
MODERN toplum olma icab(d)ı gereği pürtelaş koşuşturmalarımız sebebiyle
ardımızda bıraktığımız manzaraya göz ucuyla dahi bakacak vaktimiz yok. Arkamızda
bıraktığımız enkaz ile geleceği inşÂ edeceğimizi zannediyor, neyin mücadelesini
veriyoruz, onun bile farkında değiliz.
Yoğunluğumuzu, yorgunluğumuzu,
vurdumduymaz bu koşuşturmacayı marifetten sayıyor, duygusuz VE ötekinden
habersiz kaybettiğimiz ve kaybetmekte olduğumuz değerlerden bîhaber, “teknoloji”
dediğimiz çağın yeniliğinin en kötüsünü alıyor, istemeyerek de olsa
çocuklarımızı da nasiplendiriyoruz. Oysa bu durumdan her daim şikâyet ediyor, egomuzu,
nefsimizi, zaaflarımızı pompalayıp cilalamak uğruna defaatle tekrara düşüyoruz.
Modernitenin her gün yaşam
biçimimizi değiştirmesine aldanarak kendimizin de değişip geliştiğine kanıyoruz.
Maddî değeri olmayana kıymet vermeyen bireylere dönüşürken, çocuklarımızı da
aynı handikabın içine çekiyoruz.
Modern zamanın en modern
getirisi ise bizlere, hiçbir şeye (kendimize, eşimize, çocuğumuza, dostumuza) vaktimizin
olmayışı, yaşanan kırgınlık ve problemleri zamana yaymak ve zamanın her şeye
ilaç olacağı inancına varıp anı yaşamaktan kaçmak. Aynı ülkede, aynı mahallede,
aynı evde iletişim kurmadan, birbirimizin sızısından bîhaber hâlde kalıp yaralarına
merhem olmadan, incinen bir kalbi onarmadan, suçu da, dermanı da hep zamanda
aradık. Oysa zaman hepimiz için aynı akıyor; kimimiz seyrederken zamanın
içinde, kimimizse mutluluğu, neşeyi, kederi dijitalde seyretmeyi yahut
seyrettirmeyi tercih ediyoruz. Dijital yöntemlerle duygu durumumuzu izah etmeye
çalışırken, neyse ki parmağımızı oynatacak vakti de, mecali de kendimizde buluyoruz.
Büyük annelerimizin, babalarımızın
teknolojiden, bilimden ve moderniteden uzak insan gücüyle geçimlerini
sağladıkları, gaz lâmbası, mum yahut çıra ile aydınlandıkları elektriksiz,
susuz zamanlardaki imkânsızlıklarını dinlerken tüm dünyalarının evlerinin
içinden ibaret olduğunu gördüğümüzde hayrete düşüyoruz. “Nasıl yaşadılar
elektriksiz, susuz (taşıma su), televizyonsuz, (en çok merak edilen ise
çağımızın oksijeni olan) internetsiz?” diye şaşkınlığımızı giderecek yanıt
arıyoruz kurdukları her cümlede.
Şimdi dünya avucumuzun içinde;
bilim insanları, doktorlar, diyetisyenler, psikiyatrılar hepsi bir tık
ötemizde. Tüm imkânları avucumuzun içine konduran teknolojiyi-bilimi bu noktaya
getiren-geliştiren insanın neden ruhu bedeninin gerisinde kaldı? Tarihte
yaşanan savaşlar, adaletsizlikler dün-bugün hâlen yaşanırken, geçmişe esefle
bakamamamızın sebebi, teknolojinin insana değil, insanın ziyadesiyle teknolojiye
hizmet etmesinden kaynaklandığının kanıtıdır.
Modern dünyanın ibadethanesi
sayılan iletişim teknolojilerindeki gelişme, ironik bir şekilde
iletişimsizliğimizi artırıyor. Özellikle de toplumun en önemli birimi olan aile
üzerinde oluşturduğu olumsuz etkilerini görüyor ve yaşıyoruz.
Özellikle sosyal ağların gereğinden
fazla ve ihtiyaç dışı kullanılması, evlerde kitap okuyan ebeveyn sayısının yok
denecek kadar az olması, fikirce, ahlâkça, ruhça insanın çağın çok gerisinde
kalmasına ya da olduğu yerde saymasına sebebiyet veriyor. Yaşantımızla paralel
ilerleyen sosyal ağlar, toplumun temel dinamiği olan aile yapısını dejenere etmekle
beraber, bireyler arası iletişimin sanal âleme taşınmasıyla geleneksel ve
kültürel yapımızı yok etmeye ant içmiş bir düşman gibi toplumu içten içe kemirirken
kendine bağımlı kılmakta da hayli başarılı bir potansiyele sahip.
“Benim sevincim, benim kederim,
benim arabam, benim evim”… Tek kutsalımızın “ben” olduğu, bizi “biz” olma
şuurundan uzaklaştıran, insanın egosunu besleyen, önümüze her dakika yeni
oyuncaklar koyan, bizi manevî değerlerden alıkoyan teknolojiyi kendimize hizmet
ettirmeyip ona itaat ederek boyun eğmeye devam ettiğimiz sürece, arama
motorlarında içine düştüğümüz boşluktan kurtulmanın yollarını arayacağız. Hâl
böyle olunca, kendilerine put yapıp ondan medet uman kavimlerin durumuna
düşmekten öteye geçemeyeceğiz.
Ruhsuz bedenlerimize teselli arayışından sıyrılıp, kendimizi, en elzem ihtiyacımız olan ruhumuzu bulduğumuzda, aile içinde, toplumda ve ülkemizde yaşanan “sen-ben” kaosundan kurtularak biz olma şuuruna varacak, birbirimizle büyüyecek, birbirimizle gelişeceğiz. İşte o zaman uyanacak ve bozacağız kurgunun içindeki saklı oyunları!