
TÜRKİYE şu an millî bekasını tehdit eden, biri denizde ve
biri de karada olmak üzere iki tehlikeli hat ile karşı karşıyadır. Peki,
nelerdir ve nerededir bu tehlikeli hatlar?
Şimdi bu tespitin açılımını yapalım…
Türkiye’nin güneydoğu sınırları boydan boya tehdit
altındadır. Suriye ve Irak sınırlarının tamamı tehdit altında olduğu gibi, İran
sınırı tam anlamıyla olmasa da ikinci derecede terör ve üçüncü derecede de göç
tehdidi altındadır.
Deniz hattındaki tehdide gelince, Adalar Denizi’ndeki
çıkış sahalarımızın tamamı ve Doğu Akdeniz’deki MEB alanımızın tümü tehdit
altındadır. Başka hiçbir şey söylenmese yani sadece bu tablo dahi ne kadar
vahim bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuzu göstermeye yeter de artar.
Şu anda dünya üzerinde Ukrayna haricinde hiçbir devletin
kara ve deniz sahası bu kadar açık bir tehdit hâlinde değildir.
Gelelim, bu tehdidin kaynaklarına ve bu tehdit
karşısında ne yaptığımıza ve neler yapmamız gerektiğine…
Türkiye’nin güneydoğu sınırları ile ilgili tehdidin
kökeni, belirgin şekilde Kıbrıs Savaşı sonrasına dayanır. Türkiye’nin o büyük
yokluk ve imkânsızlık dönemi içerisinde Kıbrıs’taki soydaşlarını korumak için
gerçekleştirdiği muhteşem harekât, Batı’nın ortak bilinçaltında yatan
Haçlı ruhunu harekete geçirdi. Türkiye’nin Kıbrıs’ta millî birlik ve beraberlik
içerisinde yürüttüğü bu harekât, Batılıların Birinci Dünya Savaşı sonrası, el
çekmedikleri ama çok da fazla kaşımadıkları, ülke içi fay hatları üzerinde
bilinçli ve plânlı bir şekilde oynamalarına yol açtı.
Bu tarihten sonra özellikle ülkenin etnik ve mezhebî
tabakaları üzerinde yarım asırdır icra ettikleri faaliyetler, terör örgütleri
biçiminde meyve verdi. Türkiye’deki bütün marjinal Sol örgütler, PKK gibi
bölücü örgütler, din ve tarikat kisvesi ile kısmen Türkçülük kisvesi
altına gizlenmiş melun yapılar, 50 yıldır tek bir amaç için beslendi, büyütüldü
ve desteklendi. O uğursuz amaçsa Türkiye’yi mezhebî ve etnik açıdan
bileşenlerine ayırmak yani yarım bıraktıkları Sevr’i tam anlamıyla
gerçekleştirmekti.
Batı’nın genetik bir korkudan beslenen bu plânları,
Selçuklu ve Osmanlı’dan beri uykularını kaçıran Türkiye’yi tarihin çöplüğüne
atmadıkça asla dinmez. Ama ne oyunlar yaparlarsa yapsınlar, Allah’ın izniyle,
bu korkuyu kıyamete kadar iliklerinde hissetmeye devam edeceklerdir.
ABD ve onunla beraber hareket eden Avrupa, 11 Eylül
kurmacası ile İslâmiyet’i hedef tahtasına oturttu. Irak ve Afganistan işgal
edildi. Buradaki deneyimlerinden hareketle BOP adıyla bütün İslâm dünyasını
parçalarına ayırmak ve kukla yönetimlerle kendilerine bağlamak gibi bir habis
plân geliştirdiler. Tunus’tan ateşledikleri bu kusursuz fitne Libya, Mısır ve
Suriye’yi talan edip Kuzey Afrika’yı oyun dışına itti. Bu fitnenin son hedefi
Türkiye idi.
Siz bakmayın İran’ın da bu plânın kurbanlarından biri
olduğu söylemlerine, bu tezin gerçekle hiçbir alâkası yoktur. Batı’nın asla
İran’ı parçalayıp bölme plânı yoktur. Eğer öyle yapacak olsalardı, Saddam’a
saldıracaklarına İran’a saldırır ve işini çoktan bitirirlerdi.
Batı’nın 11 Eylül plânının bir parçası da İran’dı;
ancak İran, düşman halkasında değil, işbirliği halkasında yer alıyordu. Görünüşte
birbiriyle dövüşüyorlar ama arka plânda Sünnî İslâm’ı tepelemek için gizli
kapaklı işler çeviriyorlardı.
Atlantik ittifakı, Türkiye’nin güneydoğu sınırları
boyunca bir değil, iki koridor birden tesis etmek istiyordu. Bu koridorlardan
birisi, sınırlarımıza bitişik bir hâlde Irak’tan Akdeniz’e kadar uzanan kukla
PKK koridoru; ikincisi de Basra Körfezi’nden Lübnan’a kadar uzanan İran
patronajlı Şii koridoruydu. Bu koridorlara bağlı olarak Atlantik ittifakı,
Türkiye’nin güneydoğusunun tamamını ve doğusunun da büyük bir kısmını koparıp
almak istiyordu. Buna ilâveten Trakya bölgesi de ayrı bir statü içerisinde
düşünülüyordu. Plânlarına göre her tarafından budanmış, küçültülmüş ve denizlerden
mahrum bırakılmış bir Anadolu karasına hapsedilmiş Türklerin artık bir tehlike
oluşturmaları mümkün olmayacaktı. Bu plânın altın vuruşu içinse 15 Temmuz
ihanetini gerçekleştirdiler.
Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Tehlike karşısında
Türk’ün iki bin yıllık “Devlet-i ebed müddet” refleksi harekete geçerek tıpkı
İstiklâl Harbi sonunda ortaya koyduğu Kuva-yı Milliye ruhu gibi bir ruhla
şahlanıp millî birlik ve bütünlüğüne uzanan içteki hain elleri budadı.
İçteki Müslüman görünümlü işbirlikçi hain kripto
yapıları ve Atlantik ittifakı ile işbirliğine girerek güneydoğuda hendekler
kazan PKK unsurlarını tarumar eden Türkiye, başını sınırlarının dışına
çıkardığında kendi sınırları boyunca uzanan iki hain koridorun tesis edilmeye
çalışıldığını gördü. Bu koridorları kırmaz ve bunlara karşı önlem almazsa
içteki yapıları mağlûp etmek hiçbir işine yaramadığı gibi, hem millî birlik ve
beraberliği, hem de toprak bütünlüğü berhava olacaktı.
İşte Türkiye, 2016 yazından beri, güneydoğu sınırları
boyunca uzanan bu tehditlerle mücadele etmek zorunda kaldı. Önce Fırat Kalkanı
Harekâtı ile ABD’nin DEAŞ tezgâhını Suriye topraklarına gömdü. Ardından Türkiye’yi
Amanoslar üzerinden kuşatarak İskenderun Körfezi’nin kukla yapıya verilmesinin
kilidi olan Afrin’i ele geçirdi. Barış Pınarı Harekâtı ile Tel Abyad ve
Resulayn’ı özgürleştiren Türkiye, sonrasında Rusya, İran ve Rejim işbirliğiyle
kaybettiği 36 evladı için Bahar Kalkanı Harekâtını icra ederek işbirlikçilere
ağır bir bedel ödetti.
Türkiye bu operasyonları Suriye’nin kuzeyinde icra
ederken, Afrin’i izleyen süreçte Pençe Harekâtlarıyla Kuzey Irak’a girdi ve kesintisiz
olarak oradaki operasyonunu Suriye’den bağımsız olarak sürdürmeye başladı. Ki
bu harekât, “Pençe-Kilit” adıyla elan büyük bir başarıyla devam etmektedir.
Türkiye’nin Barış Pınarı Harekâtında gösterdiği büyük
başarı ve koyduğu hedefleri kısa zamanda gerçekleştirecek bir potansiyel
taşıması, Atlantik ittifakı ve Rusya’yı son derece tedirgin etti. Tel Abyad ve
Resulayn’ın ele geçirilmesinden sonraki konjonktürel durum Türkiye’nin daha
fazla ilerlemesini mümkün kılmadığı için, istemeyerek de olsa önce ABD,
ardından da Rusya ile peş peşe iki mutabakat yapıldı.
Bu mutabakatlara göre Tel Rıfat, Münbiç, Ayne’l-Arab,
Kamışlı ve Malikiye harekâttan muaf tutulacak, ancak taraflardan Rusya, Fırat’ın
batısında ve Amerika da Fırat’ın doğusunda onar kilometrelik tampon bölge
oluşturarak teröristleri bizim sınırımızdan otuz kilometre içeriye taşıyacaktı.
Ancak ne Amerika, ne de Rusya bizimle yaptıkları bu
mutabakata uydular. Peki, onların bu mutabakatlara uymayacaklarını, anlaşmayı
yaparken bilmiyor muyduk? Elbette biliyorduk! Lâkin ellerindeki kozları da
almak gerekiyordu. Nitekim Türkiye de böyle yaptı ve sürecin kendi lehine
gelişeceği zamanı bekledi.
Nitekim 2022 yılının 24 Şubat’ında Rusya’nın Ukrayna’ya
girmesi, Türkiye’nin aradığı fırsatı altın tepside sundu. Rusya’nın Ukrayna’yı
işgale başlaması, Atlantik ittifakının Avrupa kanadında hem güvenlik kaygısı,
hem de enerji kaynaklarına erişim sorununu doğurdu. Bu vesileyle Ukrayna’yı geç
de olsa silah yönünden tahkim eden ittifak, Rusya’ya ağır kayıplar verdirdi.
Böylece Rusya, Suriye’deki askerî varlığının önemli bir kısmını Ukrayna’ya
aktarmak zorunda kaldı.
Rusya ile enerji krizi yaşayan Avrupa ise yeni
güvenli enerji kaynaklarına yönelmek istedi; ancak nereye yönelse Türkiye’ye
mahkûm olduğunu gördü. Bu arada NATO’ ya almak istedikleri İsveç ve Finlandiya’nın
Türkiye’nin onayına bağlı olması, ellerini daha da zayıflattı.
İşte tam bu ortamda Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde
yarım bıraktığı harekâtı tamamlayacağını ve 30 kilometre genişlikteki güvenlik
kuşağını gerçekleştireceğini açıkladı. Bundan ne Atlantik ittifakı, ne de Rusya
hoşnut, ancak ters ayakta yakalandıkları için sadece oyalama taktiğine
başvurdular. Türkiye’nin beyan ettiğini mutlaka yaptığını da bildikleri için
yapacakları bir şey yok!
Türkiye, önce Fırat’ın batısını, ardından da doğusunu
özgürleştirerek muradına erecektir. Bu işin sonunda Kuzey Suriye ve Kuzey Irak
harekâtları birleşerek Türkiye’nin beka hattının ilk karasal kısmı olan ateş
hattı kısmen sönümlenecektir.
Şu var ki, Türkiye’nin karasal beka hattı, sınırlarının
güneyinden Tebriz-Tovuz hattında birleşirse, Misak-ı Millî’nin güney kısmını da
tamamen içine alır. Bu yapılmadığı sürece, bize bu coğrafyada rahat yüzü görme
ihtimâli yoktur.
İran denen ve kırk yamalı bohçayı andıran devletin
bizim güney sınırımızdaki Nubulzehra’da ne işi varsa, bizim de Tebriz ve
külliyen Güney Azerbaycan’da o tür işlerimiz olmalıdır. İran’dan kopacak bir
Güney Azerbaycan, hem İran’ı bitirir, hem de kukla yapılar üzerinden bölgede
hesaplar yapan emperyalist ülkelerin hesaplarını.
Türkiye an itibariyle Kuzey Suriye’de yakaladığı
fırsatı ne pahasına olursa olsun değerlendirmeli ve orada kurgulanan kukla
devlet oyununa acilen son vermelidir. Değilse, Ukrayna sorununu çözen bir Batı
ile Rusya geriye döndüğünde işimiz çok zor olur ve o kukla yapı da kukla bir
devletçiğe dönüşür.
Vuracağız ve dağıtacağız!
Bugün bir şehide mâl olan ortam, yarın bin şehide mâl
olur zira.
Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz su hattına gelince…
Türkiye’nin deniz beka hattının önünde bu kez kukla bir devlet var: Yunanistan…
Batı bu kuklayı üstümüze salmakla sözde bizi tehdit edip Doğu Akdeniz’in zengin
hidrokarbon yataklarına konmak istiyor. Ama bu imkânsız bir hayâl!
Efes-2022 Tatbikatında her türlü engelleme girişimine
rağmen Türkiye’nin yanında yer alan 37 ülke, anlayana çok net mesajlar verdi.
Bu tatbikata zorunlu olarak katılan ülkeler bir yana, dost ve kardeş Türk ve
İslâm ülkelerinin sayısı, Türkiye’nin nasıl bir küresel güç olmaya doğru
evrildiğini herkese gösterdi. Hele bu tatbikatta Türk Ordusunun ulaştığı savaş
kabiliyeti ve silah kapasitesi, karşısına “benim” diyenin kırk kez düşünerek
çıkacağı bir tablo sergiledi.
Haydi Türkiye, Kuzey Suriye’de karşına kim ne kılıkla
çıkarsa çıksın ezip geçecek güçtesin! Önce Kuzey Suriye’yi bitir, sonra Doğu
Akdeniz’e yönel! Nitekim ceddin Yavuz Sultan Selim de böyle yapmıştı.
Herkes kendi çadırında hayâl kurmakta hürdür; lâkin
hayâl kurduğu çadırı sayesi cihanı tutan velveleli bir otağ hâline getirmek sadece
bu milletin işidir. Vesselâm...