Kurşunların dokunamadığı bekleyiş

Son kez sımsıkı sarıldım sanki ondan bana bir şeyler kalacakmış gibi. Uzaklaştılar. Çok uzaklaştılar. Gözden kaybolana kadar bana el salladı. Sanki içimden bir şeyler koparmışlardı. Kalbimi, aklımı… Beni almışlardı benden, gitmiştim... Yıllar oldu. On beş yıl… Bekledim, gelmedi…

YİNE bir gece... Penceremden gökyüzünü seyrediyorum. Yıldızlar bir var, bir yok. Gökyüzüne yeni bir ruh uçtuğunda bir yıldızın daha ortaya çıktığına inanıyorum. Bir yıldız kaybolduğunda da bir insanın daha var olduğuna…

Yıldızların da kendi aralarında savaşları vardır belki. Savaş… İnsanın elinden varını yoğunu alıp, kendi varlığını bir kalıntı gibi ortada bırakıyor. Gelen gidiyor, ancak giden gelmiyor.

Ben bir anneyim. Beş yılın annesi… Sonrasında yıllar başıma anne kesildi. Zaman okşadıkça, saçlarım beyazladı. Ben her açan günde yeni ümitler besledim. Bir daha yavrum gelir, bana sımsıcacık bir “Anne!” der diye yılların kucağına uzandım. Ve her geçen gün alnıma soğuk, gözlerime sıcak yağmurlar üşüştü.

Savaş… Bosna’da insan, sırtından bıçaklanmaktadır. Dün gece Boşnak ailenin yeni doğan bebeğini tebrike gelen Sırp, bugün onu öldürmeye gelmiştir. Çocuklar babalarını bekler, babalarıysa bir depoda sıraya dizilip teker teker vurulmuştur alınlarından. Ve bu adamların cesetleri bulunamasın, anneleri mezarları başına gidip ağlayamasın diye kafaları, kolları, bacakları, tüm bedenleri parça parça ayrılıp birbirine karıştırılmış, metrelerce derinliğe kazılmış toprağın içine atılmıştır. Bosna Katliamı, zulmün belgelenmiş hâlidir!

Ne acayip değil mi, “medeniyet” diye kravat takanlar alçakça bir zulmü “dâvâ” adı altında yalanladıkları için, dünya gözlerini kapatıyor tüm olanlara. Ruhlarını satarak para kazanan gönüllü tutsaklar, bağımsızlıklarını soykırımla alabileceklerini ve özgür ruhları öldürme tehditleriyle dizginleyebileceklerini sanıyorlar, ne yazık! Belki gözlerimiz hep dolu kalır, kaybettiklerimize yas tutarız, ama asla zulme boyun eğmez ve asla bırakmayız vatanımızı! Tutunuruz Rabbin yüce adaletine, sabredenlerden olmak için çırpınırız. Yalnız O’nun yardım ve merhametine muhtaç olduğumuzu zalimlere karşı dimdik durarak gösteririz.

Elimizdekileri savurup dört bir yana, kaçıp gitti şimdi savaş. Herkesin kaybettiği oldu, kimsesi ölmeyen bile geri alamadı eski mutluluğunu. Ama zamanla kapandı derin yaralarımız. Yüzümüzden tebessüm eksik olmasa da âniden hatırımıza gelen kederlerimiz tüm bedenimizi kaplar. Soğuk bir rüzgârdır bu, sertçe eser; o zaman anneler ve babalar ağlar, eşler ve çocuklar ağlar…

Oğlum… Ah, güzel bir oğlum vardı benim! Öyle güzeldi ki, masmavi gözleri ışıldardı gülümserken, kirpikleri kaşlarına doğru boylu boyunca uzanırdı. Sarı saçları alnına doğru düştükçe, bana, “Saçlarım uzadı anneciğim, haydi kes!” derdi. Ama çok yakışırdı ona, kıyamazdım. Küçük ellerini tutup sokaklarda dolaştırırdım onu. Zıplaya zıplaya gezerdi. Bense beni çekiştirdiği için koşmaya çalışır, bir yandan da kahkahalara boğulurdum. “Anne haydi, çok yavaşsın! Akşam oldu, hâlâ parka gelemedik!” deyip kızardı bana. Bense onun büyüyüp kocaman bir adam olacağı zamanları hayâl ederdim, içime bir güneş doğardı. Kendi kendime söz verirdim onu harika bir insan olarak yetiştireceğime.

Bir gün çarşıya yürüyorduk. Yine yumuşacık eliyle parmağımı sarmıştı. Bir dükkânın önünden geçerken “Anne!” deyiverdi yüksek sesle. Bir çanta görmüştü; maviydi, üzerinde beyaz araba desenleri vardı. “Anne, bu ne güzel bir çanta! Okulun açılmasına çok az kaldı, ne olur, alalım!” dedi. Satıcıya fiyatı sorduğumda, yüksekçe bir rakam söyledi. Ne yanımda o kadar para vardı, ne de bir çantaya o kadar para verebilecek durumum. Onun parlayan gözlerine baktım. Biraz sonra gözlerini yere indirdi. “Olsun anne, bence başka güzel çantalar da vardır” dedi. Sesinin titrediğini, gözlerinin dolduğunu hissedebiliyordum. Elimi daha sıkı tuttu, aynı şekilde çekmeye devam etti…

Oğlum okula başlamıştı. Eski çantasıyla gidip geliyor, ama hiç umursamıyordu. Mutluydu hep, ama ben o gün öyle üzüldüm ki o çantayı almak için her zamankinden çok çalıştım ve o parayı kazandım. Tekrar dükkâna gidip çantayı aldım. Heyecanla evin yolunu tuttum. Çantayı bir hediye paketiyle sarıp beklemeye başladım. Kapı çalınca hemen açtım, bana sarılırken heyecanla “Sana bir sürprizim var!” dedim. Gözlerini kocaman açtı, bense arkamdan çantayı çıkardım. Mutluluktan gözleri doldu, “Bir tanecik annem!” deyip boynuma sarıldı. Öptüm onu, kokusunu çektim içime, “Yavrum!” dedim, “Ah kuzum benim!”…

Okula giderken zıplayıp duruyor, çantasının da onunla beraber zıplamasını heyecanla izliyordu. Her akşam onu büyük bir özenle hazırlarken bense bu sırada onu seyrediyordum. Okula başlamış, ne çabuk büyümüştü…

Bir gün okuldan dönmesine yakın, pencerede onu bekliyordum. Sokaktan askerler geçiyordu, çok endişelendim. Bir an önce gitmelerini istiyordum, oğlumu görmesinler. Ne yapacaklarını kestiremiyordum; aklıma bin bir senaryo hücum ediyordu. Ancak onlar daha gitmeden, oğlum sokağın başında göründü. Zıplaya zıplaya geliyordu yine. Kahkahalarla koşuyor, gözünü bana dikmiş şekilde, başka hiçbir şey görmüyordu. Askerler kafalarını çevirince onu gördüler. Bense koşa koşa dışarı çıktım. Kalbim çok hızlı atıyordu. Gözlerim istemsizce dolmuştu. Oğlum gelip bacaklarıma doğru kollarını sardı. Askerler bana baktılar, “Yedi yaşından büyükleri alıyoruz” dediler, sonra yavrumun kollarından çektiler. Titreyerek, “Benim oğlum beş yaşında!” dedim, alelacele evden kimliğini alıp getirdim.

Baktılar, ama ikna olmadılar. Yedi yaşından büyük çocukları ne yaptıklarını adım gibi biliyordum. Yediden küçüklere yurtdışında eğitim verip Hıristiyanlaştırırlarken, büyükleri ise kültürlerini benimsemiş olabilmeleri sebebiyle öldürüyorlardı. Ürpermiştim! Hem de çok… Oğlumun vuruluşu gözlerimin önüne gelince delicesine haykırdım: “Hayır, bunu yapamazsınız! O daha çok küçük! Daha büyüyecek benim yavrum, yapmayın, ne olur!”

Oğluma sımsıkı sarıldım, fakat bir asker silahın ağır kısmını koluma hızla vurunca aniden yere düştüm. Ağlıyordum, düşünemiyordum, yalnızca hıçkırıyordum. Oğlum ellerimi tuttu, sakindi, çantasını çıkardı: “Anne, sen üzülme! Söz veriyorum, geleceğim. Sen çantamı koru, tamam mı?”

Dudaklarım titreye titreye “Tamam” dedim, “Tamam bir tanem, bekleyeceğim seni!”.

Son kez sımsıkı sarıldım sanki ondan bana bir şeyler kalacakmış gibi. Uzaklaştılar. Çok uzaklaştılar. Gözden kaybolana kadar bana el salladı. Sanki içimden bir şeyler koparmışlardı. Kalbimi, aklımı… Beni almışlardı benden, gitmiştim.

Yıllar oldu. On beş yıl… Bekledim, gelmedi.

Neredesin oğlum? Gözleri gülen oğlum! Şimdi ne kadar uzamışsındır… Kollarınla, seni sardığım gibi sararsın beni gelirsen… Hem çantan hâlâ evimizin başköşesinde, biliyor musun? Gelince ellerimden tutup beni sokaklarda çekiştirirsin, bu sefer hızlı olacağım! Unutmayacak, hep bekleyeceğim seni. Oğlum, güzel oğlum, yaşıyor musun?