmasına rağmen aile fertlerinin birbirinden uzaklaştığı tecrit dönemini yaşamaya başladık. Tıpkı La Fontaine masallarında koloniler hâlinde yaşayan, kapıcı, emzirici, yetiştirici, değirmenci ve hemşire gibi meslek gruplarına mensup karıncaların muhafız birliği, depo-mezarlık, tahıl ve et ambarlarından merkezî ısıtma bölümü, solaryum, kreş, emzirme, kış, kuluçka ve kraliyet odacıklarından oluşan gizemli yuvaları gibi…

Kraliçe, erkekler, askerler ve işçilerden oluşan sosyal topluluk çalışkanlığı ile öne çıksa da, görev dağılımı, disiplini, köle avcılığı, saldırı ve savunma sırasında zehir ve formik asit kullanmadaki maharetleri, geliştirdikleri üst düzey iletişim ve haberleşme teknikleriyle, yön bulmada kullandıkları polarize ışık huzmelerine sahip oluşlarıyla, birçok başka eklembacaklıya ev sahipliği yapmalarıyla, interaktif öğrenme ve öğretme yetenekleriyle diğer canlılardan ayrılır karıncalar.

Sorumuz, “Tembel kim, çalışkan kim?” değil elbette. Her gün koşturmaca içerisinde işe gidip gelirken, bilmeden de olsa, ayağımızın altında ezilerek kaç karıncanın ölümüne sebep olduğumuzdur.

İrilerin küçüklere yaşam hakkı tanımadığı, gerek bakmadığı ve gerekse kibrinden dolayı görmediği ya da görmezden geldiği yaşam döngüsünde işin aslı, herkesin er ya da geç yeraltı ile buluşacağı gerçeğidir.

Yeryüzünün sakinleriyiz, yeryüzünün hâkimleri olduğumuzu iddia ediyoruz ama o kadar zayıfız ki bu zayıflık, bize gerçek kudret sahibinin kim olduğunu unutturabiliyor.

Kalabalık yollarda yol alıyoruz ve sıklıkla yol üstünlüğümüzü dillendiriyoruz. Bundan olsa gerek, kimseye yol vermiyoruz! Zincirleme trafik kazası gibi zincirleme günahlar işliyoruz. Bilmeden de olsa, kendimizi ihmâl ediyoruz. Kendilerini ihmâl edenler, çevrelerini de ihmâl ediyorlar. Çevrelerini ihmâl edenler, toplumun tümünü ihmâl ediyorlar.

Şimdi herkes, eve gidip gelirken kaç karıncayı katlettiğine ve yerin altında ne olduğuna baksın! Hattâ La Fontaine’nin o meşhur hikâyesini yeniden okusun.

Ağustos ayı çoktan geride kaldı. Eylül ise bitmek üzere ve kış gelecek.

Kendi masalımız yetmiş odalı telefonların içinden çıkmakla başlayacak ve inanın bu çok daha değerli olacak…

Yeter ki, tembellik kisvesinden kurtularak Ağustos böceklerinden uzaklaşarak (ister kış için zahire, bahar için tohum hazırlığı, ister ahiret yurduna hazırlık) ikinci dirilişe az günah, çok sevapla uyanalım…