Kürtler ne istiyor?

Bazı çevreler “Ayrılırsanız ayrılın” cevabını duymak isteyebilirler. Ancak bu cevapla ortaya çıkacak kaosun Hindistan-Pakistan ayrışmasından daha vahim ve daha kanlı bir felâket olacağını bilmelidirler.

GEÇEN hafta sonu (13 Kasım 2022) İstanbul İstiklâl Caddesi’ne Suriyeli bir PKK’lının patlattığı bomba ile 6 kişinin hayatını kaybetmesi ve 81 kişinin çeşitli derecelerde yaralanması, Demokrasi ve Birlik Derneği ile Demokrasi ve Birlik Vakfı’nın Ankara’da 12 Kasım 2022 Cumartesi günü ortaklaşa “Kürtler Ne İstiyor?” başlıklı çalıştayının gölgede kalmasına yol açtı. Ölenlere Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifa ve ailelerine sabır dilerim.  

Toplantıya katılan isimlere bakıldığında, siyasetin oldukça geniş bir alanından temsilcilerin yer aldığını teslim etmek gerekir: HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu, AK Parti MKYK Üyesi Orhan Miroğlu, Av. Muhammed Dera Akar, Ömer Vehbi Hatipoğlu, HDP’li eski Bakan Müslüm Doğan, yazarlar Müfit Yüksel, Yaşar İçen, Sıbgatüllah Kaya ve Reha Ruhavioğlu, çalıştaya katılarak birer konuşma yapmışlardır.

Mehmet Metiner konuşmasında, Recep Tayyip Erdoğan’ın inkâr ve asimilasyon politikalarını tarihe gömdüğünü, bundan sonra eksik kalan kısımları tamamlayacağına inandığını, Kürt sorununun etnik kimliğin inkârından ve cebrî asimilasyondan ortaya çıktığını, bu ülkede yaşayan Kürtler ve Türkler ve dahi bilumum unsurların aynı dine inanan ve aynı kıbleye yönelen bir büyük milletin evlatları olduklarını, İslâm kardeşliğinin Türkleri ve Kürtleri bir millet yaptığını, aynı ortak amaçlar doğrultusunda kader birliği etmiş, birlikte gülmüş, birlikte ağlamış bir büyük milletin, adına “İslâm Milleti” denilen milletin mensupları olduklarını, Kürt sorununun artık yok olduğunu ama Kürtlerin sorunları olduğunu, federasyon ve otonomi taleplerini reddettiklerini, anayasal vatandaşlık istediklerini belirtmiştir (Yeni Şafak, 15 Kasım 2022).

HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu ise, gök kubbenin altında Kürt meselesi hakkında konuşulmayan bir şeyin kalmadığını, Kürt meselesinde adalet ve samimiyet istediklerini, Kürtlerin kardeşliğin edebiyatını değil, hukukunu istediklerini, ders kitaplarında Kürtlerin adının olmadığını, adaletin hiç kimsenin aleyhine olmadığını, inkâr ve asimilasyonun devam edeceği hakkında endişelerin olduğunu, Kürtlerin, kendilerinin bir sorun olarak görülmesini istemediklerini, 1071’de Anadolu’nun kapıları Türklere açılırken Kürtleri burada bulduklarını, Kürtler için yalnızca HDP’nin muhatap alınmasının yanlış olduğunu, iki kardeş halkın eşitliği temelinde bir çözüm istediklerini ileri sürmüştür. (Doğru Haber, 14 Kasım 2022).

Metiner’in dışındaki konuşmacılar, “federasyon, otonomi ve özerkliği açıkça reddetmemişlerdir”. Çoğu bu kavramları kullanmamıştır. Ancak tarifleri ve uzun açıklamaları ile bunları karşılamışlardır. Otonomi, özerklik ya da federasyon elbette dünyanın sonu değildir. Türkiye için ne kadar gerçekçi oldukları ise tartışmalıdır.

Çünkü Türkiye’de “Kürt Sorunu”nun varlığı, taraflar için şüpheli hâle gelmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan çeşitli konuşmalarında, “inkâr ve asimilasyonun terk edilmesiyle bu sorunun ortadan kalktığını” vurgulamıştır. Türk nüfusu içinde ezici çoğunluğun görüşü de böyledir veya buna yakındır. Ancak Kürtlerin çoğunluğu için bir “Kürt Sorunu” var olmaya devam etmektedir.

Hatta akademisyen Abdullah Kıran’a bakılırsa, “Kürtlerin komşuları neye sahipse, Kürtler de aynı şeylere sahip olmalıdır”. Kıran böylece bağımsızlık ile anlaşılacak bir açıklama yapmıştır. Yine de göründüğü kadarı ile Kürtler arasında (PKK’nın tehdit ve katliamlarından dolayı) HDP’nin sesi gür çıksa da tek bir görüş yoktur. Orada da “Kürt Sorunu”nun tarifi ve çözümü hakkında farklı görüşler vardır. Bu yüzden “Kürtler ne istiyor?” sorusuna tek bir cevap vermek zordur.

Kürtler ne istemediklerini de belirtmeli

Kürtlerin çoğunluğu terör istemediklerini söylüyor ancak terörün partisine (HDP’ye) oy vermeye devam ediyorlar. Ayrılık istemediklerini söylüyorlar ama Kürtlerin içinde PKK’ya (HDP’ye) verilen destek, KCK’ya destek ile eş anlamlıdır. KCK ise Türkiye, Suriye, Irak ve İran’dan koparılacak parçalar ile birleşik bir Kürdistan’ı programına almıştır. Orta yerde açıklanması zor, çelişkili ve medcezirli istekler vardır.

“Çözüm Süreci” örneğinde görüldüğü gibi, PKK/HDP’yi kendi başına karar alabilecek bir parti olarak görmek gerçekçi değildir. Çünkü o dönemde PKK’lılar, HDP aracılığı ile verdikleri sözlerden İran ve ABD’nin isteği ile vazgeçmişlerdir. Gelecekte içinde PKK/HDP’nin olacağı bir parti ile (ya da partiler ile) yeniden bu sorunu çözmeye çalışmak, aynı yanlışı tekrarlamak olacaktır. Geçmişteki yanlıştan çıkmayan bir doğrunun gelecekte çıkabileceğini hayâl etmek, insanın kendi kendisini aldatmasıdır.

Türkiye’de Kürtlerin çoğunluğu için “Türk” adı sorun olmaktadır. “Biz Kürd’üz, neden ‘Türk’üz’ diyelim ya da neden bize ‘Türk’sünüz’ demektedirler?” şeklindeki -dışarıdan siyâsî tercihlerden arınmış olarak- bu soruya bakıldığında bir haklılık payı görünmektedir. Belki soruyu şöyle değiştirmek de mümkündür: Kürtlerin ‘Biz Türk’üz’ demelerinin Türklere ne faydası, Kürtlere ne zararı vardır?

Bu söylemin Türklere bir fayda örneğini bulmak zordur. Ancak Kürtler kendilerinin “Biz Türk’üz” demeleriyle ya da dedirtilmeleriyle Kürtlerin inkâr edildiğini savunmaktadırlar.

Her siyâsî görüş gibi Kürtler için tedavüle sürülen siyâsî görüşlerde de zayıf ve haksız taraflar vardır. Türkiye’nin doğu bölgesine “Kürdistan” denilmesinde bir art niyet ya da bölücülük aranamayacağını, tarihte o bölgenin zaten “Kürdistan” olduğunu ileri sürmektedirler. Oysa bu tarih sözü çok izafîdir. Kim ne zaman demiştir? Yüz yıl, iki yüz yıl önce birilerinin Türkiye’nin doğusuna “Kürdistan” demiş olması, günümüzde ne kadar bağlayıcıdır, ne kadar gerçekçidir?

1925’te Milletler Cemiyeti’nin komisyonu Musul ve çevresi için hazırladığı raporunda Telafer’den Kerkük’e uzanan bölge için “Türkmeneli” adını kullanmıştır. Türkmeneli şimdi ikiye bölünmüş ve kuzey kesimi Kürdistan Bölge Yönetimi, güney kesimi ise Irak Merkezî Hükümeti’nin yönetimi altındadır.

Kürtlerin çoğunluğu, “Türkmeneli” adının kullanılmasını Kürtlere karşı kötü niyetin, Kürtleri Irak’ta bölmenin bir ifadesi olarak görmektedirler. “Türkmeneli” yerine doğrudan “Kürdistan” adının kullanılmasında ısrarcıdırlar. Oysa kendileri Türkiye’nin doğu bölgesi için “Kürdistan” adını kullanmaktadır. Türkiye’de Kürt sorununun çözümü için özerklik ya da federasyon yöntemini savunanlar, benzeri bir özerkliğin Türkmeneli’ne verilmesine şiddetle muhalefet etmektedirler.

ABD işgal döneminde Irak Anayasası hazırlanırken, “Irak’ın Arap, Kürt ve Türkmenlerden oluştuğu” hükmünün anayasada yer almasına Araplar değil, en çok Mesut Barzani itiraz etmiş ve hatta bu cümlenin anayasada yer almasını engellemiştir. Buradaki çelişkiyi her nasılsa kabul etmek ve anlamak istemiyorlar.

Kürtlerin çoğunluğunda benzeri bir çelişki de Zazalık örneğinde görülmektedir. Yerli yersiz her fırsatta Kürt adının kullanılmasında ısrarcı olanların çoğu, “Zaza” adından ya rahatsız olmaktadır ya da Zazaların Kürtlerin bir kolu olduğunu tekrarlamaktadır. Bağımsız bir Zaza varlığını doğrudan Kürtlere düşmanlık, hatta Kürtlerin bölünmesi için Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından geliştirilen siyâsî bir tuzak olduğunu elde bir belge olmayışına karşılık savunmaktadırlar. Bu ikircikli tutumun da sorunu çözümsüz hâle getirdiğini görmek, anlamak istemiyorlar.

İkircikli düşünceler

Türkiye’de Rusya’dan gelenlere “Rus”, Fransa’dan gelenlere “Fransız” denilmektedir. Gerçekte Rus ırkından mıdır, değil midir ya da Fransız ırkından mıdır, değil midir, buna bakılmaksızın Rus ya da Fransız denilmektedir. Oysa Rus ve Fransız adları birer ülke vatandaşlığı anlamında kullanıldığı gibi, doğrudan ayrı ayrı iki farklı ırkın adı olarak da herkesçe bilinmektedir. Her nasılsa “Rusyalı”, “Fransalı” deyimi yerine doğrudan “Fransız” ve “Rus” adlarını kullananlar, sıra Türkiye’deki Kürtlere gelince neden “Türk olamazlar, onlar zaten Kürt’tür” demektedirler? Hatta buradan yola çıkarak “Türkiye”, “Türk bayrağı”, “Türk polisi”, “Türk Silahlı Kuvvetleri” gibi adlandırmaların yanlış olduğunu, bu adlandırmaların Kürtleri yok saydığını iddia etmektedirler.

Onların iddiasına bakılırsa, ne bir İngiliz ordusu/polisi, ne bir Fransız ordusu/polisi, ne de Rus ordusu/polisi vardır. Çünkü adı geçen ülkelerde sadece bir etnik topluluk değil, birden fazla etnik topluluk yaşamaktadır. Buradaki mantık uyumsuzluğunu açıklamak zordur.

HDP/PKK’lı Ahmet Türk, eskiden her mikrofon gördüğünde, “Bu kadar Türkçe televizyon kanalı varken bir tane Kürtçe televizyon yoktur, böyle kardeşlik olur mu?” derdi. Kürtçe televizyon serbest bırakıldığı gibi, TRT doğrudan “TRT Kürdi” diye bir kanal açtı ama aynı Ahmet Türk, teşekkür etmedi, bunu kardeşlik için bir adım saymadı.

Beklenenler gerçekçi mi?

Eskiden siyâsî parti temsilcilerinin Kürtçe konuşması yasaktı, şimdi kaldırıldı. İsteyen aday Kürtçe konuşmaktadır. Eskiden “Kürtçe” diye bir dil kabul edilmezdi, şimdi okullarda Kürtçe seçmeli ders oldu. Güya Kürt’ün, Kürtçenin yok sayılmasını, Kürtçe konuşanlara ceza verilmesini, Kürtçe kişi adlarının yasaklanmasını siyâsî bir dâvâ ediyor görünen PKK/HDP’liler, bütün bu işleri yapan CHP ile birlikte AK Parti’ye karşı Kürtler ve Kürtçe adına cephe almış durumdadırlar.

Ayrıca Türkiye’de Kürt nüfusu yalnızca doğu bölgesinde değil, neredeyse bütün Türkiye’ye dağılmış durumdadır. Bu nedenle Kürtler için yalnızca Türkiye’nin doğu bölgesini esas alan çözüm teklifleri beyhudedir ve gerçekçi değildir. Irak’ta bütün ülkede Arapça ve Kürtçenin aynı anda resmî dil olduğu gibi, Türkiye’nin her tarafında Türkçe ve Kürtçenin resmî dil olmasını istemek de gerçekçi ve doğru değildir. Artvin’de, Bayburt’ta, Nevşehir’de, Kırklareli’nde, Burdur’da, Sinop’ta, Giresun’da, Osmaniye’de ve benzeri şehirlerde Kürtçenin resmî dil olması hangi ihtiyacı karşılayacaktır? Türkiye’ye karşı Kürtçenin siyâsî bir koz olarak kullanılmak istenmesi doğru değildir. Kürtçenin seçmeli ders olarak isteğe ve ihtiyaca göre yaygınlaştırılmasını beklemek daha gerçekçidir. Kürtçenin resmî dil olmayışı hâlinde ayrılıkçı akımların güçleneceği tezi ise yanlıştır. Toplumsal ve siyâsî bir karşılığı yoktur.

Bazı çevreler “Ayrılırsanız ayrılın” cevabını duymak isteyebilirler. Ancak bu cevapla ortaya çıkacak kaosun Hindistan-Pakistan ayrışmasından daha vahim ve daha kanlı bir felâket olacağını bilmelidirler.