Kürtlerin kaderi: Türkiye Yüzyılı

Türkiye’nin içinde seyrettiği tarihî konumda “halklar gerçeği” var. Türkiye’nin sosyolojik yapısında “halklar haritası”nı politikalarla yok edemeyiz. Hatta bu haritayı dönüştürecek bir projemiz de yok. O zaman tek seçeneğimiz var: Halk rejimi olan Cumhuriyeti “Millî Cumhuriyet” kılmak…

TÜRKİYE’nin coğrafî konumunda/ yapısında “deprem gerçeği” var. Jeolojik yapıdaki “fay hatları haritası”nı politikalarla değiştiremeyiz. Hatta bu haritayla oynayabilecek bir teknolojimiz de yok. O zaman tek seçeneğimiz var: Depreme dayanıklı yapı stoğuna sahip olmak…

Türkiye’nin içinde seyrettiği tarihî konumda “halklar gerçeği” var. Türkiye’nin sosyolojik yapısında “halklar haritası”nı politikalarla yok edemeyiz. Hatta bu haritayı dönüştürecek bir projemiz de yok. O zaman tek seçeneğimiz var: Halk rejimi olan Cumhuriyeti “Millî Cumhuriyet” kılmak…

Cumhuriyeti “millîleştirmek” ne demek? Bazen “Demokratik Cumhuriyet” denilerek demokrasi ve cumhuriyet arasındaki ilişki, etkileşim anlatılmak istenir ya; biz de “millîlik” ile “cumhuriyet” arasındaki ilişkiye, etkileşime dikkat çekmek istiyoruz. Çünkü 1923’ten 2023 yılına kadar geçen yüzyılda Cumhuriyetimiz, hem demokratikleşme hem de millîleşme konusunda sancılı süreçler, karşı devrimler, direnç gösteren eylemlerle meşgul oldu, olmaya devam ediyor.

Türkiye, bir konu var ki, müzakere etmek ve komplekse kapılmadan sonuçlandırmak zorunda: Ulusalcılık…

Maalesef, Türkiye’de “Ulusal Üniter Devlet” gerekçesiyle ortaya konulan ulusalcılık modeli ve uygulamalı yol haritası, onlarca olayla ortaya çıkmıştır ki mevcut ulusalcılık anlayış ve uygulamaları, cumhuriyetin hem demokratikleşmesini hem de millî olmayı yavaşlatan, devletten topluma doğru dikey dayatılan bir “kapalı ideoloji” hâlindedir. 

O nedenle ulusalcılık, en hafifiyle kendini güncellemek durumdadır. Bu güncelleme kaçınılmazlığı sebebiyle, “Acaba Türkiye’nin üniter yapısı bozulur mu?” duyarlılığı, demokratikleşme, millîleşme önünde bir sendrom/ handikap ölçeğine ulaşmamalıdır.

Bu bağlamda “Türkiye Yüzyılı” vizyonun başlangıç çizgisinin cumhuriyetin demokratikleşme ve millîleşme ile bütünleştirilmesi gerekiyor. Peki neden tek başına cumhuriyet rejimi her şeyi kuşatamıyor, demokratikleşme veya millîleşme gibi cumhuriyeti kalıcı kılan unsurlara ihtiyaç duyuyor? Çünkü cumhuriyet, özü itibariyle halk rejimi yani halkın kendisini yönetmesi olsa da, yönetimi belirleme, yönetime katılma ve yönetilenlerinin birliği sağlamak noktasında ayrıca demokratik ve millî karakter de kazanmak zorundadır.

Aksi hâlde, yönetimi artık bir soyun, sultanlığın, kraliyetin belirlememesi, halkın seçime giderek oy kullanması tek başına o cumhuriyet rejimini aynı zamanda demokratik ve millî kılmaz. Dolayısıyla halkın kendini yönetme biçiminin demokratik yöntemlerle olması; toplumdaki bütün etnik yapıların, dinlerin, dillerin vatana, bayrağa, geleceğe aynı heyecan, duyarlılık ve bilinçle bağlanması yani “millet” olması gerekir.    

O zaman şu soru yerinde bir sorudur: “Türkiye Cumhuriyeti, demokrasi ve millet olmak noktasında sorunlar mı yaşıyor?”. Evet, hem de ciddi sorunlar yaşıyor. Bu bağlamda demokrasi ve millet olmak noktasında yaşanan sorunların kaynağını doğru tespit etmek ve hikâyesini doğru senaryolaştırmak gerekir.

Cumhuriyeti “ulusalcılık” ile özdeşleştirmekte ve ulusalcılık adına demokrasi ve de millet ekseninde kendileri gibi düşünmeyen ve yaşamayanlar için “şüpheliler listesi” çıkarmakta ısrar eden politikaların, ülkeyi getirdiği nokta “parçalanmış” Anadolu ve “teslim alınmış” Türkiye konumuna düşme riskini artırmıştır.



Halkın kendini yönetme biçiminin demokratik yöntemlerle olması; toplumdaki bütün etnik yapıların, dinlerin, dillerin vatana, bayrağa, geleceğe aynı heyecan, duyarlılık ve bilinçle bağlanması yani “millet” olması gerekir.


Ulusalcılık adına bu topraklarda iki alana çok operasyon yapılmıştır: İslâm ve Kürtler…

Küresel güçler, Türkiye’de İslâm ve Kürtlere yönelik bütün operasyonları desteklemiş ve sonuç alınması noktasında stratejik operasyonlar yapmışlardır. Peki, ulusalcılık adına hareket edenler (özellikle Kemalizm ideolojisi) neden İslâm ve Kürtler konusunda küresel güçlerle iş birliği yapmıştır? Bu sorunun cevabı, küresel güçlerin Osmanlıyı parçaladıktan sonra nasıl bir dünya düzen kurduğunu çözümlemekle ilgilidir.

Örneğin, Türkiye’nin kırk yılı aşkındır mücadele etmek durumunda olduğu PKK Terör Örgütü’nün varlığı ve bu örgütü kırk yıldır küresel güçlerin desteklemesi de söz konusu “Osmanlı sonrası kurulan dünya düzeni” ile ilgili bir sonuçtan ibarettir. 

Peki başta Osmanlı toprakları olmak üzere küresel güçlerin kurduğu dünya düzeni nedir? Bu düzenin devam etmesi noktasında Türkiye Cumhuriyeti üzerinde hangi operasyonlar yürütülmektedir?

Bu bağlamda “Türkiye Yüzyılı” küresel güçlerin operasyonlarını ve Türkiye’yi teslim alma oyunlarını boşa çıkarmış, birlik ve dirlik içinde önümüzdeki yüzyılda, gelişen ve değişen dünya bağlamında Türkiye’nin hak ettiği konumda olmasını ve etkin, güçlü, bağımsız yoluna devam etmesini ifade etmektedir. 

İslâm ve Kürtler üzerinden yürütülen ve hedefi ülkeyi zayıf düşürmek olan projelere karşı Türkiye mayasındaki aslî unsurlardan olan İslâm inancına sahip çıkarak ve millî olmanın tarihsel paydaşı olan Kürtleri, “Millî Cumhuriyet”in inşâsında kardeş bilerek yoluna devam edecektir/ etmelidir. 

NATO “Güvenlik Şemsiyesi” mi yoksa “Operasyon Merkezi” mi?

Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın galiplerinin kurdukları dünya düzeninin hem korunması hem de rakiplerine karşı yapacakları operasyonlar için inşâ ettikleri bir merkez var: NATO

NATO üyesi olmak durumunda kalmış bütün ülkeler (Türkiye buna dahildir) söz konusu kurulu düzenle uyumlu olmak adına ve daha fazla parçalanmamak için bu merkeze “Güvenlik Şemsiyesi” gerekçesiyle üye olmuşlardır. Ancak zamanla görülmüştür ki, NATO aslında ABD ve İngiltere öncülüğünde Batı ülkelerinin Osmanlı coğrafyası başta olmak üzere tüm dünyaya yönelik bir operasyon merkezi olarak kullanılmıştır. NATO adına Batılı ülkeler kendi üyelerine bile operasyon yürütmekten çekinmemiştir. Nitekim Türkiye’nin kuruluşundan bu yana İslâm ve Kürtlere yönelik yürütülen bütün operasyonlarda NATO’nun (yani ABD’nin, İngiltere’nin) parmak izi vardır.

NATO, her geçen gün dünya üzerindeki operasyonlarını askerî, siyasî, kültürel, ekonomik başta olmak üzere çok yönlü, çeşitlendirilmiş ve hâlâ ABD ve İngiltere çıkarlarına hizmet edecek şekilde yürütülmektedir. Öyle ki, gün gelmiş, AB bile NATO operasyonlarına maruz kalmıştır. Fransa Cumhurbaşkanı Makro’nun “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir, AB kendi askerî birliğini kurmalıdır!” söylemi, bir AB temennisi olsa bile ABD Ukrayna-Rusya Savaşı’nı organize ederek AB’yi NATO’ya bağımlılık noktasında terbiye etmiştir.

Nitekim NATO, farklı bahaneler ve operasyonlarla Türkiye’yi de terbiye etmekten vazgeçmemiştir. Şimdi de İsrail üzerinden Ortadoğu’yu, Türkiye’yi terbiye etmek, gücünü güncellemek adına bir operasyon yürütmektedir. Söz konusu bu operasyonun en önemli aşaması, Türkiye’nin Mersin-Hakkâri hattındaki illerde Suriyelileri sosyal patlamalar için bir fay hattına dönüştürmek ve özelde İsrail’in Gazze-Lübnan-Suriye hattı içinde Türkiye’nin güneyine doğru yaydığı savaş sürecinde ayrılıkçı, bölücü PKK/PYD ile birlikte hareket ederek Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’de Türkiye’yi zaten düşük yoğunlukta içinde olduğu savaşa tamamen “yüksek volümlü çatışma” içine çekmektir. 

Kuşkusuz PKK/PYD üzerinden sıcak savaş hattını İsrail üzerinden konsolide eden ABD, İngiltere ve AB, Türkiye üzerinde “Kürt Meselesi” kartını güncelleyerek “Türkiye Yüzyılı” irade ve vizyonundan Türkiye’yi vazgeçirmeye ve NATO üyesi gerekçesiyle Türkiye’nin NATO’ya bağımlılığını pekiştirmeye çalışmaktadır. Geçmiş yüz yılda olduğu gibi, Türkiye’nin Rusya, İran karşıtı bir NATO karakolu olarak eski günlerine dönmesini sağlamak istemektedir. Nitekim CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in “İktidara geldiğimiz ilk gün başta Rusya olmak üzere İran ve Çin’e bir NATO üyesi olduğumuzu hatırlatacağız!” demesi, NATO’nun son operasyonlarına destek vermeye CHP’nin hazır olduğunu göstermektedir.

Dolayısıyla NATO konusu, masaya yatırılıp müzakere edilmek durumundadır. 


NATO, şimdi de İsrail üzerinden Ortadoğu’yu ve Türkiye’yi terbiye etmek, gücünü güncellemek adına bir operasyon yürütmektedir.


NATO’nun Türkiye’de Kürtler üzerinden yürüttüğü operasyonlar

Fakat biz bu dosyamızda, NATO’nun Türkiye’de Kürtler üzerinden yürüttüğü operasyonlara odaklanacağız. Söz konusu Kürtler üzerinden yürütülen operasyonlar, hem bir strateji üzere yürütülmektedir hem de Osmanlı parçalandıktan sonra Osmanlı topraklarında kurulmuş yeni düzenin güncellenmesi noktasında bir model işletilmektedir. 

Peki, NATO’nun parçalanmış Osmanlı topraklarında ve özelde Anadolu topraklarında yürüttüğü strateji ve kurduğu düzenin modeli nedir? 

Bu strateji ve model doğru resmedildiği sürece, Türkiye’de Kürt meselesinin neden sürekli bir sorun, şantaj, terör kaynağı ve en önemlisi demokratik bir kriz zemini yapıldığı anlaşılamaz ve çözüm üretilemez.

NATO’nun en büyük stratejisi (yani ABD ve İngiltere’nin niyeti), kendi üyesi olsa bile güçlü devletleri ABD ve İngiltere çıkarlarına uyum sağlamamaları durumunda zayıflatmak ve gerekirse parçalamaktır. 

Peki, ABD ve İngiltere (Birinci ve İkinci Dünya Savaşı galipleri olması sebebiyle) kendi çıkarları için büyük, güçlü devletleri hangi yöntemle parçalıyorlar; hangi düzen modeli üzerinden kendilerine hizmet ettiriyorlar? Çıkarlarına uymayan ülkeleri NATO üzerinden nasıl terbiye ediyorlar?  

ABD ve İngiltere Osmanlı devleti dahil dünyadaki birçok güçlü ve büyük devletleri şu metotla ve düzenle parçalıyorlar: 

Butik Devlet 

ABD, İngiltere ve yer yer AB, aynı dili konuşan ve başka dillerin pek olmadığı bölgelerdeki halklara şu müjdeyi/ tuzağı verdi: 

“Sizin de bir devletiniz olsun istemez misiniz? Eğer istiyorsanız irade gösterin; sandık kurun, referanduma gidin, bağımsızlık ilân edin... Biz de sizi butik devlet olarak kabul edelim. Bu özgürlüğü bize borçlu olacağınız için de her zaman sizin stratejik müttefikiniz biziz, biz kalacağız. Hatta sizi NATO üyesi yapalım! Bağımsızlığınız garanti altında olsun”

Küresel güçlerin (NATO üzerinden ABD ve İngiltere’nin) bu kışkırtmasına gelen halklar oldu ve bölgelerinde “butik devlet” olmak adına süreci bu yönde işlettiler. Sonuç alanlar oldu, alamayanlar oldu. 

Butik devletin en kritik cümlesi, “aynı dili konuşan ve aralarında başka dilleri barındırmayan halk” cümlesidir. Dolayısıyla burada “dil”, ayrıştırıcıdır ve NATO’nun devletleri parçalama yönteminde operasyon yürüttüğü eksen şudur: “Her dilin bir devleti olsun!” Hatta Fransız devriminden sonra dünyayı kasıp kavuran “Ulus Devlet” taleplerinin de özünde “Gücü yetebiliyorsa, her dil, kendi devletini kursun!” olmuştur.

Federatif Devlet

Dünyada bazı bölgeler var ki, birden fazla dil var o bölgede ve dillere sahip halklar çok iç içe geçmiş bir hayat sürmektedir. Birden fazla dilin bir arada olduğu bu bölgelerde yüzlerce yıldır aynı topraklarda aynı hikâyenin parçası olmuş halklar “Bizim durum ne olacak? Biz butik devlet olma koşullarına sahip değil gibiyiz! Biz de devlet olmak istiyoruz” dediler.

İşte birden fazla ve iç içe tarihe sahip dillere ve halklara “Butik Devlet” yerine alternatif olarak “Federatif Devlet” modeli önerildi. Her dil kendi butik devletini kurmak istese bile şartlar uygun olmadığından fedaratif modeli benimsediler. 

Fakat bunun için küresel güçler bu halklara “referandum” metodunu sunmadılar. Öncelikle federatif yapı içinde olacak aynı dili konuşan halklara şu söylendi: “Kendinize güçlü bir devlet bulun ve o devlet sizin garantörünüz olsun, daha sonra federatif devlet modelinin parçası olursunuz. Aranızda yaşanabilecek krizleri aşmak noktasında da bu garantör devletler size öncülük, hakemlik, himayelik yaparlar.”

Zaten nerede federasyon modeli varsa, orada garantör devletlerin mutlaka eli vardır. En tipik örneklerden biri Bosna-Hersek Federasyonu olmuştur. Sırplara Rusya, Hırvatlara Almanya ve Boşnaklara Türkiye garantör devlet yapılmıştır.

Fakat federatif devlet modeli içinde birden fazla dil barındırdığı için; her an operasyonlar sonrası birden fazla “butik devletler” kategorisine geçme riski her zaman vardır. Nitekim Sırbistan’ın arada bir Bosna-Hersek Federasyonu’nu birden fazla butik devlete bölme girişimleri oluyor.

Fakat bunun için aynı dili konuşan halkların arasındaki farklı dil kullananları çok net ayırmak, başka ortamlara sürmek gerekiyor. Tarihten gelen birlik ve düzen sahibi halkları birbirine düşmanlaştırmak gerekiyor. Sırbistan bunu başaramıyor. Ayrıca federatif yapıyı butik devlete doğru parçalamak için ya halkları göçe zorlamak, demografik yapıyı yer değiştirme yöntemiyle bozmak icap ediyor veya oldu bittiye getirip soykırım yapmak yöntemlerine başvuruluyor. Bosna’da denenen ve BM’nin göz yumduğu Boşnaklara yönelik “soykırım” girişimleri gibi…

Nitekim dünyadaki birçok bölgede federatif devlet modeline sahip olanlar, ABD ve İngiltere’nin çıkarlarına uymazlarsa butik devletlere bölünme süreçlerine itilmişlerdir. Nitekim göç, soykırım, iç savaş, butik devlet arayışları bu federatif modellerde hep gündem oldurulmuştur. 

En yakın tarih örneği: Suriye ulus devletinin federatif devlet olmaya itilme sürecinin ABD tarafından nasıl organize edildiği ve Suriye içinde Butik Kürt Devleti kurulması için PKK/PYD’ye nasıl silah yığıldığı ortadadır.

Ulus Devlet

Ulus devlet modelinde ise bir dilin ana dil olması, lokomotif dil olması ve bünyesinde farklı diller ve halklar barındırsa da tarih boyunca bu ana dilin liderliğinin, gücünün, hâkimiyetinin çok net önde, öncelikli olması gerekiyor. Yani butik ve federatif devlet yerine “Ulus Devlet” modeli planlanmışsa eğer, farklı dillerin ve halkların olduğu topraklarda bir dilin ve halkın kurucu, öncü, lokomotif olması ve tarih boyunca diğer dillerin ve halkların bu kurucu dil ve halkı öncü, lokomotif olarak benimsemiş olması gerekiyor. Şartlar buna uyuyorsa, orada “Ulus Devlet” modeli işletiliyor.

Kuşkusuz “Ulus Devlet” modelinde bir dilin ve halkın “kurucu halk ve dil” olması merkezde olduğu için diğer halkların ve dillerin söz konusu “kurucu halk ve dili” benimsemesi en önemli şart. Zaten diğer dillerin ve halkların kurucu dil ve halkı benimsemesinde bir naiflik/kırılganlık veya direnç varsa, o ulus devletin uzun sürmeyeceği ve zamanla federatif devlet modeline doğru gitme/itilme süreci başlayacaktır.

Bir başka ifadeyle, kurucu halk ve dil varken bir başka dil ve halk “Biz de eş kurucu halkız ve dilimiz de ana dildir, bu topraklarda lokomotif dillerdendir! Zaten biz de kurucu dil ve halkız!” derse ve tarihsel gerçeklik içinde ana kurucu dile, ana kurucu halka direnirse, o zaman ulus devlet modeline itiraz ediyor demektir; o zaman iddia sahibi olan tüm diler ve halklar sonunda “Federatif Devlet” modeli gelsin diye harekete geçecektir. 

İşte, Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri olan ABD ve İngiltere, Osmanlı’yı parçalama planı yaparken, Osmanlı toprakları üzerinde butik, federatif ve ulus devletlerin ortaya çıkmasını istediler ve ortaya çıkacak bütün devlet modellerinin NATO üzerinden teslim alınması ve yönetilmesini kurguladılar. Dolayısıyla küresel güçler Osmanlı coğrafyasında kuracakları butik, federatif ve ulus devlet modelleri için çalıştılar, muhataplar buldular ve operasyonlarla sonuç aldılar.

Nitekim Osmanlı parçalandı ve Osmanlı topraklarında butik, federatif ve ulus devletler kuruldu.

Peki ya Türkiye Cumhuriyeti? 



Cumhuriyet, özü itibariyle halk rejimi yani halkın kendisini yönetmesi olsa da, yönetimi belirleme, yönetime katılma ve yönetilenlerinin birliği sağlamak noktasında ayrıca demokratik ve millî karakter de kazanmak zorundadır.


Türkiye Cumhuriyeti ABD ve İngiltere’nin planı kapsamında kurdurduğu bir ulus devlet midir? 

Türkiye Cumhuriyeti’nin türedi, kurdurulmuş bir ulus devlet olmadığını, aksine ABD ve İngiltere’nin taşeron olarak kullandığı Yunanistan ile açıktan savaşarak işgal edilmiş topraklarında direnerek, “Kurtuluş Savaşı” mücadelesi vererek kendi iradesi, hürriyet aşkı ve destansı bir bağımsızlık mücadelesi ile kurulduğu çok açık. 

Ancak bu tarihsel gerçeklik kadar bir gerçeklik daha var: 

Türkiye Cumhuriyeti, tekrar imparatorluk kuracak güçte olmadığından yani “Tekrar Osmanlı!” deme şartlarına haiz olmadığından, bir karar vermek zorundaydı: Ya butik ya federatif ya da ulus devlet modelinden birini tercih etmek zorundaydı.

Sadece Türkçenin konuşulduğu ve sadece Türklerin yaşadığı bir toprak değildi Anadolu. Dolayısıyla butik devlet olamazdı. Farklı diller ve halklar vardı ve hepsi Kurtuluş Savaşı’na katılmıştı. O zaman federatif devlet seçeneği daha çok ön plandaydı. Ancak tarih boyunca Türk dilinin ve Türk halkının kurucu, öncü, lokomotif olduğu bir tarih vardı ortada ve diğer diller ve halklar da bunu benimsemişlerdi. Çünkü kendi dillerini konuşabiliyor ve halklar kendi kimliklerini sergileyebiliyorlardı. Fakat Türk halkı ve Türk dili her zaman öncü, etkin, hamiyetperver ve lokomotif olmuştu. Zaten Osmanlı da bir “Türk Devleti” idi. 

O zaman geriye son seçenek kalıyordu: Ulus devlet olmak!

Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlının merkezi ve hatta Türk Devleti’nin ana toprağı olan Anadolu’da işgal kuvvetlerine karşı direnerek ve ardından Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri ile diplomasi mücadelesi sonrası “Ulus Devlet” olarak kurulduğu için bir açıdan ABD ve İngiltere’nin planladığı ve ortaya çıkardığı bir devlet değildi. Fakat diğer açıdan Osmanlı’nın mirasçısı ve muhatabı olduğu için de bir tercih yapmak zorundaydı. 

Türkiye “Yeniden Osmanlı!” diyerek direnişi Ortadoğu, Balkanlar ve Kuzey Afrika’da sürdürecek tekrar “Osmanlı Devleti” olarak devam ettirecek güçte değildi. Ayrıca Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’na girdiğinde Anadolu topraklarına çekilmeyi ve savaşı bu topraklarda göğüslemeyi bir strateji olarak kararlaştırmıştı. O nedenle vuruşa vuruşa Anadolu’ya çekildi ve Anadolu’da verdiği destansı mücadele ile Türk Devlet varlığını “Türkiye Cumhuriyeti” ismiyle “Ulus Devlet” olarak devam ettirdi.

Dolayısıyla “Türkiye Cumhuriyeti” denilerek iki unsur aktifleştirilmiş oldu: Rejim artık bir ailenin, soyun yönettiği rejim değil bizzat halkın kendisini yönetmesi olan “Cumhuriyet” rejimine geçilmiş oldu. İkincisi de kurucu dilin Türkçe ve kurucu halkın Türkler olduğu gerçeğinin yaşatılması için ülkenin ismi (Batılılar da bu şekliyle kullandığı için) “Türkiye” olarak isimlendirildi.

Kuşkusuz Osmanlı’da Türk dilinin ana dil olması ve Türk halkının baskın, öncelikli, kurucu halk olması sebebiyle ulus devlet modelinde ana dil Türkçe ve kurucu halk Türk halkı olacaktı. Bu çok doğal, anlaşılır ve hatta tarihin akışına çok uygundu. Fakat Osmanlı’yı parçalayan küresel güçler bütün dilleri ve halkları “butik”, “federatif ve “ulus” devlet talebiyle çoktan kışkırtmıştı. Akıllarına girmişti halkların.

Osmanlı topraklarındaki bütün diller ve halklar ya butik ya federatif ya da ulus devlet talebinde bulundular ve de küresel güçlerin oyunlarına gelerek isyan ettiler. Bu tarihî rüzgârı kendi yelkenlerini şişirecek şekilde kullanmak isteyen ve aynı eksende talepte bulunan bir dil ve halk vardı: Kürtler…


Türkiye, Cumhuriyet’in yüzüncü yaş gününde bir kez daha Kurtuluş Savaşı vermek durumda olduğu bir kuşatmayla karşı karşıya kalmıştır. Toplum ikinci Kuvâ-yi Millîye hareketine girişmek ve her alandaki işgal girişimlerini püskürtmek zorundadır.


Bir Kürt ulus devleti kurmak imkânsızdı; ancak federatif veya butik devlet seçenekleri zorlanacaktı

Osmanlı dağılırken, Kürtler de ya butik ya federatif ya da ulus devlet olmak adına arayışa girdiler. Üstelik “Kürdistan” diye resmî kayıtlarda bir bölge vardı ve çok geniş toprakları kapsıyordu. Fakat Kürtlerin karar vermesi gerekiyordu: Butik mi, federatif mi yoksa ulus devlet mi olacaklardı? Haydi karar verdiler diyelim, nerede ve nasıl olacaktı? Ayrıca küresel güçlerle (özellikle İngilizlerle) hareket edilse bile Kürtleri bu sonuçlara ulaştıracak bir liderlik ve kapasite sorunu vardı.

İşte Kürtlerdeki bu niyetlenme ve hareketlenme, “Ulus Devlet” olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti kurucularını, kurmaylarını tedirgin etti, hatta panikletti ve tedbir almaya mecbur bıraktı. Çünkü “Ulus Devlet” daha yeni kurulmuşken “Federatif Devlet” olması çok uzak bir ihtimal değildi. Bunun üzerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu kurmayları bir propagandaya ve politikaya yöneldiler: Ulusalcılık…

Zaten Türkiye Cumhuriyeti de kurulduktan kısa bir süre sonra kendini bir “Ulus Devlet” olarak tariflemişti ve bütün ulus devletlerin yaptıklarına benzer politikalar uygulanmaya başlanmıştı. Yani ortaya bir de “Ulusalcılık” ideolojisi çıkmıştı. Özellikle Fransız Devrimi sonrası ulus devletlerin aradığı ideoloji noktasında Fransız İhtilali ilham kaynağı olmuştu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosu, Kürtlerdeki büyük hareketlenmeleri gerekçe göstererek bir karar aldı: Ulusalcılık dayatılacak ve gerekirse isyan edenler öldürülecekti! 

Fakat kurucu kadronun ikinci nesli (İnönü dönemi nesli) stratejik bir hata yaptı ve gömleğin ilk düğmesini yanlış ilikledi. Kendilerine “Kemalist” diyen Cumhuriyet’in ikinci nesli, ulus devletin doğasında olan kurucu dil ve kurucu halk ilkesini savunmakla yetinmedi; işi radikalize ederek diğer dilleri inkâr etti ve halkların da kimlik gösterilerini suç saydı. 

Aslında bu politika hem ulus devlet tanımına aykırıydı hem de federatif devlet şartlarını kendi elleriyle oluşturmak demekti. Fakat bu risk alındı ve ikinci nesil “Kemalizm” ideolojisini üreterek ulusalcılık etiketiyle ve “Üniter Devlet” hakkını kullanarak Kürtçeyi inkâr ve Kürt halkının kimlik görünümlü her şeyini yok etmeye yöneldi. Kürt isyanı” örneklerini de gerekçe göstererek bu politikayı aklı sıra meşrulaştırdı. Bu şu demekti: Onlarca yıl sürecek bir “Kürt meselesi” ilmek ilmek örülmüş oluyordu. Hatta uzun yıllar “Kürt meselesi yoktur, sadece Güneydoğu illerinde hizmet eksikliği vardır!” dense de gerçek bu yönde değildi. Küresel güçlerin de eline çok büyük bir koz verilmiş oldu: Kürtçülük…

İşte bu politikayı, “Kürtçe diye bir dil yoktur, Kürt diye bir halk da yoktur!” iddiasını, ulusalcılığı böyle yorumlayarak, ulus devlet tanımına da aykırı uygulamaları Kemalistler çoğalttılar. 

Kürtçe isimler yasaklandı. Kürtçe konuşmak suç sayıldı. Kürt halkı iddiası üzerine araştırma yapanlar vatan haini muamelesi gördü. Yakın tarihte “Kürt meselesi/ sorunu” adı altında neler yaşadıklarımız malûm…

Peki Kemalistlerin çarpıtarak uygulamaya koydukları ulusalcılık, Kürtlere yönelik operasyonlara dönerken, Kürtler ne yaptı?

Osmanlı topraklarında onlarca butik, federatif, ulus devlet kuruluyorken ve bütün devlet tipolojilerinde “dil” eksen, merkez olmuşken, Kürtlerin de bir ulus devlet hayali başlamıştı. 

Hatta “Kürdistan” olarak tarif edilen ve bugün Türkiye, İran, Irak ve Suriye sınırlarında kalan bölgenin tamamının bir “Kürt Ulus Devleti” olmasını hayal edenler çoğalmıştı. 

Fakat ulus devletin özünde lokomotif, öncü, kurucu bir dil ve halk olacak ve diğer dilleri ve halkları uzun süre yöntemi ve onlar tarafından benimsenmiş olacaktı.  Dolayısıyla Kürtlerin kuracağı, Türkmen ve Arap halklarının da içinde olduğu bir ulus devlet kurmaları neredeyse imkânsızdı. Belki ya federatif veya butik devlet kategorilerinde bu imkâna kavuşabilirlerdi. Fakat küresel güçler Suriye ve Irak ulus devletlerini çoktan kurmuşlardı. İran zaten vardı. Dolayısıyla Kürdistan bölgesi Türkiye dahil artık dört ayrı ülkenin sınırları içinde kalmıştı. Bu şu demekti: Bir Kürt ulus devleti kurmak imkânsızdı; ancak federatif veya butik devlet seçenekleri zorlanacaktı.



NATO adına Batılı ülkeler kendi üyelerine bile operasyon yürütmekten çekinmemiştir. Nitekim Türkiye’nin kuruluşundan bu yana İslâm ve Kürtlere yönelik yürütülen bütün operasyonlarda NATO’nun (yani ABD’nin, İngiltere’nin) parmak izi vardır.


NATO, eş zamanlı olarak Kürtçülük fikrini ve devlet talebini örgütlüyordu

Bir gerçekle daha yüzleşmemiz gerekiyor: Kürtler, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren Anadolu’da bir federatif devlet modelini zorladılar. Fakat bırakın sonuç almayı, ulus devletin ikinci nesli Kemalistler, Kürtçeyi ve Kürt halkını inkâr etme politikasını tercih etmişti ve yıllara yayılacak bir “baskı-sindirme” süreci başlayacaktı. Dolayısıyla Türkiye’de aklından federatif devleti kim geçirirse anında bastırılıyor ve yok ediliyordu. Fakat bu inkârcı politika uzun süremedi. 

Küresel güçler, İnönü döneminde Türkiye Cumhuriyeti’ni NATO üyesi yapmaya mecbur bıraktı. Ardından Kürtleri “Bakın! Ulus devlet modelinin Kemalist yorumu sizin dilinizi, halk oluşunuzu inkâr etti!... İsyan etmeyecek misiniz!?” diye eş zamanlı kışkırttı. Yani NATO, üyesi olan Türkiye’yi güvenlik şemsiyesi altına aldığını söylerken, eş zamanlı olarak Kürtçülük fikrini ve devlet talebini örgütlüyordu. Ve Küresel güçler bu kışkırtmadan ve örgütlemeden yıllar sonra bir somut sonuç alacaktı: PKK

Kırk yıldır PKK var ve arkasında kırk yıldır NATO desteği var ve kırk yıldır hamisi ABD, İngiltere ve AB…

Neredeyse rahmetli Turgut Özal’a kadar; ikinci nesil Kemalistlerin politikası ve propagandası inkâr üzerineydi ve ısrarla bu politika sürdürüldü. “PKK Terör örgütüdür! Muhatap alınamaz ve aynı masaya oturulmaz!” jargonu hep kullanıldı. Fakat bu arada bir şey unutuldu: Kürtçe diye bir dil vardı ve Kürt halkı diye bir halk da vardı!...

Dolayısıyla dikkatler terör örgütünde iken birike birike, aşama aşama “Kürt” olmak farkındalığı yayıldı da yayıldı… Yani dikkatler PKK terör eylemlerinde iken Anadolu topraklarında “Kürtçülük” hızla yayılıyordu. Öyle bir aşamaya geldi ki bu “Kürt” olmak farkındalığı psikolojisi, artık süreç bir “Kürt Milliyetçiliği” sosyolojisinden de çıkarak bir “Kürt Ulus Devlet” arayışına evrildi. Türkiye Cumhuriyeti’nde açıktan “Kürt Ulus Devleti” talebinde bulunan ayrılıkçı, bölücü Kürt milliyetçileri ortalıkta cirit atmaya başladı.  Ulus, federatif ve butik devlet arayışında olmayan Türk halkıyla barışık yaşamak isteyen Kürtlerin ezici çoğunluğu bu ayrılıkçı örgütlere mesafeli davransa da zamanla yayılan Kürt milliyetçiliğinden etkilenmeye başladı ve zamanla bir kısmı “seçmen” olarak bu milliyetçiliği açıktan, görünür kılmaya karar verdi. Bu şu demekti: Olan biten doğru tarif edilmez ve gelişmeler doğru okunmazsa eğer, Türkiye Cumhuriyeti, “Ulus Devlet”ten hızla “Federatif Devlet”e sürüklenecekti. Dolayısıyla parçalanma ihtimali, riski artacaktı…

Kemalist ideoloji geçmişte o kadar saldırgan ve PKK’yı gerekçe gösterip o kadar fazla Kürtçe ve Kürt halkı dokusu üzerinde operasyon yürüttü ki, PKK terör örgütü kendine toplum içinden siyasallaşma koridoru buldu ve yangın daha da büyüdü. 

Bu yangını söndürmek adına ilk büyük hamleyi, Turgut Özal yaptı. Fakat yangın o kadar büyüktü ki, kısa sürede azalıyor gibi görünse de daha çok harlıyordu. Çünkü küresel güçler ulus devletten federatif devlete geçişi kolaylaştıracak ara durakları organize diyordu: Örneğin: Yerel Özerklik… 

Özal döneminde “Yerel Özerklik” dayatması hiç bitmedi. PKK ile iltisaklı siyasî örgütler (özellikle partiler) “Yerel Özerklik” ara durağına varmak için arkalarına AB’yi alıp “Özgürlük, insan hakları, yerinden yönetim!” diye tempo tutuyorlardı. NATO el altından PKK’yı beslerken, AB açıktan PKK iltisaklı siyasî örgütleri yerel özerklik ara durağına ulaştırmak için çaba sarf ediyordu. Tuzak büyük ve çeşitlenmişti. Özal çok gayret gösterse de yangını söndüremedi. 


İslâm ve Kürtler üzerinden yürütülen ve hedefi ülkeyi zayıf düşürmek olan projelere karşı Türkiye mayasındaki aslî unsurlardan olan İslâm inancına sahip çıkarak ve millî olmanın tarihsel paydaşı olan Kürtleri, “Millî Cumhuriyet”in inşâsında kardeş bilerek yoluna devam edecektir/ etmelidir.


Kürt milliyetçileri kadrosu, Türkiye’de demokratik sonuçlara etki edecek bir seçmen kitlesine kavuştu

Tâ ki AK Parti dönemine ve Erdoğan’ın çok büyük hamlelerine kadar... Erdoğan, yangını hızla kontrol altına aldı: “Kürtçe vardır, Kürt halkı vardır!” diye başlattığı süreci, “Silahlar bırakılsın, Ulus Devlet yaşasın, birlikte güçlenelim!” aşamasına kadar getirdi ve de “Yangın söndü!” demek için “Çözüm Süreci” etiketiyle bir barış hamlesinde bile bulundu. PKK’ya karşı ciddi sonuçlar alan askerî operasyonlar yapıldı. Yerel özerklik ara durağına varma hevesinde olanların hevesini kursağında bırakacak anayasal reformlar gerçekleştirildi. 

Ve Kürtler kendi içlerinde bölündü. Daha doğrusu yükselen Kürt milliyetçiliği kırılganlaştı. PKK ve iltisaklı siyasî örgüt ısrarla kendisini “Kürt halkının tek temsilcisi” diye sunsa da, Anadolu topraklarındaki Kürtler bunu benimsemedi. Hatta uzun süre siyasî temsiliyet adına AK Parti’yi önceledi. Zaten Erdoğan bundan cesaret alarak tarihî bir hamle yapmıştı: Çözüm Süreci. 

Fakat bu tarihî hamle sonuçlanmadı/ sonuçlandırılmadı. Yangın tekrar kaldığı yerden devam etti… Hâlâ da devam ediyor.

Üstelik küresel güçler, çözüm sürecinin bitmesi sonrasında PKK’yı da siyasal Kürt milliyetçiliğini de daha fazla güçlendirdiler. PKK ayrılmak zorunda kaldığı dağlardan Suriye içine yerleşti ve “Butik Kürt Devleti” hedefine kitlenmiş kurucu milisler oldu. Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. Yılı olan 2023 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin Ulus Devlet durumunun fotoğrafını çektiğimizde çok net bir tablo vardı artık ortada: Kürt meselesi orta yerde duruyordu. Üstelik PKK Suriye’de “Butik Kürt Devleti” ilân edecek askerî güce NATO tarafından verilen destekle kavuşmuştu. Dahası ABD, Türkiye’nin gözünün içine baka baka silahlar yığmıştı PKK’ya. PKK ile ilişkili siyasî partiler zaman içinde demokratik seçimlere etki edecek bir seçmen kitlesine kavuşturulmuştu…

Buraya kadar bütün yazıklarımız, dünü ve bugünü resmediyor. Peki, şimdi ne olacak? Yarına dair öngörümüz nedir?  

Ekim ayında başta Devlet Bahçeli’nin çağrısı, TUSAŞ’a yönelik terör saldırısı ve ardından yaşanan gelişmeler ekseninde Türkiye Cumhuriyeti PKK ve HDP/DEM konusunda ne yapıyor, ne yapacak ve ne yapmalı? 

İşte bu bağlamda hem analiz hem yol haritası içeren “Mersin-Hakkâri” hattında güneydeki illerimizde yürüttüğümüz saha çalışmalarını, özellikle 6 Şubat deprem sonrası bu bölgede gelişen, değişen şartları saha çalışmalarıyla güncelleyerek “Türkiye’nin Güney Raporu: Millî Cumhuriyet” ismiyle kaleme aldık. Söz konusu raporu kamuoyu ile kitap olarak inşallah yıl sonuna kadar paylaşacağız. Söz konusu rapordan bu dosyaya katkı amaçlı bazı notları paylaşarak sözlerimizi toparlayalım…



Kemalist ideoloji geçmişte o kadar saldırgan ve PKK’yı gerekçe gösterip o kadar fazla Kürtçe ve Kürt halkı dokusu üzerinde operasyon yürüttü ki, PKK terör örgütü kendine toplum içinden siyasallaşma koridoru buldu ve yangın daha da büyüdü. 


“Türkiye Yüzyılı”, bir “Millî Cumhuriyet” vizyonu (mudur?)

Türkiye’nin önümüzdeki yüzyılda etkin, güçlü, bağımsız olma hedefi var. Hak ettiği konuma erişmeye odaklı bir yol haritası da var. Ancak bu hedefe ulaşmak için çok ciddi sorunları, çözmesi gereken krizleri ve birlik, dirlik içinde hareket etmesi gereken ödevleri de var. 

Her şeyden önce NATO’nun İsrail üzerinden başlattığı “NATO’ya sadakat ve teslim olma!” stratejisinin adım adım gelen operasyonları Türkiye’nin artık sınırına dayanmış durumdadır. 

Üstelik İsrail’in Gazze, Lübnan ve Suriye hattında açtığı ve yaymaya çalıştığı savaş ile söz konusu bu NATO projesinin en kritik hamlesinin eli kulağında: NATO, Türkiye’yi Suriyeliler ve Kürtler üzerinden zorda durumda bırakmak ve teslim almak istiyor.  NATO, Türkiye’yi terbiye etmek istiyor. NATO, Türkiye’nin Rusya ve Çin ile ilişkilerini baltalamak ve BRICS sürecindeki aktifliğini sonlandırmak istiyor.

Türkiye, Cumhuriyet’in yüzüncü yaş gününde bir kez daha Kurtuluş Savaşı vermek durumda olduğu bir kuşatmayla karşı karşıya kalmıştır. Toplum ikinci Kuvâ-yi Milliye hareketine girişmek ve her alandaki işgal girişimlerini püskürtmek zorundadır. Bunun için de kırk yıldır Türkiye’nin ayağına vurulmuş krizleri, prangaları çözmek durumundadır. 

Bu krizleri ardışık çözecek en büyük politika ve uygulamalı yol haritası ise şudur: Millî Cumhuriyet…


Türkiye’nin önümüzdeki yüzyılda etkin, güçlü, bağımsız olma hedefi var. Hak ettiği konuma erişmeye odaklı bir yol haritası da var. Ancak bu hedefe ulaşmak için çok ciddi sorunları, çözmesi gereken krizleri ve birlik, dirlik içinde hareket etmesi gereken ödevleri de var. 


Cumhuriyet’in “Millî” olması için bütün dillerin ve halkların üç konuda hızla birleşmesi, bütünleşmesi gerekiyor: 

Birincisi… Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bütün halkların ortak devletidir ve federatif ve butik devlete yapılarına kapalıdır. Türk halkını, Kürt halkını ve diğer halkların hepsini bir arada tutan devlet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. O nedenle Kürtleri federatif veya butik devlet kurmaya kışkırtan her adres, Türk ve Kürt halkının ortak düşmanıdır. Vatanımız, bayrağımız ve Devletimiz, ortak değerimizdir. Cumhuriyet’in demokratikleşmesi ve millîleşmesi konusunda özellikle Türk ve Kürt halkı tek vücut olup birleşik projeler üretmeli ve uygulamalıdır.

İkincisi… Türkiye’nin güneyinden gelen İsrail’in terör eylemleriyle tetiklenen savaş ile kuzeyden gelen Ukrayna-Rusya Savaşı arasında kalan Türkiye’nin geleceği için bütün diller ve halklar, tek safta ve savaşa karşı direnmelidir. Barışçıl yol haritası yüceltilmeli, savaşın ve depremlerin verdiği, vereceği hasarlara karşı hazırlıklar yapılmalı ve tedbirler alınmalıdır. 

Bu nedenle HDP/DEM seçmeni ve parti yöneticileri, İsrail’in, NATO’nun PKK/PYD üzerinden yürüttüğü operasyonlara karşı mesafeli değil bizzat karşı olmalıdır. Var olan sorunlar, talepler varsa eğer, bunlar, Cumhuriyeti demokratikleştirerek ve millîleştirerek çözülmelidir. 

Üçüncüsü… Cumhuriyet’in çarpıtılmış ulusalcılık yorumuyla farklı dilleri, halkları dışlayan zihniyete izin verilmemelidir. Kurtuluş Savaşı’nda mücadele eden ve Cumhuriyet’i kuran halkların hepsini ortak Cumhuriyet değerinde buluşturmalıyız. Kürtlerin ezici çoğunluğunun iradesinde, niyetinde ve hedefinde Türkiye’nin “Ulus Devleti”ni parçalamak, federatif veya butik devlete zorlamak yoktur. Sadece Kürt dili ve halkı üzerinde yürütülmüş Kemalist politikaların hasarlarının hızla iyileştirilmesi ve alınmış büyük mesafelerin tekrar başa dönmemesi için kalıcı reformlarla sonuçlandırılması istenmektedir. 

Dolayısıyla çözüm için doğru metot, aşama tüm halklar için aynıdır: Cumhuriyeti millîleştirmek… 

Cumhuriyet’in kurulması ve yaşatılması, Cumhuriyet’in demokratikleşmesi ve millet olmak noktasında Cumhuriyet’in bütün kazanımlarının bütün dillere ve halklara eşit mesafede ve paylaşımda sunulması noktasında birleşmemiz gerekiyor.

Gözlemimiz odur ki: HDP/DEM seçmeninin ezici çoğunluğu, kesinlikle federatif veya butik devlet arayışında değil. Aksine seçmen “kurucu dil ve kurucu halk” ifadesinin zımmî olarak başka dili ve halkı ötekileştirici, yok sayıcı bir şemsiye olarak kullanılmasını istemiyor. Aslında bu risk de artık yok denecek kadar azaldı. Çünkü Kemalist ulusalcı yorum tarihe karıştı. Üniter devlet konusundaki haklı kaygıların da çoğu yerini barış odaklı, birlikte yaşama kültürüne dönüştü. Geriye tek şey kalıyor: Yeni anayasa başta olmak üzere tüm demokratikleşme sürecinin “Millî Cumhuriyet”e bizi ulaştırmasını sağlamak…



PKK Suriye’de “Butik Kürt Devleti” ilân edecek askerî güce NATO tarafından verilen destekle kavuşmuştu. Dahası ABD, Türkiye’nin gözünün içine baka baka silahlar yığmıştı PKK’ya. PKK ile ilişkili siyasî partiler zaman içinde demokratik seçimlere etki edecek bir seçmen kitlesine kavuşturulmuştu…


Kuşkusuz PKK ile stratejik ortalığı olan ve sözde “Ulus Devlet”in üniter yapısını savunan, federatif veya butik devleti dillendirmeyen, fakat gizli ajandası bu olan, maske takan, Cumhuriyet’in demokratikleşmesine ve millîleşmesine açıktan karşı olmasa da şartları kendi federatif veya butik devlet ortamı için kullanmak isteyenler var. Bunlardan hem HDP/DEM partisi içinde örgütlenmiş hem de seçmen olarak pozisyon alan var. Ancak bunlarla mücadeleyi sürdürürken, demokratikleşmeden ve millîleşmeden ödün vermeden mücadeleyi sürdürmek gerekiyor.

Değilse…

Türkiye, güney ve kuzeyden savaş-deprem fay hatlarıyla sıkışacak ve ülke iç savaşa sürüklenecek.

Zaten güneyde deprem oldu ve Mersin-Hakkâri hattında büyük sosyal olaylara sebep olacak şartlar oluştu. Bir de İsrail’in Gazze-Lübnan-Suriye hattından yukarı çıkan savaş, deprem bölgesiyle buluşursa, başta Suriyeliler konusu ve ardından “Kürtler” meselesi fay hattı gibi kırılacak.

Allah muhafaza… İstanbul, Sakarya, Bursa dahil kuzeyde yaşanacak bir deprem durumunda bu sefer de kuzeydeki Ukrayna-Rusya Savaşı’nın Türkiye’nin üstüne sıçratacağı savaş alevleri ülkeyi çok büyük hasarla sonuçlanacak süreçlere düşürecek.

Bu nedenle, acilen Cumhuriyet’i millîleştirecek projelere ihtiyaç var. Özellikle Mersin-Hakkâri hattındaki depremden etkilenmiş illerde çok daha acil projelerin hayat geçirilmesi gerekiyor.

Nitekim biz de Mersin-Hakkâri hattında son yıllarda yürüttüğümüz ve 6 Şubat depremi sonrası bu bölgede oluşan sosyal fay hatlarını yerinde inceleyerek “Türkiye’nin Güney Raporu: Millî Cumhuriyet” kitap çalışmasıyla söz konusu konularda tespit, öneri, çözüm metotlarını sunduk. Bu dosyanın detaylı içeriği, arka plan analizleri söz konusu kitabımızda yer alıyor…