GİTMEK istemiyorum.
Polonya’ya
uzak mısın?
Umurumda değil.
Burası
havalimanı.
Farkındayım.
Yerler
temiz mi?
Düşünüyorum…
Burası,
İstanbul’da eski bir havalimanı… Bosna’ya gitmek üzereyim. Annesi Duty Free’de
alışveriş yapan çocuğu ezmemek için uğraşan bir kalabalık var. Üç senelik
ömrünü gözden geçiren, muhasebe için uygun bir yer bulan çocuğa imreniyorum.
Biraz annesine kızmış, biraz da kalabalığa… Tavanda asılı ışıklara dalmış,
yüzünde donuk bir hüzün…
Emzikle
çorabın uyumu, çocuğun büyümekten yorgunluğu ve annesinin ilginç tebessümü bana
ne mi ifade ediyor? Yalnızca kendi küsülü dakikalarıma acıyorum. Acaba şu 30
küsur senede kaç kere küstüm? Çocukla çocuk olamıyorlar çünkü. “Büyümüş de
küçülmüş” lafları da inandırıcı değil. Peki, ben nasıl bir yerde yatıp uzanayım
30 seneyi muhasebe etmek için?
Kırılan
oyuncak, simit alamamak ya da okula geç kalmaktan başka derdi yok mu çocukların?
Hayâl değil düşündükleri. Çocuklar çok az yanılırlar. Fıtratın imkânları
sınırsızken, henüz kalbini kıracak çok sebep varken, çocuklar dünyayı umursamazlar.
Hiç
havalimanında yere uzanıp tavanı seyrettin mi? Bunu yapmadan bilemezsin.
Kalabalığın homurtusu ve ara ara duyulan anonsları anlamaya çalışmaktan başka
dertlerin olmalı. Ama sen yetişmeye çalışıyorsun, koşuyorsun. O yüzden
anlayamazsın!
Hani
ilk tatlılık, yanakların gamzesi, dudağın en küçük tepki karşısında bükülmesi
vardı ya, yabancının kucağında ağlamak, sımsıkı tutmak parmakları... Biraz
dalgınlık, biraz da huysuzluk vardı o gözlerde… Koskoca 3 yılın muhasebesi
kolay değil!
Ben
o uçağa binmek zorundaydım. Ki öncesinde kahve içmeliyim… Ama çocuk yerde. En
azından şu ifadeyi kaydedeyim: Belki yolda bir yerde izler, kendi hesabıma
neyin düştüğüne karar veririm…
***
Bosna’dayım.
Çünkü bu defa Hersek’te bir işim yok. Mostar’a gitmeyeceğim. Saraybosna’da
birkaç röportaj yapıp geri dönmeliyim. Kalacağım hosteli, çevireceğim taksiyi,
yürüyeceğim yolları gitmeden ayarladım.
Sırtımda
koca bir çanta, kamera, bilgisayar, mikrofon… Her şey yanımda.
Röportaj
konuları da ağır başlıklar; enerji güvenliği, Balkanlarda bölgesel iş birliği,
bölge ülkelerinin AB ve NATO’ya üyelik süreçleri...
Alanında
uzman bir kişiyle oturacağım. Fakat öncesinde bir kahve içmeli, şu sebilin
çevresindeki kuşları kovalamalı, tramvayın sesini dinlemeli…
Makinem
hazır; birkaç deneme çekimi, biraz ayar yapabildim. Fakat bana doğru bir
rüzgârgülü yaklaşıyor. Bu, nadiren rastlanan bir olay değil. Bu amca her gün bu
civarda rüzgârgülü satıyor zaten. Peki, ya bu çocuk ve kuşlar?
Yere
yatan yeşil emzikli sarışın çocuğun annesindeki o karamsar ve sert bakışlara
tahammül edemeyen ben, şimdi bu annenin gülüşüyle seviniyorum. Fakat kuşlar
daha çok seviniyor. Çünkü mısır çok güzel; çünkü minik bir avuç içinde...
Kuşlarla
çocukların ilişkisine dair düşündüm. Çiçekler, güneş ve toprakla olan ilişki,
mutluluk ve sağlık katıyor. Hani şu kalabalığa aldırış etmeyen, floresan
beyazına göz diken çocuk, aslında havalimanına kızmıştı. Çiçeksiz, kuşsuz ve
topraksız her yeri protesto ediyordu o gözler. Havasızlık, elektrik hatları,
kablolar, radyasyon, iğreti anonslar, yerlerin parlaklığı, insanlar yatmasın
diye yapılmış oturma yerleri...
Çocuklar,
yaşadığımız dünyayı acaba ne kadar ciddiye alıyorlar? Onlar için yaptığımız
oyuncakları da pek sevmiyorlar zaten. Pelüş oyuncak mı, kumanda mı? Lego mu,
telefon mu? Plastik çıngırak mı, pet bardak mı? İkisi arasında seçim
yaptıklarında çoğunlukla oyuncakları tercih etmiyorlar. Neden?
“Saraybosna Başçarşı’da Sebil” ya da “Sarajevo Baščaršija’da Sebilj”, eğer giderseniz sizi de mutlu eder. Çünkü şehir, henüz canavarlaşmamış. Suyu, yemeği, havası daha temiz. O yüzden ben havalimanında yere yatmak yerine, Balkanlarda bir yerde kuşlara mısır vermeyi tercih ederdim…