YİNE bir gece...
Penceremden gökyüzünü seyrediyorum. Yıldızlar bir var, bir yok. Gökyüzüne yeni
bir ruh uçtuğunda bir yıldızın daha ortaya çıktığına inanıyorum. Bir yıldız
kaybolduğunda da bir insanın daha var olduğuna…
Yıldızların
da kendi aralarında savaşları vardır belki. Savaş… İnsanın elinden varını
yoğunu alıp, kendi varlığını bir kalıntı gibi ortada bırakıyor. Gelen gidiyor,
ancak giden gelmiyor.
Ben
bir anneyim. Beş yılın annesi… Sonrasında yıllar başıma anne kesildi. Zaman
okşadıkça, saçlarım beyazladı. Ben her açan günde yeni ümitler besledim. Bir
daha yavrum gelir, bana sımsıcacık bir “Anne!” der diye yılların kucağına
uzandım. Ve her geçen gün alnıma soğuk, gözlerime sıcak yağmurlar üşüştü.
Savaş…
Bosna’da insan, sırtından bıçaklanmaktadır. Dün gece Boşnak ailenin yeni doğan
bebeğini tebrike gelen Sırp, bugün onu öldürmeye gelmiştir. Çocuklar babalarını
bekler, babalarıysa bir depoda sıraya dizilip teker teker vurulmuştur
alınlarından. Ve bu adamların cesetleri bulunamasın, anneleri mezarları başına
gidip ağlayamasın diye kafaları, kolları, bacakları, tüm bedenleri parça parça
ayrılıp birbirine karıştırılmış, metrelerce derinliğe kazılmış toprağın içine
atılmıştır. Bosna Katliamı, zulmün belgelenmiş hâlidir!
Ne
acayip değil mi, “medeniyet” diye kravat takanlar alçakça bir zulmü “dâvâ” adı
altında yalanladıkları için, dünya gözlerini kapatıyor tüm olanlara. Ruhlarını
satarak para kazanan gönüllü tutsaklar, bağımsızlıklarını soykırımla
alabileceklerini ve özgür ruhları öldürme tehditleriyle dizginleyebileceklerini
sanıyorlar, ne yazık! Belki gözlerimiz hep dolu kalır, kaybettiklerimize yas
tutarız, ama asla zulme boyun eğmez ve asla bırakmayız vatanımızı! Tutunuruz Rabbin
yüce adaletine, sabredenlerden olmak için çırpınırız. Yalnız O’nun yardım ve
merhametine muhtaç olduğumuzu zalimlere karşı dimdik durarak gösteririz.
Elimizdekileri
savurup dört bir yana, kaçıp gitti şimdi savaş. Herkesin kaybettiği oldu,
kimsesi ölmeyen bile geri alamadı eski mutluluğunu. Ama zamanla kapandı derin
yaralarımız. Yüzümüzden tebessüm eksik olmasa da âniden hatırımıza gelen kederlerimiz
tüm bedenimizi kaplar. Soğuk bir rüzgârdır bu, sertçe eser; o zaman anneler ve babalar
ağlar, eşler ve çocuklar ağlar…
Oğlum…
Ah, güzel bir oğlum vardı benim! Öyle güzeldi ki, masmavi gözleri ışıldardı
gülümserken, kirpikleri kaşlarına doğru boylu boyunca uzanırdı. Sarı saçları
alnına doğru düştükçe, bana, “Saçlarım uzadı anneciğim, haydi kes!” derdi. Ama
çok yakışırdı ona, kıyamazdım. Küçük ellerini tutup sokaklarda dolaştırırdım
onu. Zıplaya zıplaya gezerdi. Bense beni çekiştirdiği için koşmaya çalışır, bir
yandan da kahkahalara boğulurdum. “Anne haydi, çok yavaşsın! Akşam oldu, hâlâ
parka gelemedik!” deyip kızardı bana. Bense onun büyüyüp kocaman bir adam
olacağı zamanları hayâl ederdim, içime bir güneş doğardı. Kendi kendime söz
verirdim onu harika bir insan olarak yetiştireceğime.
Bir
gün çarşıya yürüyorduk. Yine yumuşacık eliyle parmağımı sarmıştı. Bir dükkânın
önünden geçerken “Anne!” deyiverdi yüksek sesle. Bir çanta görmüştü; maviydi,
üzerinde beyaz araba desenleri vardı. “Anne, bu ne güzel bir çanta! Okulun
açılmasına çok az kaldı, ne olur, alalım!” dedi. Satıcıya fiyatı sorduğumda,
yüksekçe bir rakam söyledi. Ne yanımda o kadar para vardı, ne de bir çantaya o
kadar para verebilecek durumum. Onun parlayan gözlerine baktım. Biraz sonra
gözlerini yere indirdi. “Olsun anne, bence başka güzel çantalar da vardır”
dedi. Sesinin titrediğini, gözlerinin dolduğunu hissedebiliyordum. Elimi daha
sıkı tuttu, aynı şekilde çekmeye devam etti…
Oğlum
okula başlamıştı. Eski çantasıyla gidip geliyor, ama hiç umursamıyordu.
Mutluydu hep, ama ben o gün öyle üzüldüm ki o çantayı almak için her
zamankinden çok çalıştım ve o parayı kazandım. Tekrar dükkâna gidip çantayı
aldım. Heyecanla evin yolunu tuttum. Çantayı bir hediye paketiyle sarıp
beklemeye başladım. Kapı çalınca hemen açtım, bana sarılırken heyecanla “Sana
bir sürprizim var!” dedim. Gözlerini kocaman açtı, bense arkamdan çantayı
çıkardım. Mutluluktan gözleri doldu, “Bir tanecik annem!” deyip boynuma
sarıldı. Öptüm onu, kokusunu çektim içime, “Yavrum!” dedim, “Ah kuzum benim!”…
Okula
giderken zıplayıp duruyor, çantasının da onunla beraber zıplamasını heyecanla
izliyordu. Her akşam onu büyük bir özenle hazırlarken bense bu sırada onu
seyrediyordum. Okula başlamış, ne çabuk büyümüştü…
Bir
gün okuldan dönmesine yakın, pencerede onu bekliyordum. Sokaktan askerler
geçiyordu, çok endişelendim. Bir an önce gitmelerini istiyordum, oğlumu
görmesinler. Ne yapacaklarını kestiremiyordum; aklıma bin bir senaryo hücum
ediyordu. Ancak onlar daha gitmeden, oğlum sokağın başında göründü. Zıplaya
zıplaya geliyordu yine. Kahkahalarla koşuyor, gözünü bana dikmiş şekilde, başka
hiçbir şey görmüyordu. Askerler kafalarını çevirince onu gördüler. Bense koşa
koşa dışarı çıktım. Kalbim çok hızlı atıyordu. Gözlerim istemsizce dolmuştu.
Oğlum gelip bacaklarıma doğru kollarını sardı. Askerler bana baktılar, “Yedi
yaşından büyükleri alıyoruz” dediler, sonra yavrumun kollarından çektiler.
Titreyerek, “Benim oğlum beş yaşında!” dedim, alelacele evden kimliğini alıp
getirdim.
Baktılar,
ama ikna olmadılar. Yedi yaşından büyük çocukları ne yaptıklarını adım gibi biliyordum.
Yediden küçüklere yurtdışında eğitim verip Hıristiyanlaştırırlarken, büyükleri
ise kültürlerini benimsemiş olabilmeleri sebebiyle öldürüyorlardı. Ürpermiştim!
Hem de çok… Oğlumun vuruluşu gözlerimin önüne gelince delicesine haykırdım:
“Hayır, bunu yapamazsınız! O daha çok küçük! Daha büyüyecek benim yavrum,
yapmayın, ne olur!”
Oğluma
sımsıkı sarıldım, fakat bir asker silahın ağır kısmını koluma hızla vurunca
aniden yere düştüm. Ağlıyordum, düşünemiyordum, yalnızca hıçkırıyordum. Oğlum
ellerimi tuttu, sakindi, çantasını çıkardı: “Anne, sen üzülme! Söz veriyorum,
geleceğim. Sen çantamı koru, tamam mı?”
Dudaklarım
titreye titreye “Tamam” dedim, “Tamam bir tanem, bekleyeceğim seni!”.
Son
kez sımsıkı sarıldım sanki ondan bana bir şeyler kalacakmış gibi. Uzaklaştılar.
Çok uzaklaştılar. Gözden kaybolana kadar bana el salladı. Sanki içimden bir
şeyler koparmışlardı. Kalbimi, aklımı… Beni almışlardı benden, gitmiştim.
Yıllar
oldu. On beş yıl… Bekledim, gelmedi.
Neredesin
oğlum? Gözleri gülen oğlum! Şimdi ne kadar uzamışsındır… Kollarınla, seni
sardığım gibi sararsın beni gelirsen… Hem çantan hâlâ evimizin başköşesinde, biliyor
musun? Gelince ellerimden tutup beni sokaklarda çekiştirirsin, bu sefer hızlı
olacağım! Unutmayacak, hep bekleyeceğim seni. Oğlum, güzel oğlum, yaşıyor
musun?