Kuşaklar arası iletişim ve ezelî imtihan

Biz yetişkinler o vaktin zor zamanlarını solurken, günümüz gençliği çok daha fazla kışkırtıcı unsura maruz kalmanın dirayetinde ya da savruluşunda kendi ayak seslerini duymak için çaba sarf ediyor. Ve kahramanca zihnen ve kalben mücadele veriyor. Evet, kimi yenik düşüyor, kimi heveslerine kapılıp incinme pahasına tecrübeler ediniyor fakat en sonunda ezelî imtihan, iyi ve kötü, doğru ve yanlış, güzel ve çirkin, haklı ve haksız şeklinde her asırda olduğu gibi devam edip gidiyor.

ÇOCUKLUĞU 80’li ve 90’lı yıllarda geçenler bilir; kötü yetişkinler anarşi çıkarır, ergenler çete kurar, askerler okul kapılarını tutar, kolluk kuvvetleri mahalle aralarında ansızın karşınıza çıkar, çocuklar bu hengâmenin içinde gayr-i ihtiyarî kimlik kazanırlardı.

O dönemi soluyanların çocuklukları, ergenlik sancılarına tutulmaya vakit bulamadan geçmiştir. Bir varoluş meselesi hâlindeydi; sokağa oyun için çıksak da, okul yahut bakkala gitsek de, ayakkabılarımızdan önce telkini, temkini ve tedbiri giydirirdi bize anne-babalarımız.

Bir kız çocuğu olarak sessiz ve cümlesiz bu sosyolojik eğitimin tedrisatından geçenlerdenim. Bu tedrisatın dili ile evlerimizdeki dil hiçbir zaman örtüşmezdi. Dışarıda olup bitenleri evde anlattığımızda takdir beklerken nasihat düşerdi payımıza.

Bir asker kızı olmama rağmen, kışlanın dışında yürüyen birkaç asker görsem korkardım. İlk gençlik yıllarında trafiğe ilk çıkışlarımda ne zaman polis durdursa ve “Ehliyet, ruhsat!” dese ödüm kopardı. Çünkü haklı haksız tutuklamalardan söz edilirdi o zamanlar. “Fikir suçlusu olmak” diye bir ihtar dolaşırdı sinsice aramızda. “İrtica” diye başkaca bir gerekçe hortlatılmıştı. Evler basılıyor, kitaplar toplatılıyordu. Örtülü olanlar fişleniyor, ikna odalarında imanlı genç kızlar kan ağlıyordu. Askerî hastanelere ve orduevlerine Ordu mensubu olmamıza rağmen örtülü olduğumuz için alınmazdık.

Bahçe kapımıza kocaman, kırmızı bir çarpı işareti yapılmıştı yağlı boya ile. Ölüm fermanıymış bu. Sebep, dindar olmak! Ve tüm bunlar kendi ülkemizin yöneticileri tarafından kendi yurdumuzda biz halka yapılıyordu.

Bunca keder içinde büyüyünce, “hürriyet” ile “özgürlük” kelimesi arasında bir fark arıyordu toy zihnim. Lügatlerde varsın ikisi de aynı anlama gelsin, ikna olmuyordu bir türlü aklım ve kalbim. Hürriyeti tüm millete, özgürlüğü kendime biçerdim. Hürriyet, hepimizin özgürlüğü anlamına gelirdi; özgürlük ise, kendi tercihlerimi hayata geçirebilmemi izah ederdi.

Hürriyet, “ay yıldızlı bayrağımın görkemli rüzgârlarda dalgalanması, onun gölgesinde tüm halkın huzur içinde yaşaması, anarşi ve terörün olmadığı, inanç ve siyâsî tercihlerin tartışılmadığı, ötekileştirilmediği, vatan sınırlarının tehdit edilmediği” bir anlam taşırdı o dönemde benim için.

Özgürlük, kendi çığlığımı atabilmekti erişebildiğim ilk halkanın içinde. Yani ebeveynlerime… Dilediğim kitabı okuyabilmekti. Gece huzurla yürüyebilmekti.

Zor zamanlar, zor çocukluk ve zor bir gençlik evresine rağmen şikâyetlerimiz değil, idrakimiz çoğalmıştı. Çünkü zor, oyun bozardı. Erişilen tüm müreffeh vakitlerin kıymeti artardı. Çünkü hafızalarımızda, hatıralarımızda kıyasa mahâl bir yaşanmışlık vardı.

Şimdi tüm bu kısa hatırlayışlarımızın ardından günümüz gençliğine baktığımızda, içimizde iki türlü bir refleks oluştuğunu düşünüyorum: Birincisi, bizim sahip olmadıklarımıza sahip olmalarının konforunu eleştirmek; ikincisi ise, kedersiz ve zahmetsiz bir sürecin idea yoksunluğuna sebebiyet vereceği zannıyla gençlerin fikir dünyasını küçümsemek.

Bunun da iki sebebi olduğunu düşünüyorum: İlki, şimdinin yetişkinleri olarak bizler, gençlik yıllarımızda eğlenceden önce düşünme pratiğini geliştirmek zorunda kalmıştık. Çok okur, bilgi kaynaklarına ve bilgiye hürmeti geliştirmeyi düşünür ve bunu uygulardık. Bu zorunlu bir süreçti ve soluduğumuz ortamlar bize varlık sebebimizi ve yaşama gayemizi sorgulatıyordu. Erken tanış olmuştuk idea kaygısı ve aidiyet meselesi ile.

İkinci sebep ise şu: Biz, günümüz gençlerinin sahip olduğu imkânlardan mahrumduk. Çoğumuz ödünç kitaplarla, kütüphane salonlarında yaptığımız okumalarla bilgiye erişirdik. Bir anlamda sebep, şimdi bir parmak dokunuşu mesafesindeki bilgiye erişme, çoklu ortamlarda kendini ifade edebilme gibi pratiklerimizin olmayışıydı.

Bu imkânlara refleks geliştirmeden ve gençleri konfor üzere oldukları zannı ile küçümsemeden önce şu sorulara cevap aramak, gençlerimizi anlamak için daha istifadesi bol bir iletişime zemin hazırlayacaktır: “Bizim gençliğimizde bu kadar kışkırtıcı imkân olsa idi böylesi fikir işçisi, idea yolcusu, inanç neferi olabilir miydik? Akıllı cep telefonlarına sığdırılmış, sosyal medya alanları, özel dizi kanalları, fenomen kayıtları ve bu alanlardan hayatlara sıçrayan moda, estetik ve para tuzaklarına ne kadar direnebilirdik?”

Biz yetişkinler o vaktin zor zamanlarını solurken, günümüz gençliği çok daha fazla kışkırtıcı unsura maruz kalmanın dirayetinde ya da savruluşunda kendi ayak seslerini duymak için çaba sarf ediyor. Ve kahramanca zihnen ve kalben mücadele veriyor. Evet, kimi yenik düşüyor, kimi heveslerine kapılıp incinme pahasına tecrübeler ediniyor fakat en sonunda ezelî imtihan, iyi ve kötü, doğru ve yanlış, güzel ve çirkin, haklı ve haksız şeklinde her asırda olduğu gibi devam edip gidiyor.

İşte bu ikircikli kıyaslardan mülhem jenerasyon farklı iletişim kopukluklarına çözüm üretmek ve gayret kesilmek için Kültür Ajanda’mızın kıymetli yazarları bu defa gençlere öğüt vermek yerine yetişkinlere iletişim reçeteleri sunmak için yazdı. Kendilerine tek tek kalbî teşekkürlerimi sunuyor, siz güzide okurlarımıza istifadesi bol okumalar diliyorum.

Hoşnut kalınız efendim!