RAB katında meleklere
"Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" denildiği zaman şöyle
sormuştu melekler: “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi
yaratacaksın?”
İnsanlık yerküreye ayak bastı basalı nerede savaş
olmadı ki? Şu yaşlı yerküre sayısız savaşlar gördü, sayısız masumun kanıyla
sulandı toprak. Malum, adres sormazdı kurşun, küçük büyük tanımazdı. En çok da
annelere ve çocuklara/masumlara kan kustururdu savaş. Bir yerde şöyle bir yazı okumuştum:
“Çocukları küçük kurşunlarla öldürürler değil mi
anne?” Ne zaman aklıma gelse bu soru, acı acı yutkunurum…
En şerefli varlıktık oysa biz; amelimizle en sefil olan da bizdik yine. İnsana ne oluyordu da dünyanın bir ucundan kalkıp hiç tanımadığı insanları, çocukları öldürüyordu? Ya da yan yana evlerde yıllarca yaşamış insanlara ne oluyordu da bir gece ansızın komşusunu boğazlamaya kalkıyordu? Neyi bölüşemiyordu? Oysa dünya ne kadar geniş, ne kadar da cömertti. Ve çocukları ne güzeldi dünyanın! Hem hangi çocuk ölmeyi hak ederdi ki?
“Geçen yüzyılın en acı savaşlarından değil,
katliamlarından birini birebir yaşamış olan Emine Şeçeroviç Kaşlı’nın “Kurşunların
da Rengi Var” adlı kitabı, insanın gözlerinden harf harf giriyor da vücudunun
sol yanını felç ediyor cümleleriyle” desem yeridir. Daha ilk sayfalarında şöyle
diyor yazar: “Aşk için ‘Anlatılmaz, yaşanır’ denir ya, savaş da öyledir.”[i]
Umut yoksa bir insanın içinde, o insanın bedenine
verdiğiniz zararla onu bu dünyaya hiç gelmemiş gibi rahatlıkla tarihten
silebilirsiniz. Ama umut denen şeyle her şart ve her zorlukta hayatta kalmayı
başarır insan. Hatta en çok o zaman hayatta kalır. Sayın Kaşlı o insanlardan, o
çocuklardan biri. Yitirmemiş hiç umudunu. O kadar şehit vermişler, o kadar masum
insanı ellerinden almış savaş, ancak umutlarını alamamış.
“Daha da acı olan şuydu: Artık her şey ortadayken dünyanın bu duruma göz yumması. Vurulduğumuzu, aç susuz olduğumuzu, soykırıma uğradığımızı, her gün öldüğümüzü dünya duymak istemedi. Bakar gibi yaptılar ama görmediler. Belki de bu yüzden daha çok inat ettik. Bir anda, kendimizi içinde bulduğumuz savaşı kaybetmemek için inat ettik. Ölmemeye yemin edercesine dimdik durduk. Hiçten her şey yaptık; hiç silah tutmamış insanlardan ordu, su borularından silahlar, mercimekten çorba, börek, kızartma yaptık. Ve son gününe kadar pes etmedik. O kadar ki, o halimizle bile karşı tarafı korkutuyorduk. Sanıyorlardı ki, iki üç ayda savaşı kazanırlar, tüm toprağı ele geçirirler. Düşündükleri gibi olmadı, neye uğradıklarını şaşırdılar.”[ii]
Savaşta çocuk olmak belki de böyle bir şeydi. En
kötüde bile, ölüm kusan kurşunda, bombada bile güzellik görebilmekti belki de
çocukluk bir yandan. Bir yandan da yaşayamamaktı çocuk yıllarını.
“Bilir misiniz, kurşunların da renkleri vardır. Gecenin
karanlığında belli olan, dağın bir tarafından üzerimize hızla uçan rengârenk
kurşunlar… Böyle anlatınca çok da güzel geliyor kulağa. Mavi, kırmızı, yeşil
kurşunlar, geceleri çok net görülen ışık oyunları gibi. Bazen sessizce
oturduğum yerden kurşunları izlerdim. ‘Hangi rengin üzerinde hangimizin ismi
yazılı acaba?’ diye düşünürdüm. Filmlerde gördüğümüz kurşunlar hiç renkli
değildi. Ben de zaten filmde değildim.”[iii]
Savaşta çocuk olmak, aslında daha çocuk yaşta
büyümekti belki de. Hayatın devamı için herkesin belli görevleri olmalıydı.
Hayatta kalmak en önemlisiydi ve kurşunlardan kaçmayı, keskin nişancıları
atlatmayı öğrenmek vardı ilk başta. Savaş olmayan bir ülkedeki kendi
yaşıtlarının anlayamadığı şeyleri büyüklerinin yüzlerinden, gözlerinden
anlamayı öğrenmekti. Sonra mesela aç yatmaya katlanabilmek, aynı yemeği
günlerce yiyebilmek, oyunlarda bile savaşçılık oynamaktı. Bir yandan da çocuk
kalabilmekti bütün bunların arasında…
Ne acı ki, hayat her halükârda devam eder, etmek
zorundadır; pes etmemelidir insan. Savaş da, yıkım da, felaket de olsa devam
etmelidir insan yaşamaya. Elinden geldiğince günlük yaşamına bir düzen
vermelidir. Ne çok görüyoruz, yıllardır savaşın hüküm sürdüğü topraklardaki
insanlar bir yandan her gün yakınlarını, arkadaşlarını, dostlarını toprağa
verirken, bir yandan da varsa okullarına, işlerine ve alışverişlerine devam
ediyorlar silahların, mermilerin ve bombaların gölgesinde.
Bosna’da da aynısı olmuş. Diyor ya yazar “Pes etmedik”
diye, etmemişler, yaşama tutunmuşlar. Öğretmen öğretmenliğini yapmış, öğrenci
öğrenciliğini, anne anneliğini ve baba da babalığını: “Okula başlama zamanım
gelmişti. Okulların neredeyse hepsi kapalıydı. Bu yüzden ilk zamanlar evlerde
toplanıp ders yapılırdı. Bizleri birer kahraman yapan, kahraman bir
öğretmendi.”[iv]
Bosna… Güzel Bosna’da savaş öyle bir hal almış ki,
nasıl bir hınç ise bu, nasıl bir düşmanlıksa insanlığa… Yalnız insanların
canını almakla kalmamış düşman, öyle bir düşmanlık etmiş ki, köprüleri,
binaları, hatta kitapları ve tarihi bile öldürmek istemiş:
“Gerçekten çok kötü bir şey olmuştu, çünkü babam
ağlıyordu. Onu ilk kez ağlarken görmüştüm çünkü.
***
Vişeçnitsa yanıyordu. Kocaman güzel bina alevler
içindeydi. Sayısız kâğıt havada uçuşuyordu; her yer alevler içinde, gökyüzü
duman kaplıydı. Öyle bir manzarayı hayatımda ilk defa görüyordum. O zamanlar o
binanın önemini anlayamamıştım, fakat annem ve babam, sanki çok sevdiğimiz
birini kaybetmişiz gibi ağlıyordu.
Vişeçnitsa, Ortaçağ’dan kalma, çok özel el yazması
kitapların da içinde bulunduğu, eski basım ve daha nice belgelerin korunduğu
1896 yapımı en büyük kütüphaneydi.”[v]
“Kurşunların da Rengi Var”, Emine Şeçeroviç’in gerçek hayat öyküsüdür ve bütün olaylar, yazarın 1992-1995 yılları arasında, Bosna-Hersek’te meydana gelen savaşta yaşadıklarını aktarmaktadır.
Emine Şeçeroviç Kaşlı
Gerçek ismi Amina olan Emine Şeçeroviç Kaşlı (1985),
Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’da doğdu. Ailenin en küçüğü olan Şeçeroviç,
1992 yılına kadar sıradan, mutlu bir çocuktu. O yıl savaşla tanıştı. İlkokula
yeni başlamıştı ve Mayıs 1995’e kadar Saraybosna’da, kuşatma altında hayatını
sürdürdü. Daha sonra Türkiye’ye geldi ve iki yıl kalıp 1997 yılında
Saraybosna’ya döndü. Ortaokul ve liseyi bitirdi, hukuk fakültesini kazandı, ama
2004 yılında İstanbul’a dönerek İstanbul Üniversitesi’nde okumayı tercih etti.
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik
Bölümü’nden 2008 yılında mezun oldu. Aynı yıl Bosna-Hersek’in en eski günlük
gazetelerinden olan Oslobodjenje gazetesinde Türkiye muhabiri olarak çalışmaya
başladı. Bu sırada çeşitli web sayfalarında Türkçe olarak Bosna-Hersek hakkında
yazılar yazdı. 2009 yılında İstanbul Bahçeşehir Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Pazarlama İletişimi ve Halkla İlişkiler Bölümü’nde yüksek lisansa
başladı. Mesleğinde bugüne kadar eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Ahmet Davutoğlu’yla özel röportajlar yaptı. Genç
Boşnaklar Derneği üyesi olan Şeçeroviç, Türkiye’de ilgi toplayan “Srebrenica
8372” projesinde de yer aldı. Şeçeroviç evli olup, Saraybosna ve İstanbul’da
yaşamaktadır.