-Şehit Muhsin
Yazıcıoğlu’na…-
***
EVE az önce girmişti.
Elinde bir dosya, içinde üç beş evrak… Zühre yukarı odadan şimdi inmiş hâlde,
yüzü solgun kocasını karşıladı: “Hoş geldin Ce…”
Cemal,
tam o an elinden dosyayı, yanağındansa süzülen yaşı yere düşürüverdi… Sarsıldı…
Sallandı… Zühre bir anlık şaşkınlığın ardından yetişti…
***
O
günün sabahında Muhsin, okul çıkışı eve dönerken yine hep kullandığı köy yoluna
çıkmıştı. Yol aynıydı; fakat bugün, diğer günlere benzemiyordu. Ders bile bugün
dersten farklı gelmişti. Yol boyunca kulakları çınlamış durmuş, heybet dolu siluetler
gözleri önünden geçivermişti. Bunca yaşanan heyecan, yol kenarındaki kuru bir
dalı bacaklarının arasına sıkıştırmış ve öylece kendisini koşturmuştu.
Evlerinin
önüne böylece gelen Muhsin, elleri belindeki annesini kapı önünde bekler hâlde
buldu. Kan ter içinde, sessizce boynunu büküp arkasına doğru baktı, bahçe
kapısını açıp yavaş yavaş eve girdi.
***
Oğullarının
uyuduğunu öğrenen Cemal, hemen yavrusunu görmek istedi. Hızla yukarı kata
çıktı. Tam odanın kapısını açacaktı ki kalakaldı. Oğlu uyuyordu. Yavaşça kapı
kolunu indirdi ve kapıyı araladı, içeri girdi. Ahşap parkelerin yürürken
çıkardığı ses Muhsin’i hareketlendirince, Cemal âdeta heykel kesiliverdi. O
heykeldi ama gözleri değil… Daha da usulca yaklaşıp yatağın dibine, dizleri
üstüne oturdu. Mahzunca odayı dolaşan gözleri, bir an dededen yadigâr konsülün
üzerindeki atlasa ilişti; eline aldı, kapağını açtı. Kapağın iç kısmına yazılı
bir başlık vardı: “Görmek istediğim yerler”…
Derken
uyanıverdi Muhsin. Babasını dizleri üstünde çökmüş görünce, “Yanıma otursana
baba!” dedi. Atlasa dalan Cemal birden irkildi ve “Uyandın mı sen?” diyerek
tebessümle kalktı yerden. “Uyandım ya, uyandım da…” dedi Muhsin, “Öyle güzel
rüyalar gördüm ki baba… Aslında korktum önce, ama sonrası çok güzeldi” diye
devam etti.
“Rüyamda…”
dedi Muhsin, “Koca koca adamlar gördüm atlarının üzerinde… Ellerinde kılıçları…
Korktum… Bir at da bana doğru geliyordu; kaçacak yer aradım, kaçamadım. Sonra o,
başıyla beni sırtına aldı. Çok soğuk bir yerden geçerken alevden kanatlı, yeşil
bakışlı, gökkuşağı gibi kuyruğu olan bir kuşa dönüştü. Beni yakmadı ama… Sanki
oranın soğuğundan da koruyordu”.
“Sonra?”
diye sorunca babası, Muhsin “Gerisini unuttum” diye cevap verdi tebessümle…
Elini
oğlunun saçlarında gezdirdikten sonra omzundan tutup kendisine doğru çekti
Cemal. Oğlunun gözlerinin içine derin derin baktı, tebessüm etti. Oğlu da
kendisine karşılık veriyordu ki, “Senin gözlerinde ne var öyle?” diye sordu
Cemal. Muhsin, “Bilmem ki… Ne var?” diye yanıtladı soruyu. Cemal daha da eğildi
ve “Alevden kanatlı bir şey! Sanki uçuyor göz bebeğinde” dedi Muhsin’e, “Aynaya
baksana, kıpkırmızı”…
Muhsin
birden fırladı yatağından ve odadaki aynanın önüne dikildi. Dikkatle aynadaki
gözlerine baktı. Kandildeki alevin dansı aynadan yüzüne aksetmişti. “Evet!”
dedi, “Evet! Bu rüyamdaki kuş işte!”…
***
Vakit
geç olmuştu. Zühre yatak hazırlamakla meşguldü. Geldiği andan itibaren konuşmak
istese de konuşamayan kocasına son bir hamleyle sordu: “Uyuyor mu?”
Cemal,
Zühre’nin sorusunu yalnız başını sallayarak cevaplandırdı. Bütün kadınlık
hisleriyle hem yavrusu, hem de eşi için üzülen ve yorulan Zühre, bu kez ısrarla
devam etti: “Hakikaten, sen Muhsin’in gözünde ne gördün?” Cemal, dizleri
üzerine yasladığı dirseklerinden güç alıp derince soluklanarak arkasına
yaslandı: “Sadece gözleri kanlanmıştı…”
O
gece Cemal ve Zühre için bitmek bilmiyordu. Yorganlarına öyle sıkı
sarılmışlardı ki, sanki korkularından esirgeyen en şefkatli sığınak oydu. Bir
an Cemal’in hayâlinde, Muhsin’in atlası canlandı: “Görmek istediğim yerler”…
Gecenin
sıkıntısında birden doğruldu Cemal, “Zühre! Ne dersin, bir gezintiye çıkalım
mı?” diye sordu eşine. Zühre, “O da nerden çıktı gece gece?” diye karşılık
verdi. Cemal, “Hanım! Tabiî ki şimdi demiyorum. Ama Muhsin, sen ve ben… Ne
güzel olmaz mı?” diye ısrar edince Zühre teklifi kabul etti.
Seher
vakti kalbinin hıçkırıklarını bastıra bastıra doğruldu yatağından Cemal. Öyle
ya, seherden önce bir vakit olsa, belki ona dayanacaktı. Sindirdiği bütün telâşları
kaldırıp aradan, Muhsin’in odasına girdi yavaşça. Oğlunun yatağının başında
dikildi. Sessizce baktı. Uyandırmaya kıyamadı. Konsülün üzerindeki atlasa
baktı, “Oğlum!” dedi, “Haydi, kalk! Hep beraber bir seyahate çıkıyoruz”.
Babasının
sesine uyanan Muhsin, duyduklarını anlamlandıramadığı için yatakta doğruldu. Kısık
bakışlarla babasına baktı, “Rüya mı bu? Nereye gidiyoruz?” dedi zar zor.
Babası, “Rüya değil oğlum. Annenle karar verdik, hep beraber büyük bir yolculuk
yapacağız. Haydi! Şimdi kalk ve yüzünü yıka” dedi.
Muhsin
yatağından kalktı. O yüzünü yıkamak için kalktığında, Cemal de tekrar atlasa
baktı. Eline aldı. Kapağını açtı…
Güzergâh
o kadar genişti ki yola çıktıkları sonbahar ayları yetmeyebilir, kışı dahi
devirebilirlerdi. Hiçbir şeyi umursamadan çıktılar. Bu yolculuk çok farklı
olacaktı. Cemal gömlek cebinden bir kâğıt çıkarıp baktı: “Bismillah…”
***
Önce
batıya uzandı yolları. Memleket toprağının ucuna vardılar. Cemal, gençlik
yıllarında gördüğü bu diyarı pek unutmamıştı. Vaktiyle çilesini yudumladığı bu
şehir, kendisine şimdi nasıl da misafirperver gelmişti. Muhsin ile Zühre’yi
hemen o efsunlu denizle yüzleştirmek istedi. Yorgunluklarını atmak için kordon
boyunca sıralanmış kıraathanelerden birinin iskemlelerine oturdular. Gelen garsondan
sadece su getirmesini isteyen Cemal’e, “Buranın suyu mu meşhur baba?” diye
sordu Muhsin.
Oğlunun
sorusunu hemen cevaplamak istemedi Cemal. Sular geldikten sonra, “Bak!” dedi,
“Şu ucu görünmeyen denizi görüyor musun?”. Muhsin, zaten dibinde oturdukları
denize tekrar tekrar baktı, “Evet!” dedi. Cemal anlatmaya başladı:
“Yıllar
yıllar önce bu deniz çok kabardı, çok köpürdü. Kalyonlar, kâşifler, donanmalar
gördü. Ben ise gençliğimde bu şehre geldiğimde hep kendim kabardım, kendim
köpürdüm. Hiçbir gün bu deniz gibi durulamadım. Buranın suyu meşhur değildir
oğlum, buranın işte bu tecrübedeki sakin denizi meşhurdur. Denizi tatmak için
içmemiz mümkün olmadığından, ancak bize su düşüyor…”
İlk
kez bir deniz görmenin heyecanıyla Muhsin de, Zühre de gülücükler saçıyordu.
Cemal’in, önündeki bir bardak sudan yudumladıkça sanki ıstırabı diniyor, oğlu
ve eşinin mutluluğuna ortak oluyordu.
Bu
şehri gezip dolaşmak çok güzeldi, fakat başka şehirler de onları bekliyordu. Günler
geçiyor, yolculuk devam ediyordu. İhtiyarlığın uğramadığı, incirin hayat
aşıladığı, sütten her türlü mamulün yapıldığı diyarlardan geçtiler. Efsanelerin,
destanların yazıldığı topraklara vardılar.
Yalçın
tepelerin sarmaladığı boğaz; serin, dalgalı, kasvetli, bin bir gamla yüklü lâkin
metin duruyordu. Siyah dibini yeşil yosunların kucakladığı demir yığınlarını,
hattâ ondan da önceki kalyon kalaslarını, nasıl bir gün mavi, bir gün siyah ve
bir gün kıpkırmızı kaldığını, köpük köpük dalgalarıyla kendini nasıl o mukaddes
karaya vurduğunu anlatıyordu âdeta… Muhsin, yerden taş toplayan değil, gökten
yıldırım deren adamlar görüyordu. Burası ne kadar muhteşem ve ne kadar mahzundu!
Yola
devam ettikçe Cemal, memleketin zenginliğini her ayrıntısında ifade ediyordu.
Öyle ki, Muhsin’den kaldırım taşlarına, çeşmelere, minarelere, hattâ çöplere
dahi dikkat etmesini istemişti. Muhsin de gördüklerini tek tek yazıya döküyor,
gidecekleri her şehri yanındaki haritadan cetvelle ölçüyordu: “Bak burası
kısaymış anne, sadece 7 santim…”
Daha
da kuzeye çıktılar. Pangea’nın parçalanırken bıraktığı yedi iz gülümsüyordu
yüzlerine. Semâya bûseler konduran tepeleri, hoş sedâları aksettiriyordu sînelerinde.
Kıymet verilmeye değer şâheser bir şehirdi bu şehir. Sırtlarını çamların
sıvazladığı, kuleleri etrafında pervane sandallarıyla ve hattâ sokak arasında
koşuşturan kedilerinin bahtının kıskanıldığı bir şehir… Cadde cadde, sokak
sokak dolaştılar. Her saniyenin kıymete bindiği günleri devirdiler…
İstikamette
nice şehirler vardı. Kuzeyden aldıkları yolu doğuya yordular. Denizi ne kadar
kara da olsa ve ne kadar hırçın, bereketin yoğurulduğu pek sevimli bir diyara
gelmişlerdi. Bir anlık titreyişin bile coşkuyla perçinlendiği bu diyar, tam da
dinlenilecek diyardı. Taştan fırınlarda pişmiş koca bir ekmek üzerine misk
kokan tereyağını sürdükçe Zühre, o taştan ekmek, lif lif kendisini bırakıyordu.
Muhsin, yeşillikler içindeki bu diyardan bir nebze daha soluklanmak için
doyasıya koşuyor, rüzgârla dans ediyordu…
Bir
ara Muhsin durdu… Yağmur durdu… Ekmek kaskatı kesildi… Ve Cemal… Ve Zühre…
Bir
damla kopardı fırtınayı, feryat feryat vurdu hırçın dalgalar… Kollarının
arasına aldığı yavrusunu tel tel saçlarından okşuyordu anne…
***
Cemal,
tam o anda elinden dosyayı, yanağındansa süzülen yaşı yere düşürüverdi…
Sarsıldı… Sallandı… Dosya içindeki evraklar yere savruldu… Çok az kalmıştı!
Cebindeki
kâğıdı çıkardı, “Daha çok var!” dedi kendi kendine… Yola koyuldular. Şimdi
güneye doğru gideceklerdi memleketin sıcaklığını duymak için. Yalnız bozkırın
kuru havasını da çekmek lâzımdı. Türkülerini duya duya, tepesinden kar eksik
olmayan yüce dağa selâm vererek geçtiler bu yerden de.
Günler
günleri kovalıyor, bir zincire teslim şekilde çekiliyorlardı… Ve bir diğer
taraftan bir buğu, “Ne olursan ol!” diyordu. İçlerin bozkırını güneyin
makisinde kesen sıra dağlar, keskin nakışlı kaleler ve tersanelerin ihtişamıyla
karşıladı onları. Muhsin, portakal ağaçlarını sadece kokluyor, lezzetini
ciğerlerinde hissediyordu. Nefes almak istiyordu… Sadece… Nefes…
Güneyden
aldıkları soluğu doğuya doğru taşıyorlardı. Taş evler gördüler ve ateşten bir
göl… Ama ille de mutfağından tatmak lâzımdı. Zühre bir türkü tutturdu iki nehir
arasından akan “Gezme ceylan bu dağlarda…” der gibi… Ağaçların tepelerine çıkıp
bal şifâsındaki kayısılardan topladı Muhsin…
Hafifçe
kuzeye yöneldiler. Günleri ayların içinde yitip gitmişti. Sılaya dönülüyordu. Kışın
soğuğu zar gibi titretiyordu teni. Eve dönülmüştü artık…
***
Oturma
odasına geçen Cemal, yorgun gövdesini divanın üzerine bıraktı. Cebindeki kâğıdı
çıkardı. Baktı… Baktı… Sağ yanına döndü… Bacaklarını karnının içine doğru
çekti… Sesine yansımayan hıçkırıkları vücûdunda patlıyordu.
Zühre,
kocasının yanına yanaştı. Tıpkı yavrusunun saçlarını okşar gibi, eşine
dokuyordu merhamet kilimlerini. “Zühre!” dedi Cemal, “Daha çok yere gidecektik”…
Zühre, “Peki neden döndük?” diye sordu. Cemal yavaşça doğruldu ve oturdu. Alev
yanaklarında yaş kaynıyordu: “Bilmem!”
Zühre,
kocasının yanından hışımla Muhsin’in odasına çıktı. Muhsin, elindeki cetveli
güneşe doğru uzatmış, göz ucuyla bakıyordu. Sessizce Muhsin’in yanına yaklaştı.
Bu sırada Cemal de odaya geldi. Babasının gelmesiyle Muhsin yüzünü ikisine
döndü, “Anne!” dedi, “Bak, güneşe sadece 30 santim uzaktayım. Dışarısı buz gibi
ama nasıl da parıldıyor değil mi?”.
Zühre
de, Cemal de pencereye yaklaştı. Muhsin, “Çok teşekkür ederim babacığım! Çok
güzeldi. Onca yol teptik ama hepsi yerli yerinde değil mi?” diyerek güldü.
Cemal ve Zühre de gülüştüler.
Muhsin,
elindeki cetveli konsülün üzerine bıraktı. Dışarının soğuğuna aldırmadan pencereyi
açtı. Bu kez elini uzattı güneşe, “Bakın!” dedi, “Şimdi ise dokunuyorum!”…