
GEÇEN haftaki makalemde,
“Devlet Olmak” başlığıyla devlet kavramını ve devlet sistematiğini biraz olsun
tanıtmaya çalışmıştım. Ayrıca devletlerin teşekkülüyle alâkalı olarak kendi
tarihimizden bazı örnekler vermiştim.
Bu
makalemde de insan-devlet ilişkileri üzerinde kısaca durmaya çalışacağım.
Devlet
kurma zorunluluğu
İnsanlık
tarihine bakıldığında “müesses nizam” anlamında ya da bugünkü adı ve anlamıyla
“devlet” adında devletler kurmanın veya teşekkül ettirmenin hiç şüphesiz ki bir
başlangıcı vardır.
Kurulan
bu devletlerin adları, amaçları, idealleri, ülküleri, mefkûreleri, yapıları,
felsefeleri, misyon ve vizyonları değişik de olsa, nihâyetinde hepsi bir
organizasyondur ve hepsi birtakım ilişkiler ağından müteşekkil kurumsal yapılardır.
Aslında
adına ne dersek diyelim (ister adı “devlet”, isterse başka bir şey olsun),
tarihsel süreç içerisinde insanların bir araya gelerek bir devlet ya da devlete
tekâbül eden bir müessese (kurum) kurmak zorundaydılar. Bu bir “zorunluluk”
prensibidir.
Çünkü
insanların doğal olarak bütün ihtiyaçlarını (barınma, korunma, güvenlik,
eğitim, sağlık, adâlet vesaire) tek başlarına karşılamaları mümkün değildir.
Hele de yerleşik hayata geçişle birlikte nüfusun artması, şehirleşme olgusu,
ihtiyaçların çeşitlenmesi, güvenlik meseleleri gibi zorlayıcı muharrik
unsurlar, devletlerin teşekkül etmesini kaçınılmaz kılmıştır.
Dolayısıyla
bu durum zorunlu bir olgudur. İnsanların güç birliği yaparak bir oluşum (devlet
vesaire) oluşturmaları kaçınılmaz bir durumdur.
Bu
bağlamda devleti, “milletin oluşturduğu ve millet adına iş yapan siyâsî bir
organizasyon” şeklinde tanımlamak ya da tanıtmak mümkündür.
Bildiğim
kadarıyla devlet kavramı Kur’ân’da bir iki yerde geçmekle birlikte Allah
insanlara, “Şöyle devlet kurun, böyle devlet kurun” demez. Ama meâlen, “Birlik
olun, dirlik olun, âdil olun, aranızda iyiliği yayın, kötü ve çirkin işlerden
sakının, şeytanın pisliklerinden (içki, kumar, fuhuş vesaire) kaçının, dedikodu
yapmayın, ahlâklı olun, haram yemeyin, helâlinden yiyin, doğruluk üzere
şahitlik yapın, yalancılardan olmayın, yeryüzünü inşâ ve ihyâ edin,
muhlislerden ve muhsinlerden olun, yeryüzünde bozgunculuk (kaos) çıkarmayın,
riyakârlık ve münâfıklık yapmayın, adâletle yönetin ve hükmedin…” diyerek, bir
devletin ya da müesses bir nizamın temel ilkelerini ve ahlâkî kriterlerini
veriyor bize. Tâbir-i caizse açıktan ve
zımnen bir devletin temellerinin ne ve nasıl olması gerektiğinin şifrelerini
öğretiyor.
Devlet,
yönetenler ve yönetilenler
Esasında
“devlet”, mücerret (soyut) bir kavram ve olgudur. Müşahhas (somut) bir varlık
değildir. Aynı zamanda devletler birer hükmî şahsiyettir. Yani gerçek kişilikler
değil, tüzel kişiliklerdir. Dolayısıyla devletlerde asıl olan, gerçek
kişilerdir.
Onun
için devletlerin dini, imanı, adâleti olmaz; gerçek kişilerin (millet adına
devlet kademelerinde görev yapan yöneticiler dâhil herkesin) dini, imanı,
adâleti olur.
Bu
bakımdan bir ülkedeki yöneticilerin kimlik ve kişilik özellikleri, yönetme ve
yönetebilme kabiliyetleri, liderlik becerileri, adâlet anlayışları, vicdan ve
merhamet yapıları, sorumluluk duyguları, misyon ve vizyon ufukları, evet,
bunların hepsinin kaliteli olup olmadığı son derece önemlidir; çünkü bunların
tamamı yöneticilerin icraat ve uygulamalarına şu veya bu şekilde yansır. Hiç
şüphe yoktur ki, bu icraat ve uygulamalardan da insanlar birebir etkilenirler.
Hele
de yönetim hiyerarşisinde en tepede bulunan şahsın yönetimine dayalı krallık,
hanlık, hakanlık, şahlık, padişahlık, sultanlık, imparatorluk gibi monarşik
sistemlerde durum hepten böyledir.
Ama
son yüzyıllardaki demokratik sistemlerde oluşturulan anayasal kurum ve
kuruluşlar, kuvvetler ayrılığı prensibiyle oluşturulan yapılar ve herkese şâmil
umum mevzuat ve yasalar, bir nebzecik de olsa yöneticilerin yetkilerini
sınırlamış ve iktidar gücünün kötüye kullanılmasını olabildiğince önlemiştir.
Ancak
burada önemli olan yine de “insan” unsurudur ve ülke halklarının huzuru,
mutluluğu, refahı ve kardeşliği, yönetici konumunda olan insanların ve
kadroların kaliteli ve adâletli oluşlarıyla doğrudan ilintili ve bağıntılıdır.
Dolayısıyla
demokratik sistemlerde yönetilen konumunda olan halkın, yöneticilerini mutlaka
kaliteli, adâletli, ülkesini ve milletini gerçek mânâda seven, dış güçlere
piyon olmayan, onların güdümüne girmeyen, onlarla iş tutmayan, halkının
refahını düşünen, halkı uyumadan kendisi uyumayan, halkı yemeden kendisi
yemeyen, vicdan, merhamet ve şefkat sahibi, hakkı hukuku gözeten ve koruyan,
kendini beğenmişlikten ve kibirden uzak, Narsisist ve egosantrik olmayan,
gerçek mânâda Allah’tan korkan ve O’ndan ümitvâr olan (havf ve recâ arasında
olan), sorumluluk duygusu yüksek, adâleti herkese eşit uygulayan, Allah’tan
başka dost aramayan ve dost edinmeyen, sahte dostların himmetine muhtaç
olmayan, emperyalist ve sömürgeci egemen güçlerden destek ve yardım beklemeyen
ve de kendi ulularını rab edinmeyen insanlar arasından seçmelidirler.
Yoksa
günün sonunda aradıkları huzuru, mutluluğu, refahı ve kardeşliği hiçbir zaman
bulamayacaklardır!
Bu
bakımdan devletten önce insan gelir ve insan, devletin merkezinde konumlanmalı
ve konuşlanmalıdır. Başka bir ifâdeyle, devletler insanlar için vardır.
Yukarıda da vurguladığım gibi, devlet, nihayetinde bir hükmî şahsiyettir ve
mücerret bir olgudur. Asıl olan, bizâtihi insandır.
Bundan
dolayı Şeyh Edebâli, Osman Bey’e, “Ey oğul! İnsanı yaşat ki devlet yaşasın”
demiştir.
Kutsal
devlet
İnsanlık
tarihine bakıldığında, çoğu zaman Batı’da da, Doğu’da da kurulan devletlerin
kutsandığı görülür. Kutsal devlet anlayışı neredeyse her toplumda, her millette
vardır. Görünüşte devletler kutsanıyor ve kutsallaştırılıyor gibi görünüyor ama
aslında kutsanan ve kutsallaştırılan (bir nevi tanrılaştırılan), o devletin
yöneticileridir. Yani kralları, hükümdarları, sultanları, şahları, padişahları,
imparatorlarıdır.
Hâlbuki
kutsal olan tek varlık Allah’tır. O’nun dışında hiç kimse, hiçbir kurum kutsal,
dokunulmaz, eleştirilmez ve sorgulanmaz değildir. Ama maalesef şu veya bu şekilde
her kesim kendi kutsalını yaratmış, eleştirilmez ve dokunulmaz kılmıştır!
Bunları
söylerken, devletin önemsiz olduğunu söylemek istemiyoruz. Bilâkis geldiğimiz
nokta itibariyle devletsiz toplum olmaz. Olanların ne hâlde, nasıl perişan ve
başkalarına muhtaç olduklarını, nasıl yersiz yurtsuz kaldıklarını târihen ve
yakînen müşahede etmekteyiz zâten. Bu mânâda, “Allah devletimize ve milletimize
zevâl vermesin!” diyoruz.
Ancak,
aşırı yüceltmeci bir anlayışla nasıl ki Hıristiyanlar Hazreti İsa’yı
tanrılaştırdılar, bazı “Müslümanlar” da Hazreti Muhammed ve Hazreti Ali’yi aynı
anlayışla olduğundan farklı gösterip insan ve beşer olma konumundan uzaklaştırarak
kutsadılarsa, işte devleti ve devlet yöneticilerini de bu şekilde kutsarsanız,
belki de farkında olmadan bunları “tanrılaştırmış” ve tabulaştırmış olursunuz.
O
zaman zâlim yöneticilerin eline geçen “tanrılaşmış devletler” ve “tanrılaşmış
yöneticiler” de size (halka) yapmadığı zulmü bırakmaz. Tıpkı ulûhiyyet
iddiasında bulunan “Tanrılaşmış Firavun”un kutsal devletinde* olduğu gibi…
*Bu konularda daha fazla bilgi için;
Aytunç Altındal’ın “Three Faces of Jesus”, Mustafa İslâmoğlu’nun “Üç Muhammed
İki Tasavvur Bir Gerçek”, Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen’in “Devletin Tanrılaşması”
adlı kitaplarına bakabilirsiniz.