Kuyu paradoksu

Türkiye, atıldığı kuyudan Cenâb-ı Allah’ın lütfuyla çıktı ve kendini kuyuya atanlarla hesaplaşmaya başladı. Bu, yeni bir yükseliş sürecidir. Bu, tarihin yeniden yazılması, coğrafyanın yeniden şekillenmesidir. Bu süreç sonunda Osmanlı ve Selçuklu’dan daha güçlü bir Türkiye, üçüncü kez azizlik tahtına oturacak ve Cenâb-ı Hakk’ın “Azîz” İsminin hakkını verecektir.

TÜRKİYE tarihine, coğrafyasına ve medeniyetine geri dönüyor. Bu dönüşü şartlar zorladı. Yüz yıldır uyuyan bir devdi Türkiye. Ama belleğini kaybetmiş bir dev… Unuttu dünyaya nizam verdiğini. Unuttu son dinin bayraktarı olduğunu. Kıtaları bir kavun gibi dilimlediğini, kendisi olmadan kimsenin hiçbir şeye son biçimini veremediğini…

Unuttu ve uyudu bu yorgun ve azâmetli dev.

Bir asır sonra olayların eli geldi ve bu uyuyan devi uyandırdı. Onsuz, orman kanunlarının geçerli olduğu bir yer hâline gelmişti dünya. Hak ve adâletin yerini hukuksuzluk ve zulüm almış, paylaşım ve merhametin yerini de sömürü ve acımasızlık…

Aslanın olmadığı orman, çakalların cenneti hâline gelmişti.

Hâsılı, çok özlenmişti Türkler çok!

Bu girizgâhtan maksadım, Türkiye’yi  Azerbaycan’dan Libya’ya, Akdeniz’den Suriye ve Irak’a kadar olan yerlerde cepheler açmaya mecbur bırakan fiilî duruma dikkat çekmektir. Böyle bir hamleyi hiç kimse beklemiyordu Türkiye’den ve Türkiye’nin kendisi dahi beklemiyordu kendinden.

Zira bir asırdır kılcal damarlarına kadar sızmış olan Batı, bu kadim deve sürekli “Sen bir cücesin!” telkiniyle algı oyunları yapıyordu. O da bu telkine kapılıp gaflet köşesine büzüştükçe büzüşüyordu. Batı için Türkiye’nin bu hâli bile ürkütücüydü. Gâyesi, belleksiz hâle gelmiş bu devi lime lime doğramaktı. Ne yapmak lâzımdı?

Batı bu sorunun cevabını gayet iyi biliyordu. Bu devi kuyuya atmalıydılar. Yüz yıl önce, hile ile bu devi o kuyunun başına getirdiler ve itip kaçtılar.

Dev, bu devasa kuyuya düştü ve yüz yıl oradan çıkmanın yollarını aradı. Batı, hatâyı burada yaptı. Zira kuyuya itilende Hazreti Yûsuf’un bahtı tecelli ederdi!

Hazreti Yûsuf da kuyuda biraz zahmet çekmiş ama uzaktan gelen bir kervan, kurtuluş kovasını o kuyuya sarkıtmıştı. O gün o kervan, kuyunun karanlığı içine gizlenmiş bir dolunay bulmuştu. Kuyuya düşen o ay, tekrar ikbâl göğüne yükselmiş ve Mısır’a aziz olmuştu.

Bu durum benim “kuyu paradoksu” dediğim bir sonucu üretmişti. Hile ve tuzak kurarak birini kuyuda boğmak isteyenler, o kuyuya kendileri düşüyor ve arzu etmedikleri hâlde kuyudakinin yükselmesine sebep oluyorlardı. Çünkü hileye başvuruyorlardı.

Hile, şerri hayır kılığında gösterme tuzağının adıydı. Kim böyle bir işe girişirse, İlâhî İrade hemen harekete geçerek olayların eliyle o tuzağı bozuyor ve tuzak kurulan mağduru tuzaktan kurtarıp aziz ediyor, tuzak kuran hilekârı ise o tuzağa düşürüp rezil ediyordu.

Batı, tuzakların en korkuncunu bu ülkeye kurdu. Yüz yıl dost kılığında görünüp bu ülkenin geleceğini ve nesillerini çaldı. Bu ülkenin her biri bir iman neferi olan oğul ve kızlarını inançsız, idealsiz, yorgun, yılgın ve mağlûp bireyler hâline getirip köleleştirdi.

Durumun hep böyle gitmesi için üstümüze geldikçe geldi ve nihâyet kuyu paradoksunu harekete geçirdi.

15 Temmuz gecesi kuyuya gömmek istediği Türkiye silkindi ve kuyudan çıktı. Kuyuda iken yitirdiği belleği o silkinişle tekrar yerine geldi. Baktı ki, eski hasımları tâ harîm-i ismetine kadar gelmişler ve kırkıncı odasının kapısına dayanmışlar.

Silkinip kendine gelen dev, önce içerideki kuşatılmışlığı kırdı. FETÖ sırtlanları ve PKK çakallarını ülke içinden başlayarak temizlemeye başladı. İçerideki iş bitince, bu çakal ve sırtlan sürülerinin inlerine kadar gitti, inlerini başlarına yıktı. Tasmalarını kimlerin tuttuğunu gördü.

Ve gördü ki, bir bekâ sorunu ile karşı karıya; Batı, hemen sınırının dibine bir terör koridoru açmış, bu koridorda bir kukla devlet kurmaya çalışıyor. Hışımla üzerine gitti bu durumun. Bozup attı sinsi tuzakları.

Ama bu kukla yapıyı inşâ edenler, bundan hiç de kolayına vazgeçecek gibi değillerdi. Bizi Akdeniz ve Karabağ’da meşgul ederek “PYD” adını verdikleri o malûm yapıyı büyütmeye ve meşrulaştırmaya çalıştılar.

PYD’yi bir devletçik yapmak için, bizim operasyon bölgelerinin dışına taşıyarak finans kaynakları temin ettiler, silahlar verdiler ve yol haritası çizdiler. Bölgedeki bütün yapıları bir araya getirerek sosyolojik bir oluşum plânladılar.

Hattâ öyle bir tuzak kurdular ki şeytanın bile aklına gelmez: PKK’nın Sincar kampına doğru geldiğimizi görünce apar topar Irak ile Barzani bölgesini Sincar konusunda göstermelik anlaşma masasına oturttular. Güya Bunlar Sincar’ı PKK’dan boşaltacaklar ve orasını güvenli hâle getireceklermiş. Anlaşmayı ilk tebrik eden de ABD! Niye? Çünkü tezgâh kendisine ait.

Lâkin karşılarında muz devleti değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti vardı. Türkiye önce, bu anlaşmaya rağmen Sincar’da talim yapan PKK görüntülerini servis etti ve ardından da bölge sorumlularını imha etmeye başladı. Bu imhanın üç mesajı var. Bu üç mesaj, üç hilekâra yani ABD, Irak ve Barzani’ye…

Bunlara denildi ki, “Ne yaptığınızı biliyorum! Merak etmeyin, yakında geliyorum!”.

Evet, Batı bizi yüzyıl önce kuyuya attı ve 40 yıldır da gizli-açık terör örgütleriyle başımıza toprak saçtı. Ama bu şer bir hayra döndü Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla. Terörle mücadele etmek için silah üretmeye başladık, zorunlu olarak çatışmaya başladık. 40 yıllık deneyim, bizi keskin bir kılıç hâline getirdi. Bizi gömmek isteyenler muhteşem bir dirilişe sebep oldular.

Bizi bölgesel bir güçten süper bir güç aşamasına taşıyan bu sürecin buraya evrileceğini görselerdi, hiç böyle örgütlerle üzerimize gelirler miydi? Asla! Ama olan oldu ve kuyu paradoksu gerçekleşti.

Türkiye, atıldığı kuyudan Cenâb-ı Allah’ın lütfuyla çıktı ve kendini kuyuya atanlarla hesaplaşmaya başladı. Bu, yeni bir yükseliş sürecidir. Bu, tarihin yeniden yazılması, coğrafyanın yeniden şekillenmesidir.

Bu süreç sonunda Osmanlı ve Selçuklu’dan daha güçlü bir Türkiye, üçüncü kez azizlik tahtına oturacak ve Cenâb-ı Hakk’ın “Azîz” İsminin hakkını verecektir.

Mevlâna, “Suya düşenler değil, sudan çıkmayanlar boğulur” der. Biz çıktık çok şükür! İmtihan süreci şimdi bizi o kuyuya atanlarda… Bakalım çıkabilecekler mi? Çıkamazlar! Niçin? Onları o kuyuya atan el biz olsak bile, o eli tutan el, O’dur.

Vesselâm…