Kürt sorunu ne zaman başladı?

19’uncu yüzyıldan beri çeşitli isyanlarla var olduğu bilinen Kürt sorunu, Millî Mücadele döneminde ya da CHP döneminde birdenbire ortaya çıkmış değildir. Kürtler ayrı bir ülke, bağımsız bir Kürdistan istemezken yabancı ülkelerin bazı Kürtleri kandırıp bu yola sevk ettiği görüşü de hiçbir şekilde makul değildir. Dağılan Osmanlı Devleti’nden Kürtler de kendileri için bir bölge elde etme çabalarını arttırmışken, CHP döneminde yapılan zulümler işte bu ayrılıkçı Kürt akımlarını güçlendirmiştir.

TÜRKİYE’de Kürt sorununun ne zaman ve nasıl başladığı hakkında önemli görüş ayrılıkları vardır. Bazı çevreler bu sorunun Lozan Anlaşması ve 1924 Anayasası ile başladığı tezini savunmaktadır. Onlara göre Kürtler, Millî Mücadele’de Türklerle birlikte hareket ettiler ancak Lozan’da ve 1924 Anayasası’nda yok sayıldılar. Böylece Kürt sorunu başlamış oldu.

Başka bazı çevrelere göre ise Kürt sorunu, yabancıların kışkırtması ile ortaya çıkmış oldu. Türkiye’yi bölmek isteyen İngiltere, ABD, SSCB gibi yabancı ülkeler böyle bir sorunu icat edip bugüne kadar gelmesine yol açtılar.

Taraflar birbirlerini dinlemediği, anlamadığı için iki tarafın iddiaları arasında akla uygun orta bir yol da henüz bulunamamıştır. Bundan sonra böyle bir orta yolun bulunma ihtimâli de giderek zorlaşmaktadır.

Birinci tezi savunanlara göre Kürtler, Türklerle birlikte Millî Mücadele’ye o kadar katkıda bulunmuşlardı ki eğer “Kürtler olmasaydı Erzurum Kongresi bile toplanamazdı”.

Hatırlanmalıdır ki Erzurum Kongresi, Ermeni tehdidine karşı yapılmıştır. Çünkü Ermeniler “Vilayet-i Sitte” adıyla Doğu bölgesinin tamamının “Batı Ermenistan” olduğunu ve kendilerine bırakılmasını istemişlerdir. İşte Ermenilerin bu isteği, Erzurum Kongresi’nin temel sebebidir.

Dönemin şartlarına göre Erzurum’da oldukça güçlü bir kolordu vardı. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir ise Ermenilere karşı askerî mücadelenin yanı sıra siyâsî ve sivil mücadelelere de her türlü desteği vermiştir. Erzurum’da bu kolordunun ve Kâzım Karabekir’in varlığını atlayarak ve yok sayarak Erzurum Kongresi’ni açıklamak hakikate uygun değildir. Üstelik Erzurum Kongresi’nde Kığı ve Hınıs delegelerinin teklifiyle “ayrılıkçı Kürt akımlarına karşı” mücadele edilmesi kararlaştırılmıştır.

Ermeni tehdidi Türkler için olduğundan daha çok Kürtler için de geçerlidir. Çünkü 1915’te Ermeni tehciriyle ortaya çıkan sahipsiz Ermeni malları büyük ölçüde Kürtlerin elinde kalmıştır. Tehcir esnasında Ermeniler yaşadıkları can kayıpları için daha çok Kürtleri sorumlu tutmuşlar, “Türklerle toprak, Kürtlerle ise kan dâvâmız var” iddiasında bulunmuşlardır. İtilaf Devletleri’nin baskısı ile Doğu bölgesi Ermenilere bırakılmış olsaydı bir “Kürt tehciri” kaçınılmaz olacaktı. Böyle bir ihtimâl Kürtler için büyük bir tehdit olmuştur.

Kürtlerin çoğunluğu bu tehdide karşı Türklerle ittifakı gerekli görmüştür. Karabekir’in “İstiklâl Harbimiz” adlı anılarında Kürtlere karşı yönelen bu tehdidin vurgulandığı pek çok yazışma vardır.

Erzurum Kongresi Kürtler sayesinde toplanabilmiş olsaydı bu kararın açıklanması kolay olmazdı. Kürtler topladıkları kongrede kendilerinin aleyhine neden böyle bir karar aldırmış olsunlar? Görüldüğü gibi bu, akla uygun bir tez değildir. Kongre kararlarından anlaşıldığı gibi, yeni bir devlet, yeni bir yönetim isteği yoktur. Aksine padişaha bağlılık vurgulanmıştır. Kongre kararlarında “Türk-Kürt” adı da geçmemiştir. “Anâsır-ı İslâmiye” veya “Millet-i Osmaniye” gibi vurgularla Mondros Mütarekesi sonrasında elde kalan yerleri, özellikle Doğu bölgesine karşı ortaya çıkan Ermeni tehdidine karşı gerekli görülen çözüm yolları sıralanmıştır.

Tarih uzmanı diye yere göğe sığdırılamayan bazı takıntılı tiplerin, “Kürtler, Türkler yerine Ermenilerle o dönemde ittifak etmiş olsalardı istediklerini elde ederlerdi” gibi akla ziyan iddialarının bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Çünkü Ermeniler, yaşadıkları felâketten Kürtleri sorumlu tutmuşlardı. Doğu bölgesi Ermenilere bırakılmış olsaydı, Kürtlerin tehciri kaçınılmazdı. Oysa Türklerin Erzurum ve Diyarbakır gibi şehirlerde kolorduları vardı. Ermenilerle kıyaslanmayacak güçleri vardı. Üstelik Türkler ve Kürtlerin Müslüman olmaları dolayısı ile ortak tarafları çok fazlaydı.

“1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile Kürtlere muhtariyet verildiği, Koçgiri isyancılarının da aslında 1921 Anayasası’nın uygulanmasını istediği için isyan ettiği” iddiası ise hem tarih dışı, hem akıl dışı bir iddiadır. Bir defa Koçgirililer, Kürt (Kırmanç) değil, Zazadırlar. Koçgiri İsyanı, Ekim 1920’de başlamıştı. İsyan başladıktan dört ay sonra yürürlüğe konulan 1921 Anayasası’nın uygulanması nasıl isyana neden olabilir? Görüldüğü gibi, bu tür iddialar doğrudan tarihin tahrifidir, kurgulanmasıdır.

ABD’li Robert Olson ve hatta Şeyh Said’in torunu Abdülmelik Fırat’ın iddialarına bakılırsa, Şeyh Said İsyanı’nın askerî kanadı, 1920’de kurulan ve Cibranlı Halid başkanlığında çalışan Azadi Cemiyeti tarafından yürütülmüştür. Cemiyetin Cibranlı Halid’den başka bir diğer önderi ise Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey’dir. Cemiyet doğrudan Kürtlerin bağımsızlığı amacıyla kurulmuştur. Bu cemiyetin çalışmaları sonunda ortaya çıkan Şeyh Said İsyanı’nın 1923 Lozan Anlaşması ile 1924 Anayasası’na bir tepki olarak ortaya çıktığı iddiası yersizdir.

1921 Anayasası aslında ayrılıkçı Kürtlerin tezlerini karşılayan bir anayasa değildir. Zaten çok kısadır. İllerin kendi kendilerini yönetmelerinden söz etmiştir. 1920’lerden başlayarak, hatta daha öncesinde belediyeler aracılığı ile iller kendi kendilerini yönetmiştir. Her ilin belediyesi ve belediye meclisi, o ilin sakinleri tarafından seçilmiştir. Cumhuriyet döneminde ortaya çıkan Kürt isyanlarını, 1921 Anayasası’nın terk edilmesine ve Lozan Anlaşması’na bağlamak bu bakımdan inandırıcı değildir. Bu, Kürt isyanları için sonradan kurgulanmış bir tarih tezidir.

Kürt isyanları için sıkça gösterilen nedenlerden biri de Amasya Protokolü’dür. Ekim 1919’da İstanbul Hükümeti Temsilcisi Ali Rıza Paşa ile Temsil Heyetinden Kemal Paşa, Rauf Bey ve Bakir Sami Bey arasında yapılan bu protokol gizli tutulmuştur. Açıklanmamıştır. Hiçbir gazetede yayınlanmamıştır. Gizli tutulan bir protokole sadık kalınmadığı gerekçesiyle 1920’de Koçgiri, 1925’te Şeyh Said İsyanı’nın başladığı iddiası bu yüzden temelsizdir.

1924 Anayasası’nda Kürtler adına eleştiri konusu yapılan hususun başında “resmî dilin Türkçe” olması yer almıştır. Hatırlanmalıdır ki, benzeri bir madde 1876 Anayasası’nda da yer almıştır. 1876’dan beri bir anayasa hükmü olan “Resmî dil Türkçedir” cümlesini isyan nedeni saymayan Kürtlerin 1920’den başlayarak bu maddeyi isyan nedeni bilmeleri, tarihte karşılığı olmayan bir hayâlî kurgudur. 1876 öncesinde de Osmanlı Devleti’nde mahkemede, resmî yazışmalarda ve ordu içinde kullanılan dil, Türkçedir. Tanzimat sonrasında nizamî mektepler ile başlayan merkezî eğitimin dili de Türkçedir. Bütün bunların Kürtler tarafından bilinmediği, duyulmadığı, ancak 1924 Anayasası’nda “Resmî dil Türkçedir” cümlesinin yazılmasından sonra isyanların başladığı tezleri tümüyle hurafedir, mitolojidir.

1898’lerde Mısır’da Abdurrahman Bedirhan tarafından çıkarılan Kürdistan gazetesi Doğu bölgesini Kürdistan saymış ve burasının bağımsızlığı için kendi çapında gayret etmiştir. Benzeri gazeteler 1908’de İkinci Meşrutiyet’ten sonra ve Mondros Mütarekesi’nin ardından İstanbul’da yayınlanmıştır. Bu amaçla pek çok cemiyet/dernek kurulmuştur. 1919’da Diyarbakır’da bulunan Kurmay Albay Halit (Akmansu) Bey’in anılarına göre, Kürt Teali Cemiyeti Diyarbakır Şubesi, bağımsız Kürdistan için Kürtler arasında faaliyetlerini sürdürmüştür. İşin gerçeği, sayıları az çok da olsa ayrılıkçı bir akım 19’uncu yüzyılda milliyetçilik hareketlerinin artmasıyla birlikte Kürtler arasında her zaman olmuştur. Türkiye’de sonradan tek partili CHP döneminde yaşanan olaylar, başından beri var olan bu ayrılıkçı akımları güçlendirmiştir.

CHP Genel Başkanı Kemal Paşa’nın Türkiye’deki Kürt nüfusunun artacağı kaygısıyla Kerkük ve çevresini istememiş olması da tarih bilgisiyle uyumlu değildir. Kemal Paşa, işgal altındaki illerin milletvekili diye uygun gördüğü kimseleri 1920’de Ankara’da tayin etmiştir. Bu cümleden olarak İzmir’in, Edirne’nin, Muğla’nın Ankara’da milletvekili vardır. “Kemal Paşa Kerkük’ü unuttuğundan dolayı orası için milletvekili tayin etmedi” denilemeyeceği açıktır. Muhtemelen Kemal Paşa, işin başından beri Kerkük’ün Türkiye sınırları dışında kalmasını kabul ettiğinden dolayı, Ankara’da kimseyi Kerkük milletvekili diye tayin etmemiştir. Sahip olduğu petrol zenginliğinden dolayı Kerkük, İngilizler için de son derece önemli bir yerdir. Ayrıca “Kerkük ve çevresinde Kürt nüfusu da olduğundan dolayı Kemal Paşa, Türkiye’deki Kürt nüfusu daha fazla artmasın diye Kerkük ve çevresini istemedi” iddiası hayâlî bir fantezidir.

19’uncu yüzyıldan beri çeşitli isyanlarla var olduğu bilinen Kürt sorunu, Millî Mücadele döneminde ya da CHP döneminde birdenbire ortaya çıkmış değildir. Kürtler ayrı bir ülke, bağımsız bir Kürdistan istemezken yabancı ülkelerin bazı Kürtleri kandırıp bu yola sevk ettiği görüşü de hiçbir şekilde makul değildir. Dağılan Osmanlı Devleti’nden Kürtler de kendileri için bir bölge elde etme çabalarını arttırmışken, CHP döneminde yapılan zulümler işte bu ayrılıkçı Kürt akımlarını güçlendirmiştir. Yabancı ülkeler ise Türkiye’de var olan bu sorunu istismar etmeye, kendi faydaları için kullanmaya çalışmışlardır.

Ayrı-bağımsız Kürdistan düşüncesinin taraftarlarını, Türkiye’nin yapacağı hiçbir idarî reform ya da yasal düzenleme tatmin etmeyecektir. Yabancı ülkeler de Türkiye’de var olan bu Kürt sorununu kendi faydalarına istismar etmekten kaçınmayacaklardır. Türkiye’de son yıllarda yapılan yasal ve idarî düzenlemeler neredeyse tümüyle Kürt sorununu ortadan kaldırmıştır. Günümüzde Kürtçe, eğitim müfredatında seçmeli derstir. Kürtçe radyo, televizyon ve gazete yayınları serbesttir. Siyâsî partilerin Kürtçe propaganda yapma hakları vardır. ABD gibi ülkelerin önce Irak, sonra Suriye’de Kürtler için ayrı bir bölge icat etme çabaları, Türkiye’de de Kürt sorununun büyümüş olduğu görüntüsünü vermektedir.