ÖTEDE mi saklıydı sayılı değerler, yoksa ücrada mı kayboldu klâsikten
seçmeler? “Yeryüzü” denilen bu eşsiz ummanda bir kum tanesidir insan.
Duygularının esiri, duygusuzluğunun ise kölesidir. Zulmet ülkesinde adı, bîçâredir.
Ve çağımız “milenyumdur”. Z, Y’yi
geride bırakmıştır. Peki, her şeyiyle geride kalan Y, Z’nin yalnızlığının
sorumlusu mudur?
Bez bebekler, beştaşlar, körebeler,
yakan toplar ağlar mı arkamızdan? Görmemek için âmâ dolaşan bu kuşak, bir
illetin pençesindedir. Yoksundur gözleri açan çiçekten, seken ceylandan, yakan toptan…
Bu milenyum çağını sokaklara
taşımalı. Masa başında, marka peşinde harcanan saatleri geri vermeli. Klavyeden,
monitörden, kablosuz ağdan uzak tutmalı, bizlere emanet olan bu gençliği
korumalı…
Oysa bir karış toprağız, bir yudum
su, bir avuç aş, bir avamız sükût… Bilgisayar başında yaşanan ve ne yazıktır ki
gerçek sanılan “sosyal hayat” bir yanılmadır. Arkadaş kavramının ise bir
partner aracı sanılması korkunç bir gerçektir. Aslında arkadaş, güzel bir
sohbetin parçası, dertlerin ortağı, acının paydaşıdır.
Gençliğimiz, kitap kokusundan bîhaber,
ayracın varlığından müteessir; sayfalarda kaybolmuyor, kelâmındaki iştahı
klavyeye anlatıyor, sözündeki kuvveti masaya yatırıyor. Gençliğimiz,
tartışmıyor! Sorunlara çözüm aramıyor, çünkü kendine hâddinden fazla güveniyor.
Gelecek kaygısı taşımıyor, çünkü meslek ideali yok. “Youtuber olurum” diyor,
ömrünü harcadığı sosyal mecrada kazanç arıyor. Heves edip özeniyor. Çağımızın
büyük nimeti olan teknolojiyi yanlış ve fazla kullanıyor. Bilmiyor kütüphanenin
yolunu, bankta oturmuyor, çiçek toplamıyor, yemek dahi yapmıyor; çünkü buna
gerek duymuyor! Peki, tüm bunları yapan Z kuşağının geleceğinden kim sorumlu?
Karşımıza almalıyız bu çağı. Onlara
sunulan imkânlardan yararlı bir şekilde faydalanabilmeleri için “geçmişten
günümüzü” izletmeli, yaşatmalıyız geçmişi. Ama bunları yaparken “hor
görmemeliyiz”. Sevgiyi öğretmeliyiz. Özrü bilmez, teşekkürü sevdirmezsek şayet,
yok olan bir gençliği seyrederiz. Haklı dâvâsının dahi yapamıyorsa müdafaasını,
yoktur bunun izahı!
Saçları kızıl yahut küpe takıyor,
dövme yapıyor diye soyutlarsak kendimizden, göstermezsek güzel olanı “güzel”
bir şekilde, tabiî anlamaz bizi.
Geçmişini bağnazlıktan ibaret
sayıyor, bilmiyor. Örfünü âdetini tanımıyor. Ve ne yazık ki, yardıma muhtaç
birini gördüğünde inanmıyor; çünkü amellerin niyetlere göre olduğu gerçeğini
kaybettik biz. “Allah rızâsı” için denildiğinde akan suların durduğu o çağ
geride kaldı. Oysa insan olarak her daim aklın ve kalbin vicdanı ile boy
göstermeliyiz…
Sevmeliyiz kuralları; çünkü
bilmeliyiz ki, düzensiz nizam olmaz!
Söz hakkı tanımalı, içimizdeki âdemi
saymalıyız. Kitabı raflarda, filmi tezgâhta, baharatı aktarda, kıyafeti tüccarda,
eskiyi sahafta aramalıyız. Zamanın kıymetini idrak ettirmeliyiz.
Kara tahtasız, tebeşirsiz bir
öğretmen, önlüksüz bir doktor, talaşsız bir marangoza hayatın her evresinde
ihtiyaç duyulduğunu göstermeli, hayatın “sosyal ağdan” ibaret olmadığını
yaşatmalıyız. Göz kapaklarının niçin yaratıldığını, kulakların neden çift
olduğunu merak ettirmeliyiz. Çâre olmalıyız hıçkırığa, dokunmalıyız kanayan
yaraya. Yüzlere örtünmüş bir tomar boyadan arınmalı, saflığı ve temizliği, en
önemlisi de iyi niyeti göğe çıkartmalıyız.
Bunları el ele, milletçe başarmalıyız.
Çünkü bu vatan, bu millet, bu gençlik, bu gelecek bize emanet!
Zâhir olmalıyız. Olmalıyız ki,
gerçek mânâyı bulmalıyız. “Hiçlik” kelâmını sarf etmeli, aramalı, aratmalıyız.
Sözün özü şudur ki, hakikati unutturmamalı ve unutmamalıyız!