AHMET Yasin, kardeşi Hiba ile derme çatma yapılmış çadırın önünde oturmuş, birlikte yıldızları izliyordu. Birden ıslığa benzeyen, kulağı sağır edercesine bir ses… Ve bom!
Ardından büyük bir ateş yükseldi uzaklarda. Gelen korkunç sesle Hiba, abisinin kucağına sıçrayıverdi. Kedi gibi büzüldü iyice. Sanki ikisinin de kulakları adeta yerinden çıkmış, geri dönemiyor, hiçbir şey duyamıyorlardı. Gecenin bu saatinde bombalar kim bilir hangi canları parçalıyordu. Sağ kalanlar içinse uyku çok uzaklara düşüyordu.
Başını okşadı Hiba’nın, aldı, göğsüne bastırdı kardeşini. Babasından öğrendiği şiir geldi aklına: “Uzatın ellerinizi kara topraklardan/ Kurşun seslerinden şarkılar söyleyin/ Şuh bestelerden ninniler/ Kurşun seslerinden şarkılar söyleyin/ Dünyalılara bir bir...”
Kardeşi Hiba ile ikisi kalmıştı aileden geriye. Anne, baba ve diğer kardeşler, enkazın altında başlamışlardı cennet yolculuğuna. On bir yaşındaki Ahmet Yasin, kendisi ve kardeşi için yıkıntılar arasından bulabildiği birkaç kıyafeti annesinin eşarbına bohçalamış, aynı sokaktan komşuları ile birlikte Refah’a doğru yola koyulmuştu. O küçük çocuk bir saatte büyümüş, Hiba için koskocaman bir abi oluvermişti.
Refah şimdilik daha güvenli gibiydi. Komşuları Omar amca, karısı, oğulları ve onların kardeş çocukları ile beraber on üç aziz, emanete omuz vermeye çalışıyordu. Şimdi bunlara iki kişi daha eklenmişti. Omar, aynı patlamada üç güzel kızını Cennet’e uğurlamanın hüznünü yaşıyordu. Sonsuza kadar diri, sonsuza kadar mis kokulu çiçekleriydi onlar.
Refah’ta kaldıkları kamp, bulabildikleri ağaç parçaları ile dayanıklılığı muhtelif muşambaların yüreği vatan dolu göçebe bedenlere yuva olmaya çalıştığı yerdi. Burası, “Size bir bahar daha göstermeyeceğiz!” diyen işgalcilerin hayâllerinin kuma gömüldüğü yerdi. Burası, şehit olanların ayakkabılarının olmayanlara dağıtıldığı yerdi. Çadır denmezdi kaldıkları yere ama onlar on beş kişiyi içinde saklayan bu çevirmeye “beyt” diyorlardı. Akşam olunca kapı görevi yapan battaniyeyi kaldırıp çadıra girerken sağlı sollu lavantaların, begonvillerin arasından bir villaya girer gibi hâlleri oluyordu. Onları istemeyenlere bir gün daha kafa tutabilmiş olmanın ve de giden sevgililerine bir gün daha yaklaşmış olmanın huzuru ile ruhlarını bedenlerine yastık yapıp geceye bırakıyorlardı kendilerini.
Ahmet Yasin, evleri bombalanınca salonun caddeye doğru patlayan duvarından çıkmıştı kardeşi ile birlikte. Hiba’yı çıkardıktan sonra hızlıca dönüp, yerde gördüğü telefonu da almıştı. Galerideki fotoğrafların yardımıyla sevdiklerinin yüzünü her gün zihinlerine kazıyorlardı. Yatmadan önce ikisi de hepsine bakar, uykunun kapısını öyle çalarlardı ıslak gözlerle.
***
Hiba birkaç gündür uçurtma yapmak istiyordu, çocuk yüreği savaşa bir türlü teslim olmuyordu. Ahmet Yasin, kendi çocukluğunu yok sayarak onun çocuksu isteklerine gülüyordu. İki kardeş, bulabildikleri poşetlerle pahası yüksek bir uçurtma yaptılar. Bütün sıkıntılarını bu uçurtmaya yükleyip rüzgârı arkalarına alarak onu gökyüzüne gönderdiler. Uçurtma, bulutlarla tanışacak olmanın heyecanıyla süzüldü yükseklere. Hiba, “Abi, bırakayım, gitsin mi?” dedi. Abisi gözleriyle onayladı. Umut gibi tuttuğu ipi koyverdi Hiba. Gözlerini kırpmadan takipteydiler. Masum dört bakış, bir gürültü ile yumuldu aniden. Bomba uçağının gölgesi uçurtmanın üstüne düştü. Ahmet Yasin telefona sarılıp bu anın ve elleriyle alkış tutan Hiba’nın fotoğrafını çekti. Hiba neyi alkışlıyordu, niye alkışlıyordu? Bütün gün o görüntüye bakıp bakıp düşündü. Bunu başka çocuklar da görmeliydi. Beş yaşındaki Hiba’nın gözlerinden görebilecekler miydi? Çektiği fotoğrafı şehit babasının telefonundan paylaştı. Altına da “Biz yarın yüklü çocuklar, bizi anlayan var mı?” diye yazdı.
Çok geçmeden İngiltere’den Robert cevap verdi: “Dostum, bizimle kalın.” Sonra İspanya’dan Maria, “Oyuncaklarımı ve elbiselerimi nasıl gönderebilirim?”; Almanya’dan Emma, “Özgür yılların olsun!”; Güney Afrika’dan Jabari, bir başkan edasıyla, “Filistin özgür olmadan biz özgür olamayacağız” diyordu. Ve Miguel, Adalheida, Andreas, Mathias… Mesajlar durmuyordu.
Robert ile aynı yaştaydılar. Sanki nicedir tanışıyormuş gibi yazışmaya başladılar. Ahmet Yasin, şarjını idareli kullanmalıydı. Fakat sohbet bambaşka yerlere gidiyor, merakına engel olamıyordu. Robert keseli sıçanları çok sevdiğini ve teyzesinin çiftliğinde özel olarak beslediklerini, bazı konularda eğitmeye çalıştıklarını anlatıyordu. Oscar adını verdiği bir tanesini Robert özellikle çok seviyordu. Bu, Yasin’i hayretler içinde bırakmıştı. İnsana sevgisiz bunca katılığa, işgalcilerin bunca barbarlığına karşın fareyi böylesine sevebilen kalbi çok sevdi Ahmet Yasin.
Sahilde oturmuş kumları karıştırırken, dalıp gitti. Denizden kendine doğru gelen keselileri fark edince ayağa fırlayıp kaçmaya başladı. Adım attıkça kuma batıyor, battıkça adım atamıyordu. En önde gelen Oscar, gözlerini ona dikmiş bakıyor; o da gücü yettiğince bağırıyor ama sesini kimseye duyuramıyordu. Boğulur gibi bir hisle gözünü açtı. Baktı ki ne Oscar var, ne de kum. Terden sırılsıklamdı. Kıpırdarsa Hiba uyanır diye öylece kalıp rüyayı düşünmeye başladı. Babası, “Sabah namazına yakın rüyalar çok anlamlıdır” derdi. Neydi acaba bunun anlamı? Tekrar uyumaya çalışırken, Musa dedenin ezanı duyulmaya başlandı.
Kampın ta öbür ucundaki yaşlı bir adam, cılız sesini seher yeli herkese ulaştırıyordu. Kalktı, içindeki sıkıntıyla sahile doğru yürüdü. Gün doğumunu deniz kenarında beklemek rahatlatıyordu onu. Dalgalar ipek gibi tarayarak ruhunun tahammülünü arttırıyordu adeta. Robert’e rüyasını anlattı. Ona da çok ilginç geldi rüyası. Robert, keselilerin yüzdüklerini biliyordu; hatta bir miktar havalanıp uçtuklarını da. Ahmet Yasin, hayvanları hangi konuda eğittiklerini sordu. Robert, “Memelerinin üstünde cebimsi bir deri çıkıntısı var. Buraya koyduğumuz kâğıt parçasını istediğimiz noktaya götürmeleri için eğitiyoruz. Teyzem arama kurtarma ekibinde. Bu Oscargillere termal kamera takıp enkaz altlarına göndermeyi plânlıyorlar” diye uzun uzun anlattı. Onlar yazışırken attığı fotoğrafa çok farklı ülkelerden, adını hiç duymadığı yerlerden mesajlar gelmeye devam ediyordu.
Keseli merakı, bilgiye ulaştıkça artıyor ve Ahmet Yasin’i mutlu ediyordu. Yine sahilde otururken Oscargillerin gelişlerini hayâl etti. Çok iyi kemiriyorlardı. İşgalcilerin metal olmayan her şeylerini kemirebilirlerdi. Ama işgalciler fark ederlerse yaşatmazlardı. Yüzü düştü bunu düşününce. Denize bir taş fırlattı, az önce yaptığı kumdan kaleye bir tekme attı; bağırmak geldi içinden, sağa sola baktı, epey uzakta duruyordu kamptan. Elleriyle kulaklarını sıkıca kapatıp bağırdı, bağırdı. Tâ ki yere yığılıncaya kadar… Denizden cevap gelmeyeceğinin farkındaydı. Ya denizin ötesinden?
Kemirgenlerin zarar görmemesinin yollarını araştırmaya başladı. Kuma bulanınca kafa tüylerinin zehir ürettiğini okudu. Burada yer gök kumdu. Bunu çok rahat yaparlardı. Aylarca susuz ve aç kalabiliyorlardı. Bunları Robert’le paylaştı. İkisi de öğrendikleri her şeyden mutlu oluyor ama bunu nerede kullanacaklarını hiç bilemiyordu. Robert çok hızlı ürediklerini ve her doğumda sekiz on kadar doğurabildiklerini de söyledi.
Hiba, abisinin bir şeylere heyecanlandığını fark ediyor ama onunla oyun oynamadığı için kızıyordu. Abisinin yine sahile doğru gittiğini görünce, “Güneş saçımı acıtıyor, kumlar ayağımı yakıyor” diye bastı feryadı. Günlerdir orda değillermiş ve de kuma ilk kez basıyormuş gibi ağlıyordu. Döndü Ahmet Yasin, sımsıkı kucakladı onu, elini kafasının üstüne tutup, “Ben sana gölge olurum” dedi. Az önce bağıran o değilmişçesine kıkırdıyor, her bir gamzesi pembe bir gülü andırıyordu. Hiba, “Biliyor musun, annem de bu sabah sarıldı bana” dedi. Abisi, “Bakayım kokusu kalmış mı?” deyip bir daha sarıldı kardeşine. Elinden tuttu, birlikte yürüdüler.
Ahmet Yasin düşünüyor, Hiba da küçük küçük kum yığınları yapıyordu. Hiba, “Kaç tane olmuş, sayar mısın?” dedi, abisi duymadı. Hiba “Abiiii!” diye bağırınca kendine geldi. Birlikte saydılar. Ahmet Yasin, “Bunlardan daha çok yapsak, Oscar ve arkadaşlarını koruyabiliriz” diye bağırdı. Sanki bir dağı alıp başka bir yere koymuş gibi mutluluk kapladı içini. Robert ile bunu konuşması lâzımdı. Ne var ki, internet uyarı verdi. Bugüne kadar dünya ile bağını babacığı sağlamıştı. Ya genel internete bağlanmak için bir yer bulmalıydı ya da sınırdan e-SIM kart almalıydı. Arkadaşına, ona bir süre erişemeyeceğini yazdı.
Ortada olup biten bir şey yoktu ama sanki bir akışa doğru itiliyordu. Arkadaşıyla her konuşması, adını koyamadığı, nasıllığını bilemediği bir merdivene çıkışın basamağı gibiydi. Robert, “Dostum, burada ben ve arkadaşlarım sizin için araştırdık. Sen dâhil, isteyen tüm arkadaşlarına QR kodu göndereceğiz. Siz kodu okutunca bizimle olacaksınız” demişti. Bu haberden elleri titriyor, gözleri dipsiz bir tünelde ışık görmüş gibi parlıyor, sevincine şahit arıyordu Ahmet Yasin. Cihazın şarj uyarısı ile sevincinin voltajı çabuk düştü. Bunu unuttuğu için çok kızdı kendine. Hâlbuki gündüz bayağı rüzgâr vardı. Kampta altıncı sınıfta okuyan bir yavrunun imkânlarınca yaptığı rüzgargülü ile aydınlanıyor, cihazlarını şarj edebiliyorlardı. Buna bile öyle geç ve öyle zorlukla ulaşabilmişlerdi ki küçük büyük hepsini çok sevindirmişti. Ahmet Yasin, olmayana üzülmeyi çoktan bırakmıştı. Plânlarının üstünden geçerken uykuya daldı.
***
Sabah aklından geçenlerin kafasına ağır geldiği hissiyle uyandı. Olabilir miydi? Bütün bu işgalcilerin gücünü kırabilirler miydi kemirterek? “Nemrut’un ölümüne bir sineği sebep kılan Allah, neden bize de yardım etmesin?” diye iç geçirdi. En azından kıyamet günü hayâllerini mazeret olarak sunabilirdi. Kendisine mesaj yazan çocukların ülkelerini, yaşı kendilerine yakın olanları kaydedip öğle namazını kıldı.
Robert kilometrelerce uzakta kahvaltısını yaparken, Ahmet Yasin yazmaya başladı: “Avrupa’dan bize kadar olan bütün ülkelerden topladığımız keselilerle saldıracağız. Biz de burda yeleli fareleri toparlayıp çoğaltacak, onlar için küçük kum yığınları hazırlayacağız.”
Robert: “Teyzem bize yardım edecek. Oscar ve yüz arkadaşını mavi beyaz renkli gördükleri her şeyi kemirmek üzere eğitecek. Bu eğitimli olanları kırmızı, yeşil ve beyaza boyayıp öncü olarak kullanacağız ve boyalar kalıcı olacak. Bu renkler suya girince silinmeyecek.”
Ahmet Yasin: “Sizinkilerin bize ulaşması iki ayı bulur diye düşünüyorum. Bu arada, isteyen çocuk kardeşlerimizi de işgalcinin üç tarafına yerleştirebilirsek, kırarız bu zincirleri inşaallah…”
Aklındaki bütün detayları serdi kumların üstüne. Kuma düşen belli belirsiz gölgeler annesinin kaşı gözü gibiydi ve adeta ona gülümsüyordu. Bu sıcak gülümseyiş, içindeki tereddütleri yaktı geçti.
Ahmet Yasin, çadır okulu ziyaret edip çocuklarla konuştu; aslında onlar ne derse desin yapacaktı aklındakini. Ama onlar da dâhil olsun istiyordu. Bazısı çok saçma buldu, bazısı da ne kadar zorlarsa zorlasın hayâl kuramıyordu. İşgalciye duydukları öfke hayâllerini öldürmüştü, canlandıramıyorlardı. Ama yine de bir yol varsa gidilmeli, çıkarsa bir kapı çalınmalıydı. “Zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmayanlar”, savaşta ölür ve yok olurdu. Yaşı kaç olursa olsun, buradakiler için özgürlüğe verilecek bir tek “can” vardı, o da kaybedilmiş olmaz, verdikçe kazanılırdı.
Ahmet Yasin, kamptaki bütün çocuklara ulaşmak istiyor, ziyaretler yapıyordu. Yürürken yolun kenarında ağlayan bir kız gördü. Uzun kirpiklerinden akan hüzün yağmuru köpeğinin yüzünü ıslatıyor, başından aşağı süzülüyordu. Önce kızın köpeğinin öldüğünü zannetti. Göğsünün inip kalktığını görünce anladı yaşadığını. Usulca yanına çöktü. Küçük kız, “Karnı aç, ondan böyle” dedi. Kızın yüzüne baktı, ne kadar da soluktu. “Sen bir şey yedin mi?” dedi. Kız başını göğsüne doğru gömüp sustu. Bedeni o kadar cılızdı ki güneş vursa içi görünecek gibiydi. Ahmet Yasin anlamıştı durumu. Hem bu zarif yüreğe, hem köpeğine bir şeyler bulmaya çalışacaktı.
Omar Amca dışarıdan gelen yardımları dağıtan sivil bir oluşumla çalışıyordu. Az çok onlara da bir şeyler getiriyordu. Eli boş geldiği günler dışarıda ateş yakar, başlardı marş söylemeye. Onlar da anlardı bu gece aç uyuyacaklarını. Hüsnü kabul ile katılırlardı şiirlere. Bu kızcağız ve köpeği için de Omar amcadan bir şeyler isteyecekti.
***
Hazırlıklar tamamlandığında, Oscar ve ekibinin yol haritası da belliydi artık. Robert plânı bütün ilgililerle paylaştı. İngiltere’den yolcu edilecek, Fransa’ya geçip sonrasında yeni katılacak olanlarla İspanya’da dinleneceklerdi. Oradaki gönüllü çocuklar beslenmelerini sağlayacaktı. Cebeli Tarık Boğazı’ndan Fas sahillerine ulaşılacak, burada da mola verilecekti. Cezayir, Tunus, Libya ve Mısır derken Gazze sahillerine varacaklardı. Tüm bunlar büyük bir gizlilikle yapılacaktı.
***
Oscar ve arkadaşları etrafta gemi filan olmazsa yüzeye yakın yüzüyor, o sıralarda denizin üstüne sanki kocaman bir Filistin bayrağı açılıyordu. Çok yorulduklarında havada süzülüyor, sonra tekrar dalıyorlardı. Kıyıya yakın yerlerde onları gören keseliler de kendilerine katılıyordu. Belirlenen sahillerdeki çocuklar mavi beyaz flamalarla onları kumlara çekiyor, orada besliyorlardı. Robert ve Ahmet Yasin’e anbean bilgi veriyorlardı.
Oscar ve sayısı yüz binlere varan arkadaşları, Mısır sahillerinde kendilerini bekleyen çocuklarca beslenmeye alındı. Bu sırada dünyanın dört bir yanından gelen elleri özgürlük kokan çocuklar da hazırlardı. Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin tarafındaki çocuklarla birlikte İsrail tarafında da haber bekleyenler vardı. İçeride zehir üreterek işgalciyi etkisiz hâle getirecek yeleli ekip de hazırdı. Ahmet Yasin, irice olanına “Mansur” ismini verdi. Mansur ile bol bol vakit geçirip kendine iyice alıştırdı. Mavi beyaz renge saldırma eğitimini özenle ve sabırla verdi.
Bir Cuma sabahı Oscar önde, ekibi ve diğerleri arkada, denizden çıktılar Gazze’ye. Gazzeliler kenarlara çekilip yol veriyorlar, işlerini kolaylaştırmaya çalışıyorlardı. İşgalciler kendilerine doğru hızlıca gelen bayrakları anlayamadılar. Sağa sola kaçışanlar, ayaklarını kaldırıp kurtulmaya çalışanlar... Ama Oscar ve ordusu hız kesmeden saldırıyor, önlerine geleni kemiriyorlardı.
Durumu kavrayan askerler hemen toparlanıp silahlara davranıyorlardı ki devreye Mansur ve dostları girdi. İşgalcilerin yüzüne doğru uçuyor, nefes alan askerler zehrin etkisiyle yere yığılıyorlardı. Kemirme sesini saymazsak, sessiz bir ölüş çoğaltıyordu ilerleyen saatler. İşgalciler sarıldılar telsizlere. Merkezden gelen çağrılar yanıtsız kalıyor, ne bir görüntü, ne de bir dönüş alabiliyorlardı. Şok dalga dalga yayılıyor, zalimlerin akıl şirazelerini zorluyordu.
***
Gazzeli yavrular gruplar hâlinde sınırda bekleyen çocukları karşılamaya gittiler. Ahmet Yasin, ta uzaktan tanıdı Robert’i. Yanına varıp alnından öptü onu, “Başardık habibi!” dedi.
Çocuklar ellerinde ülkelerinin bayrakları ile gruplar hâlinde yürüyor, meydanlardan alışık oldukları “Leve Palestine” diye bağırıyorlardı. Gazzeliler ağladıkça gözleri aydınlanıyordu. Ahmet Yasin, kalabalığı daha boş alanlara çekiyor, yerdeki askerlerin çiğnenmesini engellemeye çalışıyordu. Düşman askeri de olsa çiğnemek doğru değildi.
İşgal merkezi öncü şoku atlatır atlatmaz hemen bomba uçaklarını Gazze’ye gönderdi. Keşif uçakları aşağıda müttefik oldukları ülkelerin bayraklarıyla çocuklarını tesbit edince uyarı verdi. Uçaklar havada dönüp durmaya başladılar. Merkezde ateşli tartışmalar başladı. Bir grup hepsinin acilen temizlenmesinde ısrar ederken, diğer grubun başkanı ise “Bunu kimseye anlatamayız” diyordu. Gittikçe yükselen sesleri bir çocuk sesi bastırdı. Avaz avaz bağıran sesin sahibi, üç kardeşi Gazze’ye destek için giden Yakob’du. Hepsinde soğuk duş etkisi yapan konuşmasının ardından uçakların geri çağrılma emri verildi.
Gazze semalarını sadece küçüklerin değil, büyüklerin sevinç çığlıkları da doldurdu. Ahmet Yasin hamd ederek konuşmaya başladı. Sık sık tekbir sesleriyle sözleri kesiliyor, ümmet senfonisi yeri göğü inletiyordu. Bir ara babasının elini hissetti omuzlarında. “Biz kurşun seslerinden şarkılar söyledik. Siz özgürlük şarkısı yazdınız evlat” diyordu. Hemen arkasına döndü ama kimse yoktu…