SON yıllarda
ülkemizde “kutuplaşma siyâseti” ya da “kutuplaştırma siyâseti” söylemi
üzerinden yoğun tartışmalar yapılıyor. Görünüşte de olsa, bu kutuplaşma
siyâsetinden herkes rahatsız olmuşa benziyor.
Kutuplaşma
nokta-i nazarından işin aslı acaba böyle midir, yoksa konunun tabiatında ve
ontolojik olarak varlığın yapısında varoluşsal olarak bu durum kaçınılmaz bir
olgu mudur?
İşte
ben bu makalede kendi kendime bir beyin jimnastiği ya da beyin fırtınası
yaparak, farklı bir açıdan yaklaşmak sûretiyle konuyla alâkalı bir zihniyet
çözümlemesi yapmaya çalışacağım.
Kutuplaşmanın
doğası
Kavramsal
olarak “kutuplaşma”, iki farklı uç noktayı ifâde eder. Aynı mıknatısın çift ve
zıt olan iki farklı kutbu gibi… Artı ve eksi kutuplar...
Bu
bağlamda bir soru soracak olursak; ontolojik ve diyalektik olarak çift ve zıt
kutuplu olmak, kaçınılmaz bir olgu değil midir?
Bu
kaçınılmaz olgu ve hakikatten (realiteden) hareketle, ne ki Yaratan O (Hâlik)
tek, ne ki yaratılan o (mahlûk) çift değil midir?
Bu
duruma göre, Yaratan (Hâlik), yarattığı varlığı (mahlûkat) çift ve zıt kutuplu
olarak yaratmış olmuyor mu? Meselâ, kadın ve erkek varlık (insan) olarak çift
ve zıt kutuplu değil midir? Onun için evlenecek olanlara “çiftler” ya da “ezvâc”
(tekili ‘zevc’), evliliğe de izdivaç denilmemiş midir?
Buradan
hareketle söyleyecek olursak, tüm mahlûkat böyle çift ve zıt kutuplu olarak
yaratılmamış mıdır?
Marks
ve Marksistlerin diyalektik felsefelerinde de zıt kutupluluk (tez-antitez) temel
bir tez (hipotez) olarak kabûl edilmemiş midir?
Ayrıca
evrende (kâinatta) zıtlık (tenâkuz) yasası yok mudur? Yani her şeyin zıddı yok
mudur? Meselâ, sıcak-soğuk, iyi-kötü, sağlık-hastalık, doğum-ölüm,
dünya-ahiret, cennet-cehennem, proletarya-burjuva ve diğerleri böyle
birbirlerine zıt değil midir?
O
hâlde, zıtlık ve zıt kutupluluk, kaçınılmaz ve zorunlu olarak ontolojik bir
olgu olmuyor mu?
Kutuplaşmanın
kaçınılmazlığı
Demek
ki bu duruma göre, istesek de istemesek de, sevsek de sevmesek de, kabûl etsek
de etmesek de, hoşumuza gitse de gitmese de kutuplar, kutuplaşmalar ve
kutuplaşmak kaçınılmaz oluyormuş. Dolayısıyla “siyâsî kutuplaşma” ve diğer
kutuplaşmalar (sosyal, kültürel, ideolojik, dinî, mezhebî, meşrebî vesaire)
bugünün problemi değilmiş ve her türlü kutuplaşma ya da gruplaşma, eşyanın
(varlığın) tabiatında varmış.
İşte
ontolojik ve yaşanmışlık olarak varlığın ve insanlığın tarihi böyle zıtlıklar,
çelişkiler, çelişmeler, çatışmalar ve kutuplaşmalarla doludur. İnsanlığın
tarihine baktığımızda maalesef hep bu gerçeklerle yüz yüze gelmekteyiz. Bu
bakımdan kutuplaşmak, insanoğlunun kadîm problemlerinin belki de en başta
geleni olsa gerektir.
Meselâ,
Âdem (as) ile İblis (Şeytan), Hâbil ile Kâbil, İbrahim ile Nemrut, Mûsâ (as) ile
Firavun, Meryem ve Îsâ (as) ile Mâbed’deki Yahudi hahamlar, Muhammed (sav) ile
Ebû Cehil, Ebû Leheb… Hepsi birbirinin kutbu ve zıddı değiller miydi?
Birbirleriyle kutuplaşarak çatışmadılar mı? Birbirlerine ters düşerek düşman
olmadılar mı?
Dolayısıyla
insanlar arasında şu veya bu sebeple kutuplaşmak târihen sabit olduğuna göre, o
hâlde burada asıl olan kutuplaşmak (fiil olarak) değil, kutuplaştırmak (mef’ûl)
ve bu kutuplaştırmayı (fâil olarak) kimin hangi amaç ve niyetle yaptığıdır.
Başka
bir deyişle, yukarıda belirttiğim sebeplerden dolayı kaçınılmaz olan bu
kutuplaşma sürecinde acaba haklı olan ve hakikati söyleyen kimdir? Haksız
olduğu ve hakikati söylemediği hâlde yalan dolanlarla, algı operasyonları ve
manipülasyonlarla, tezvirat ve dezenformasyonlarla kitleleri uyutan ve yanlış
yönlendirenler, evet onlar, bu kutuplaştırma sürecinin gerçek aktörleri sakın
onlar olmasınlar?!
Evet,
bu kutuplaştırmayı yapanlar gerçekten bunlar olamazlar mı? Bütün bagajlardan kurtularak
önyargısız ve objektif bir şekilde bu konunun üzerinde düşünmeye ve tefekkür
etmeye değer doğrusu…
Meselâ,
kutuplaşmanın tarafları olarak Âdem (as) mi haklıdır, yoksa İblis mi?
Kutuplaştırmayı Âdem (as) mi yapmıştır, yoksa İblis mi? Bu kutuplaşmada Âdem’in
(as) mi suçu, günahı vardır, yoksa İblis’in mi? Yine aynı şekilde, İbrahim (as)
ile Nemrut, Mûsâ (as) ile Firavun, Meryem ve Îsâ (as) ile Mâbed’deki Yahudi hahamlar,
Muhammed (sav) ile Ebû Cehil ve Ebû Leheb arasındaki kutuplaşmaların gerçek
müsebbipleri kimlerdir?
Gerçekte
kutuplaştırmayı yapanlar kimlerdir ve kimler haklıdır? Kimler haktan ve
hakikatten yanadırlar, kimler hakkı ve hakikati eğip bükenlerdir? Kimler büyük
şeytan ve küçük şeytanlarla iş birliği yapmaktadır, kimler büyük şeytan ve
küçük şeytanların hegemonyasına karşı çıkmaktadır?
İbrahim
(as) mi hak ve hakikatten yanadır, yoksa Nemrut mu?
Mûsâ
(as) mı hak ve hakikatten yanadır, yoksa Firavun mu?
Meryem
ve Îsâ (as) mı hak ve hakikatten yanadır, yoksa Mâbed’deki Yahudi hahamlar mı?
Muhammed
(sav) mi hak ve hakikatten yanadır, yoksa Ebû Cehil ve Ebû Leheb mi?
Allah’ın
Rasûlü Muhammed (sav), Allah’ın (cc) emri ve sözüyle insanları uyarmak ve
onları içine düştükleri karanlıktan ve bataklıktan kurtarmak için “Kum fe enzir!”
(Kalk ve uyar!) dediyse ve bundan sonra da insanlar arasında kutuplaşmalar
olduysa, bunun müsebbibi ve suçlusu Muhammed (sav) midir, Emri Veren midir,
yoksa bu çağrıya kulak tıkayan, karşı gelen, hattâ canına kasteden Ebû Cehil,
Ebû Leheb gibi, Allah’ın lânetine dûçar olmuş Mekkeli azgın müşrikler midir?
Hâlbuki
Muhammed (sav) insanları kutuplaştırmak için yola çıkmamıştı. Bilâkis insanlar
arasında barış ve kardeşliği tesis etmek istiyordu. Çünkü İslâm, ismiyle
müsemma olmak üzere, zâten barış, sulh ve salâh dîniydi. Dünyevî olarak bir
beklentisi de yoktu. Hevâ ve heves sahibi de değildi. Kendisine servet ve
saltanat da teklif edilmişti ama O, elinin tersiyle bunları itmişti. Bir eline
Güneş’i, bir eline Ay’ı da verseler, hak bildiği yoldan dönmeyeceğini insanlara
bildirmişti. Kendisi kutuplaştırmadığı hâlde, ne yazık ki kutuplaşmaktan da
kurtulamamıştı.
Şimdi
bu kutuplaşmada suçlu kimdir?
Herhâlde
Muhammed (sav) değildir, değil mi?
Sonuç
ve hakikat
O
hâlde peygamberler (Resûller) ve peygamberlerin yolundan giderek hakkı,
hakikati söyleyenler kutuplaştıranlar değil, bilâkis hakka ve hakikate açıkça
ve şiddetle karşı çıkanlar kutuplaştıranlardır.
Dolayısıyla
hırs sahibi, güç tutkunu, hevâ ve heveslerini putlaştıran insanların yaşadığı bir
yeryüzünde doğal olarak kutuplaşmalar kaçınılmazdır.
Burada
asıl olan, hak ve hakikatin yanında durmak ve tüm Resûllerin misyonuna uygun
şekilde hareket ederek doğruların yanında saf tutmaktır.
Ne
bu misyona karşı çıkanların, ne de bu misyonu eğip bükerek misyona ihanet
edenlerin yanında ve safında değil…