
ÜLKEYİ birkaç kısa aralık dışında tıpkı bir kral gibi 49 yıl boyunca Başbakan ve
Cumhurbaşkanı olarak idare eden Millî Şef İsmet İnönü’nün demokrasi ve çok
partili hayata iyi gözle bakmadığı, bilinen bir gerçektir. Sonraki yıllarda
ortaya çıkan demokrasi teşebbüsleri, dünyada gelişen olayların İsmet Paşa’nın
gündemine dayattığı zorunluluklardan ibarettir.
Prof. Dr. Turan Güneş’in tespitine göre “Kurtuluş Savaşı’nı başarıya
ulaştırmış genç inkılâpçı kadrolar, artık yaşlanmışlardı; ortaya çıkan bütün
sosyal gelişmelere muhafazakâr pencereden bakıyorlardı” (Özdemir, 1993:86).
Dolayısıyla ülkenin önünü tıkıyorlardı. Netîcede ortada bir memur devleti bütün
haşmetiyle hüküm sürüyordu.
1945’e gelindiğinde, halkla organik bağlara sahip olmayan CHP, desteğini
kaybetmiş ve o zamana kadar tek parti rejimini desteklemiş olan,
bürokrat-aydınlarla tüccar-toprak sahiplerini birleştiren elitler koalisyonu
dağılmaya başlamıştı (Findley, 2015:267).
Millî Şef’in gizli kalmış bir demokrasi havârisi (!) olduğuna dair yegâne
kayıt, aynı zamanda Paşa’nın damâdı da olan gazeteci Metin Toker’in şahsî
kanaat ve yorumlarına dayanmaktadır. Millî Şef İsmet İnönü’ye kalsa, bir
padişah gibi ülkeyi tek parti rejimi ile yönetecekti. Ancak dünyada gelişen dış
dengeler Türkiye’de çok partili hayatı mecbûri kılınca, İsmet Paşa da buna göre
yeni bir tertip içine girivermişti.
İsmet Paşa, hiçbir zaman demokrasiye inanan bir lider olmamıştı. Bu yüzden,
“1943 yılında Meclis’teki tenkid havası büyürse gelip Meclis’i sarması için
şarktaki Muğlalı Mustafa Paşa’ya talimat vermişti” (Ağaoğlu Samet, 1993:221).
Şef için temel esas “daima iktidarın zirvesinde kalmak” olduğundan, bu
netîceyi elde etmeye yarayan her tarz, ona mubah gelebiliyordu. Nitekim 1947
yılında, daha Demokrat Parti’nin çiçeği burnundayken, “Hadımköy’de bazı üst
seviye subaylara DP’yi şikâyet ederek, ‘Size güveniyorum. Belki hareket
edeceğiz!’” (Ağaoğlu Samet, 1993:69) sözleriyle bir darbe münasebeti içine
girmekten çekinmemişti.
Özetle İnönü, “Hiçbir zaman ne demokrasiye, ne de çok partili rejime
ısınmış, bu rejimi sevmemiş, bu yanını itiraf etmiştir” (Ağaoğlu, 1972:101).
Nitekim, “Bir dönem İnönü’nün Başbakanlığını yapmış Recep Peker bile
İnönü’nün yetkilerini kullanırken diktatörce davrandığını söylüyordu” (Toker,
1970:338).
Dış dinamikler
Millî Şef’in ve onun partisi CHP’nin penceresinden her şey böylesine
otomatiğe bağlanmışken, savaş sonrası ortaya çıkan dengeler bütün dünyayı
olduğu gibi Şef’in iktidarını da sarsmıştı. Değişen dünya dengeleri ortaya yeni
bloklar çıkartmış, küçük devletleri bu bloklar içinde yer almaya zorlamıştı.
Dünya dengelerini daima çok iyi takip eden ve ustalıkla daha güçlünün yanında
yer almayı başarabilen Millî Şef, çâreyi Batı Bloku’nun yanında saf tutmakta
bulmuştu.
Çünkü komşumuz olan Rusya, Türkiye’den toprak isteyecek şekilde bir dış
politika izlemeye başlamıştı. Batı Bloku’nun yanında saf tutma mecbûriyeti
diktatörlük rejimine son vermeyi, usûlen de olsa çok partili hayata geçmeyi
gerektiriyordu. İnönü telâş içerisindeydi. Dayanacak bir yer arıyordu. Nereye
başvursa kapıları kapalı buluyordu. “Bir gün Dolmabahçe Sarayı’nda
kalabalık bir misafir topluluğu karşısında kendisini tutamayarak, ‘Yalnızız,
elimizden tutan yok’ diye bağırmıştı. Onun bu çâresizliği Türkiye’yi Amerika’nın
kucağına atmıştı” (Sertel Zekeriya, 1968:258).
Türkiye’nin çok partili hayata geçiş merhalelerini araştıran dönem
araştırmacıları, işte bu değerlendirmelerden dolayı daha çok dış sebeplerin
üzerinde dururlar. Baskın görüş, “Millî Şef’in Sovyet tehdidi karşısında
Batı’nın yanında yer alma zarûretinden çok partili hayatın doğduğu” (Akandere,
1998:266) yönündedir.
25 Nisan 1945 tarihinde toplanan San Francisco Konferansı, Millî Şef’in
imdadına yetişir. Millî Şef, bu konferansla kendini Batı’nın korumasına
aldırır. “Türkiye’nin de imza koyduğu Birleşmiş Milletler Anlaşması, tek
partili rejime son vermeyi bir yükümlülük hâline getiriyordu” (Ekinci,
1997:276).
Demokrasiye geçişte San Francisco damgasının bu kadar baskın olmasından
hareketle devrin bazı aydınları gelişmeleri değerlendirirken, “San Francisco
markalı bir demokrasiye kavuştuğumuzu dile getirmişlerdir” (Ekinci, 1997:310).
İnönü, ABD’ye kendini kabul ettirmek için de olsa demokrat görünmeye
çalışıyordu. Demokrasiden yana olduğuna dış âlemi inandırmak zorundaydı.
“Türkiye’nin demokratik bir rejime gidiyor görünmesi kaçınılmaz bir hâl
almıştı” (Sertel Zekeriya, 1968:259).
Amerika’da Başkan Truman’ın önerisi üzerine Kongre, Sovyetler Birliği’nin
baskısı altında olan Türkiye’ye ve Yunanistan’a 400 milyon dolarlık bir yardımı
kabul etti. Bu devletlerin sivil ve askerî personeli de Amerika’da eğitim
göreceklerdi. Önce Türkiye’yi ve Yunanistan’ı Sovyetlere karşı kışkırttılar,
Sovyetler de iki yıl önce bize bir nota vererek 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk
ve Saldırmazlık Paktı’nı yenilemeyeceğini bildirdi. Sovyetler hangi akılla bu
işi yaptılar bilmem, ama bizi Amerika’nın kucağına attılar.
Truman Doktrini’nin yanı sıra bir de Marshall Plânı ortaya atıldı.
Bölgedeki bütün ülkelerin tarım işlerine el attılar, ellerinde kalmış ve ne
kadar modası geçmiş üretim aracı varsa bize yutturdular; yedek parçaları
bulunamadı, bir süre sonra bu araçlar çürüğe çıkarıldı. Ama biz borçlanmış
olduk. Tarım üretimine Amerika yön verdi, bizi bitirdiler. Amerika bizim efendimiz
oldu, biz de yeni sömürge olduk (Topuz, 2005:196).
1946 Nisan’ının ilk günlerinde, gazetelerde en önemli haber, Amerikan
Missouri zırhlısının “Providence” ve “Power” adlı iki zırhlı ile İstanbul’a
geleceğiydi. Missouri, Washington’da ölen Türkiye Büyükelçisi Münir Ertegün’ün
cenazesini getiriyordu. Ama olayın önemi, cenazenin gelişinden değil de
Türk-Amerikan ilişkilerinin gelişmesinden kaynaklanıyordu.
İstanbul’da da yer yerinden oynadı. Missouri Üsküdar, Dolmabahçe ve
Sarayburnu önünden geçerken binlerce kişi gemicilere sevgi gösterilerinde
bulundu. Halkın zırhlıları yakından görmesi için bazı iskelelerden özel
vapurlar kaldırıldı. Amirallere halı, kilim ve plâketler verildi. Konuklar
hiçbir limanda böyle ağırlanmadıklarını anlattılar. 1946 Nisan’ında Türk-Amerikan
dostluğu işte bu tür bayraklı, pankartlı ve badanalı şenliklerle başlatıldı
(Topuz, 2005:197-198).
İç dinamikler
İnönü, demokrasiye geçmeyi iyice sıkışan toplumsal enerjinin bir patlamaya
dönüşmesinden endişe ettiği için bir çözüm çâresi olarak görmüştü. Ona kalsa,
“Ömrünü tek parti rejimiyle pekâlâ geçirebilirdi” (Akandere, 1998:357).
Son tahlilde Millî Şef İnönü’nün kendi arzusuyla demokrasiye geçmediği
ortadadır. “Asker, bürokrat, seçkinler, toprak sahipleri ve burjuvazi
arasındaki siyâsî ittifakta statükonun korunmasını imkânsız hâle getiren bir
aşınma” (Ahmad, 1999:125) da bu değişimi mecbûri kılıyordu. İnönü’yü
demokrasiye götüren sebeplerden biri de onun kafasındaki iç konjonktür
dengeleridir.
Esasen, “İnönü, İspanya diktatörü Franco gibi harpten sonra da totaliter
rejimi devam ettirebileceğine inansaydı, bunda tereddüt etmeyecekti” (Ekinci,
1997:288).
Eğer Halk Partisi yöneticileri 1950 arefesinde “Seçimleri biz kazanıyoruz”
diye İsmet Paşa’yı yanıltmamış olsaydılar, ne seçimlerin kanunla yapılmasına,
ne Demokrat Parti’nin seçimleri kazanmasına imkân ve ihtimâl olabilirdi!
“Demokrat Parti de Büyük Millet Meclisi’nde sandalye kazanacak, ama seçimleri
biz alacağız” düşüncesi, “beyaz ihtilâl”in kapısını açmıştı (Sarol, 2014:338).
İnönü, 1969 yılında TBMM’de yaptığı bir konuşmada, o günlere atıfta
bulunarak, “Demokratik rejimi getirmeseydik ihtilâl olabilirdi” açıklamasını
yapmıştı. Çünkü CHP, “yirmi yedi yıldır milletin kanını emen bir teşekkül
olarak” artık alenen suçlanıyordu (Özdemir, 1993:87)
Cumhuriyet Halk Partisi toplumsal kalkınmayı sağlayamamış, halk, eskiden
olduğu gibi köylerde yaşayan köylüler olarak kalmıştı. 1950’de nüfusun aşağı
yukarı yüzde doksan beşi eski işleriyle uğraşıyordu. Nüfusun yüzde yetmiş beşi
köylerde yaşıyordu ve resmen kasabalarda yaşadıkları kabul edilenlerin yüzde
beşi de toprak işlemekteydi (Stirling, 1984:563).
Bir yandan da halkın değerlerine yabancı ve düşman politikalar izleniyor,
bu politikalar Devlet’e ve yönetime karşı bir büyük öfkenin birikmesine sebep
oluyordu. Dönemin Millî Eğitim Bakanlarından Tahsin Banguoğlu, bu vaziyeti
şöyle anlatır: “İstanbul’un fatihinin, Fatih Sultan Mehmet Han’ın bile türbesi
kapatılmıştı. Yavuz Sultan Selim’in, Kanûnî’nin ve Eyüp Sultan’ın türbeleri de
kapalı idi!” (Banguoğlu-Yazıcı, 2001:81)
Dönemi inceleyen bütün kaynaklar, Halk Partisi rejiminin sosyolojik ömrünü
tamamladığına dikkat çekerler. Ali Naci Karacan, bu durumu şöyle anlatır:
“Artık Halk Partisi’ne bağlı hiçbir umudu kalmamıştı. Parti, 27 yıl içinde
bütün o yapıcı, değiştirici, iyileştirici rûhunu kaybetmiş; hantal, duygusuz,
beceriksiz, lök gibi bir iktidar olup çıkmıştı.” (Karacan-Tanju, 1986:158)
Çok partili hayatla ilgili Millî Şef’in tavrı, bir “zoraki demokratın”
katlanmak zorunda kaldığı yeni gelişmelerden ibarettir. Şef, iktidardan
düşmeden dünyaya, “Türkiye’de demokrasi var” dedirtme gayret ve çabası
içerisindedir.
Sonunda bir tertip doğrultusunda bir grup CHP milletvekili partiden ihraç
edilerek Demokrat Parti kurduruldu. Gazeteci Engin Ardıç, bu olguyu şöyle izah
eder: “CHP demokrasiye değil, ‘çok partili sisteme’ geçmişti. İkisi farklı
şeylerdir. İnönü, çok partili sisteme geçti ama demokrasiye değil.” (Ardıç,
2010)
Özetle CHP ve onun Millî Şef’i, yönetimi, 1950’de genel seçimlerle Demokrat
Parti’ye bir lütuf şeklinde devretmemiştir. Halkın tepkisi ve biriken öfkesi
karşısında başka çâresi kalmadığı için “bir zoraki demokrat” olarak demokrasiye
geçmeye mecbur kalmıştır.
Demokrat Parti
Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu görüşülürken Celâl Bayar, Adnan Menderes,
Refik Koraltan ve Emin Sazak, kendi partilerine sert eleştiriler getirip CHP
Grubu’na “Dörtlü Takrir” adlı bir önerge verdiler. Önerge ülke ve parti
yönetiminde özgürlükçü bir anlayış içeren düzenlemeler yapılmasını öngörüyordu.
Ancak Dörtlü Takrir reddedildi. Bunun üzerine Menderes ve Köprülü, o günkü
Vatan Gazetesi’nde Cumhuriyet Halk Partisi iktidarına karşı o güne değin
örneğine rastlanmayan sertlikte yazılar yazmaya başladılar.
Sonuç olarak Menderes, Koraltan ve Köprülü partiden ihraç edildiler. Aynı
gruptan olan Celâl Bayar ise önce milletvekilliğinden, sonra da CHP’den istifa
etti. Celâl Bayar, 1 Aralık 1945’te parti kuracaklarını açıkladı. 7 Ocak 1946
günü Demokrat Parti (DP) kuruldu.
İnönü, rejimin temellerini ve Atatürk devrimlerini yıkmaya yönelmeyen güçlü
bir muhalefet partisinin yararlı olacağına inanıyordu. Bu inançla ülkede
muhalefet partilerinin kurulmasına yeşil ışık tutmuştu. İlk olarak 2 Temmuz
1945’te Millî Kalkınma Partisi kurulmuş ve ondan bir süre sonra da Celâl Bayar,
Refik Koraltan, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü, CHP saflarından ayrılarak 7
Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi kurmuşlardı.
Kaynaklar
Ağaoğlu Samet, (1972), DP’nin Doğuşu ve Yükselişi,
İstanbul: Baha Matbaası
Ağaoğlu Samet, (1993), Siyâsî Günlük, İstanbul:
İletişim Yay
Ahmad Feroz, (1999), Modern Türkiye’nin Oluşumu,
İstanbul: Kaynak Yay
Akandere Osman, (1998),Milli Şef Devri, İstanbul: İz
Yay
Ardıç Engin, (2010), Star,19.3.2010
Banguoğlu Tahsin-Yazıcı Olcay, (2001), Eğitim ve
Kültür Trajedimiz, İstanbul: Marifet Yayınları
Ekinci Necdet, (1997), Çok Partili Hay. Geçişte Dış
Etkenler, İstanbul: T.D. Yay.
Findley Carter V, (2015), Modern Türkiye Tarihi, İslam
Milliyetçilik ve Modernlik,1789-2007 İstanbul: Timaş Yayınları
Karacan Ali Naci-Tanju Sadun, (1986), Doludizgin/Bir
Gazetecinin Hayatı, İstanbul: Karacan Yay
Özdemir Hikmet, (1993), Sol Kemalizm, İstanbul: İz
Yay.
Sarol Mükerrem, (2014), Bilinmeyen Menderes, Cilt:1,
İstanbul: İnkılap Yayınevi
Sertel Zekeriya, (1968), Hatırladıklarım, İstanbul:
Yaylacık Matbaası
Stirling Paul, (1984), Uluslararası Atatürk
Sempozyumu, Cumhuriyet Türkiye’sinde Toplumsal Değişme ve Toplumsal Denetim
Ankara: İş Bankası Yay.
Toker Metin, (1970), Tek Partiden Çok Partiye,
İstanbul: Milliyet Yay.
Topuz Hıfzı, (2005), Savaş Yıllarında Kültür Devrimi,
İstanbul: Remzi Kitapevi