Kurtuluşun kuruluş değerleri

Selâm çığ gibi büyüdü. Herkes selâmlaşıyor, selâmlaşan selâmette kardeş kılınıyor ve selâm yaydıkça çoğalıyordu. Zaten “Müslümanlık” selâmdan, selâmetten geliyordu. Dünyaya da selâm, selâmet götürmüştü. “Bir masum insan öldürmek, tüm insanlığı öldürmektir” şiarını selâmla yayan İslâm’ın milleti, 15 Temmuz gecesi esenliği selâmla korudu, yaşattı ve tankın, tüfeğin, topun ve de uçağın önünde bir aşılamaz barış duvarına dönüştürdü onu.

Belirsizlik

ADI konulmayan, bir sonraki hâli kestirilemeyen ve kem gözlerle etrafı sislendiren ortamlarda, insanın, inanan insanın, teslimiyetini Allah’a yapmış kulluğun ilk sığındığı liman “dua”dır.

Dua, “çağırmak” demektir. Dua kaçış değil, sığınmaktır. İlk önce Belirsizliği Çözecek Güce sığınmaktır. Kapanmışsa melekeler, onu açtırmaktır. Bakıp göremeyen gözler varsa eğer, gözlerdeki perdeyi kaldırmak için gözü de, nurunu da Var Edene o gözleri teslim etmektir. İşitmeyen kulaklar varsa, o kulağa vahiy ile seslenen Kadir-i Mutlak’a kulak kesilmektir. Gidemeyen ayaklar varsa ona derman istemek, panikleyen kalp varsa ona sükûnet vermek için Kalplere Hükmedene kalpten yönelmektir.

15 Temmuz gecesi kara bir sis çöktüğünde Boğaz Köprüsü’ne, Atatürk Havalimanı’na, güvenlik kapılarına, belirsizlik içinde kalan duygu ve düşünceler olası bir “terör saldırısı” ihtimâliyle dua etmeye başladılar. Köprüdekilerin “şeytan” olduklarını düşünmediler; çünkü en fazla duayı Mehmetçiğe saklardı bu millet. Çünkü onların huzuru için şehit olmayı göze alan kahramanlardı onlar.

Ancak dakikalar ilerledikçe fark ettiler ki, “şeytan suret değiştirmiş” ve duanın avucu olan asker elbisesini giyinmiş hâldeki iblise ruhları satılık alçaklar vardı köprüde, havalimanında ve güvenlik kapılarında. Dualar çoğaldı ve bu sefer çocukların geleceğine, ülkenin birliğine yöneldi.

Her şeye besmele ile başlayan ve her işi dua ile taçlandıran bu toprakların özü tekrar söze geldi ve dualaştı insanlar. Çünkü dua, inananlar için sudur, havadır, ekmektir… Susuz birine su, acıkana ekmek vermektir. Nefesine nefes katmaktır başkasının.

Dua etmek… Belirsizliğin ilacıdır dua. 15 Temmuz darbesinin önüne ilk dua çıkmıştır bu nedenle. Dua örmüştür önce kalpleri. Alçaktan uçan uçakları, çıkarına dokunuyor diye “beddua” eden iblisin uşağı olan birinin kullandığı zavallıların uçurduğunu hemen fark etti millet ve “bedduası”nı hatırladı hemen. Birbirine beddua eden değil, dua eden bir bilince sahip millet, o gece dualardan oluşturduğu savunma hattı ile kurtuldu.

Selâma toslayıp parçalandı kötülük. Selâmeti görünce güneşi görense vampir gibi kudurarak eridi. 15 Temmuz, selâm gecesi idi. Çünkü selâmlaşan geliyordu…

Ortak parola

Dualar, insanları bir atmosferde toplar; ancak o atmosferi meydanlara indirecek bir harekete ihtiyaç vardır. Bin yıldır birlik sağlayan, birlikte hareket etmeyi gerçekleştirebilen bir inanç, bir dil, bir kültür var. Birliğin sesi, birleşmenin sesi, dirliğin sesi var. Ölümü hatırlatan, ölümün neyin uğruna olacağını hatırlatan, vefayı, aramızdan birini şehit olmaya ve ahirete göndermeye hazırlandığımızı seslendirmeyi ifade eden bir içten ses var: “Salâ”…

Salâ, bazen hüznü, bazen sadakati, bazen de müjdeyi temsil eder. 15 Temmuz gecesi salâlar okundu; düşmanların, hainlerin, inançsızların, ahiretini dünyaya kurban etmiş ve kalpleri katılaşmış hastalıklı kişilerin kalplerine korku düştü. Sanıyorlardı ki tank sesleri, kurşun sesleri, F-16’ların çıkardıkları sonik patlama sesleri bu milletin kalbine korku salacak… Oysa teke tek ve aynı şartlarda mücadele etmek yerine, insanların alın teriyle alınmış silahları asıl sahiplerine uzatmaktı gerçek korkaklık!

Alçaklar alçaktan F-16 uçururken, yücelerden Yücelere karşı salâlar uçuruluyordu kanatlarında şehadet özlemi olan ve şehit olanları müjdeleyen. Göklerde salâ sesleri yükseldikçe kalpler hüzünleniyordu. Çünkü şehit haberleri gelecekti. Kalp hüzünlendiği için böyle idi, değilse onlara “ölü” diyemeyeceğimiz bir müjde ile buluşuyorlardı. Üstelik haince, korkakça kurşun sıkanlar ve bomba atanlar, bu toprakların ekmeğini yemiş, bu ülkenin huzuru içinde kendilerine emek verilmiş kişilerdi. Ama nankör, ama sapmış, ama hastalıklı kalpler taşıyacak kadar özlerine yabancılaşmışlardı.

Salâ “son haber” değil, duanın devamı idi. Dua “başlangıç”, salâ ise başlangıç sonrası, yani “süreç” idi. İnanç, değerler ve kardeşleri için yola çıkmaktı. Salâ, “Yola koyulun!” demekti. Salâ, “Yola çoktan çıkanlar var, geride kalmayın!” demekti. Duyan yola çıktı, yolda olansa koştu zaten. Yola çoktan varmış olan ise göğsünü siper etmişti zaten. Siper eden göğüslerde gül rengi açan, şehadete ulaşan kahramanlar vardı her dem.

Salâ, “parola” idi. Okunandan rahatsız olarak gidip salâ edenleri tartaklayanlarsa yoldan çıkmış kalplere sahiplerdi. Zavallılardı! Katillere alkış tutmaya hazırlanan küçük beyinler taşıyan zavallılar! Kendi ahiretlerini berbat eden ve ölünce okunacak salâlarını erkenleştiren tipler!

Salâlar gökyüzünde dalgalandıkça alçaklar anladılar ki, bu sine-i millet, şehadet şerbetine meftun, kefenleri yanlarında medfun… Sanıyorlardı ki, silahı gören odasına kapanıp ağlamaya başlayacak ve kapı açılınca yalvaracak. Zira bir adi, yine alçak ve satılmış birinin, “Bu millet silahı görünce bırak karşı çıkmayı, teslim olmak için yere yatmayı bile beceremez” sözünün bayağılığını gökyüzüne haykırıyordu. Ancak salâyı duyunca er meydanına inen bir inanca sahipti bu millet. Aynı meydana iniyordu herkes; çünkü salâ, parola idi istikbâl ve istiklâl için.

Selâmın selâmeti

Selâm, “esenlik” demek; “Selâmlaşın!” diyen Mübarek Elçi Hz. Muhammed’e salât ve selâm getirmek, barışı yaymak ve “Birlikteysek barış var!” demek, “Benden ancak selâmet ve selâm gelir” demektir. Nitekim ilk defa karşılaştığımızda tanımadığımız birine “Selâm!” deriz; çünkü zaten kardeşiz. Zaten aynı ovada, dağda, suda, havada, aşta beraber kaynaşmışız. Görünce kendiliğinden selâm çıkıp geliyor.

15 Temmuz gecesi sokakta karşılaşanlar selâmlaştılar önce ve selâmet için birlikte hareket ettiler. Dua bir yandan, salâ bir yandan ve göz göze, el ele birlikte meydana inmek bir yandan… Öyle ki, kendilerine silah doğrultanlara bile beddua etmeden “Selâm!” dediler. Silahlı olanlara, “Selâma kast etmeyin, kardeşimizsiniz” dediler, “Aldatılmış ve selâmı unutmuş olabilirsiniz, haydi gelin, selâmlaşalım!” dediler.

Ancak kalpleri taş kesilmiş, beyinleri kurumuş, gözlerini karanlık bürümüş alçaklar selâma kurşun yağdırdılar. Selâmete bomba yağdırdılar. Ellerinde silah yoktu milletin, sadece “Selâm! Selâm!” diyorlardı. Gizledikleri bir silah da yoktu. Öyle ki, selâmın en güzelini getiren gençler, kadınlar ön saftaydılar. Belki kalpleri yumuşar, belki gözlerindeki karanlık dağılır diye…

Olmadı, olduramadılar. Kinlerinde kudurmuş köpekler kurşunladılar selâmı, selâmeti.

Fakat selâm çığ gibi büyüdü. Herkes selâmlaşıyor, selâmlaşan selâmette kardeş kılınıyor ve selâm yaydıkça çoğalıyordu. Zaten “Müslümanlık” selâmdan, selâmetten geliyordu. Dünyaya da selâm, selâmet götürmüştü. “Bir masum insan öldürmek, tüm insanlığı öldürmektir” şiarını selâmla yayan İslâm’ın milleti, 15 Temmuz gecesi esenliği selâmla korudu, yaşattı ve tankın, tüfeğin, topun ve de uçağın önünde bir aşılamaz barış duvarına dönüştürdü onu. Selâma toslayıp parçalandı kötülük. Selâmeti görünce güneşi görense vampir gibi kudurarak eridi. 15 Temmuz, selâm gecesi idi. Çünkü selâmlaşan geliyordu…


Ölümsüz insan

İslâm inancına göre insan, ölümlü bir varlık değildir. Sadece iki ayrı zaman ve iki ayrı mekânda yaşayacaktır. Ölüm, sadece bir zamandan diğer zamana, bir mekândan diğer mekana geçişi ifade etmektedir. Ve tabiî her insan ölümü tadıcıdır. Ancak mümin, ölüm karşısında panikte değildir. Ölüm bir güzelliktir mümin için. Hayatın aslına, ahiretine yolculuktur.

15 Temmuz gecesi sokağa çıkanlar veya meydanlara inenler, tankların üstlerine çıkanlar, kurşunların ve bombaların yağdığı yerlere koşanlar ölümden korkmadan gidiyorlardı. Ölümle korkutamazlardı bu milleti. Ölüm, bir güzellikle buluşmaktı. Bir güzelliğin ortasına dalmaktı. Fakat kurşun yağdıranlar, belli ki sadece yaşamak istiyorlardı; üstelik şatafatla, milletin malına el koyarak… Saldırgandılar, hayvandılar! Ölümün üstüne yürüyenleri kendi üstlerine yürümek sanıp kendilerini bir şey sanıyorlardı. Acizdiler, kördüler, sağırdılar! Ölümdeki hikmeti kavrayanların güzellik taleplerini göremiyorlardı.

Bu milletin ölümü karşılama şeklini unutmuş, bu toprağın dirisine ve ölmüşüne yabancılaşmışlardı. Öyle ki, “Biz ölüm kusarsak dağılırlar” sandılar. Oysa ölüme bakan, cenneti görüyordu; bir gül bahçesi görüyor, gülşende yürüyordu.

Ölüm sonrası hayırla yâd edilmek, ölmeden önce bir eser bırakmak bu milletin özünde ve sözünde vardı. Ve sözünün eri idi bu millet. Bırakılacak en büyük eserinse şehadet olduğunu biliyordu. Ölüm, bu millete tarih yazdırtan, bu millete medeniyet kurdurtan, bu milleti kardeş kılan bahardı. Bedenin sonbaharı olabilir, ancak ruhun ilkbaharı vardı. Ve ilkbaharın ilk çiçeğiydi ölüm.

Kalleş, alçak, mankurt ve yobaz saldırganlar, “Bir çiçekle bahar olmaz!” sanıyorlardı. Bilmiyorlardı ki tek bir şehit, tek başına büyük bir milleti kurtarmaya yetecek güçtedir. Çünkü o, “ölümlü” değildir. Ölümü seven, onu içen ve asıl hayata geçiş kapısını bilendir.

Dua etmek… Belirsizliğin ilacıdır dua. 15 Temmuz darbesinin önüne ilk dua çıkmıştır bu nedenle. Dua örmüştür önce kalpleri. 

Göğün rengi kırmızı

“Deniz, rengini gökten alır” derler. Gök mavidir. Kuşatıcı, esenlikli ve dinlendirici… Karanlık basıp da mavi görünmez olunca, sandılar ki hep karanlık ve bir daha mavilik görünmeyecek, hep karanlık kalacak, bu millet bir daha şafağı görmeyecek. Gökyüzünde, karanlıkta bomba ve kurşun patlamalarının saçtığı alev renginin hep kubbede kalacağını sandılar. Fakat unutmuşlardı: Bu millet göğün rengini hep kan kırmızısı bilmiştir ve göğe gönderdikleri şehit kanının bereketidir mavilik…

Gökte dalgalanan bayrağın rengi kan rengidir; göğe çekilme sebebi ise mavilik kalsın diyedir. Çünkü gökte, gece dalgalanan o kan kırmızısı bayrak güneşin davetçisidir. Güneşin doğuşundaki ve batışındaki o kızıllık, aslında gecedeki kan rengidir. Doğarken kan rengini bırakıp maviliği müjdeler; güneş batarken maviliği kan rengine, günbatımındaki hâline devreder.

Mavilik gülümserken gökte, al bayrağımız dalgalanmaya devam eder. Neden? Çünkü “Hazırım her daim!” der. Şehitlere vefayı, maviliğin kime borçlu olduğunu hatırlatır. “Onurundur, gururundur; dalgalanıyor bak gökyüzünde!” dedirtir.

15 Temmuz gecesi elinde al bayrağı taşıyanlar kurşunlandılar. Mesaj şu idi: “Artık gündüzü yok bu ülkenin, hep karanlıkta olacaksınız! Biz bu karanlıkta yöneteceğiz sizi.”

O kadar kansız idiler ki, onların kanları zift rengindeydi. Başka ülkelerin bayraklarını bile davet edecek kadar kanları siyahlaşmıştı. Çünkü onlar için mavi veya başka bir renk yoktu; sadece “bir dolar” vardı ve o nedenle onun rengini kutsuyorlardı. Çünkü kanları da satılıktı onların. Fakat şerefli millet, bu mavi kubbe altında hep vardı ve hep var olmaya devam edecekti. Çünkü deniz rengini gökten, gök ise rengini şehidin armağanından alıyordu. Yani kanından….

Ve kuruluş ve kurtuluş çağrısı

Sabah ezanları okunurken bitip tükenmişti düşmanların, hainlerin enerjisi. Sabah ezanı okunurken, yüzlerce şehidimiz ve binlerce gazimiz kuruluşun değerlerini kurtuluşun sebebi kılmışlardı her zamanki ve her mekândaki gibi.

Allah’ın birliğine, Hz. Muhammed’in Risaletine, kurtuluşa ve namaza davet ediyordu o ezanlar her zamanki gibi. Âkif’in demişti: “Bu ezanlar -ki şehadetleri dinin temeli-/ Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli!”

15 Temmuz saldırısını gerçekleştirenlerin geçmişi değil konuşmamız gereken. 16 Temmuz’u kurtaran kurucu değerleri anmalıyız her an!