“Nur yolunu tıkıyor yüz bir
katlı gökdelen.
Bir küçük iğne yok mu şehrin kalbini
delen?”
***
HER
şehir kendinde ağırladığı insanın rengine bürünürken, nesiller, tarihin
izleriyle şekillenmiş şehirlerin mimarî dokusundan, kültürel kokusundan,
coğrafî konumundan etkilenir.
Her insan, yaşadığı şehre benzer biraz. Çünkü ayakları
adımladığı yollarla, gözleri şâhit olduklarıyla, kulakları işittikleriyle,
elleri dokunduklarıyla, burnu kokladıklarıyla türlü çeşit menkıbenin içinden
geçer.
Masmavi gökyüzünü seyreden, yeşil yaprakların raksını dinleyen
ve toprak kokusunu teneffüs eden insanın kalbi, sevmek ve vermekte toprak kadar
cömerttir. Estet normların doruk noktası olan kâinattaki asla tekrarı olmayan
muhteşem sanatı her gün seyrederek varoluş serüvenini tanımlayan ve tamamlayan
insan ruhu, hoyratlık ve hırçınlıktan hicap eder.
Fakat son demlerde, beton yığınları arasına hapsolmuş ve de
sefer tası hükmündeki binalar içinde sıradanlaşarak sıkışmış insan ruhu ve
kalbi günbegün yalnızlık tuzağına düşerek bencilleşiyor. Ki büyük şehirlerde,
modern zamanların şehirleşme anlayışına duçar olmuş kasabalarda, köylerde
insanlar, aslî kodlarının barındırdığı paylaşımcılık ile menfaatlerini koruma
çabası adına bencillik arasında medcezir yaşıyor.
İbret verici bulurum ki, Âlemlerin Rabbi Allah (cc) kâinatı ve
kullarını halk ederken, sanatta “yumuşak hat” olarak ifadelendirdiğimiz kürevî
çizgilerle şekillendirmiş. Yaratılmış her ne varsa hiçbirinin aslî normu köşeli
değil. Ve sonsuzluğa işaret eden dairevî çizgilerle tezyin edilmiş her bir şey…
Gökyüzüne bir bakın, Güneş, Ay... Fezâda her bir şey kürevî...
İçinde yaşadığımız Dünya kürevî… Çünkü âdemoğlu Bezm-i Elest’ten kıyamete,
dairesini tamamlama imtihanıyla mükellef!
Bir de insanın, tüm cüretkârlık ve küstahlığı ile bu estetik, bu
yumuşak, bu zarif ve lâtif yaratılış üslûbuna meydan okurcasına icat ettiği,
imar ettiği ve ürettiği köşeli nesnelere bakın… İlk bakışta gözümüze çarpan
objeleri, normları bir çırpıda saymaya kalksak, muhtemel, bu sayfaya
sığdırmamız mümkün olmayacaktır. Fakat birkaçını yazıverelim: İçinde
yaşadığınız binanız, odanız, masanız, bilgisayar ekranınız, sehpanız, kapınız,
camınız ve yaşadığınız şehrin sokaklarının, caddelerinin iki yanını soluk
almaksızın dip dibe kuşatmış apartmanlarınız…
Bunca köşeli nesne arasında ruhumuz nasıl hırçınlaşmasın? Nasıl
birbirimize tahammülümüz kalsın?
Yukarıda, “Her insan yaşadığı şehre benzer biraz” deyişim
bundan. Gökyüzünden mahrum bırakıldığı, AVM’lere tıkıldığı, yumuşak normlardan
uzaklaşıp keskin ve köşeli objeler arasında ruhların örselendiği şehirlerin
insanı, artık eskisi kadar hassas ve zarif de değil.
Biz modernleştikçe, kare, dikdörtgen binalar göğe yükseldikçe,
estetikten yoksun üst geçitlerin altından geçip izbe ve basık otoparklara
mecbur edildikçe, hâsılı kâinatın lâtif lîsanını duymaktan uzaklaştıkça,
hırçınlığımız, hoyratlığımız ve tahammülsüzlüğümüz artmaya devam edecek.
Ve bizler âhir zaman inananları olarak şehirleri, kendimizi ve
nesillerimizi taşıyıp ağırlayan beldeler olmaktan çıkarıp hamallığını yapmaya
devam edeceğiz.
Hâlbuki her şehir, iman edenler için İbrahimî bir duânın
hatırlatıcısıdır. Zira Vahy-i İlâhî Hazreti İbrahim’in, “Hani İbrahim demişti
ki, ‘Rabbim! Bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak
tut’” (14/35) duâsını hatırlatır bizlere.
Bu duâ, üzerine kasem edilmiş mukaddes belde Mekke’ye yüzünü
dönen ve Kâbe’yi kıble bilen mü’minler için yaşadıkları şehrin emniyet ve
güveninin hayatî olduğunun, soluk aldığımız beldelerde inançlarımızın
şekilleneceğinin işaretidir.
Bu işaret ki, “Rabbim Allah, Resulüm Hazreti Muhammed Mustafa
(sav)” diyenlerin, yaşadıkları şehrin önce kendileri, sonra nesilleri için
İlâhî Mâkâma münacat ve müracaatta bulunmanın rehberidir.
Aksi hâlde, “mış” gibi taâtlerimiz, ruhumuz üzerinde hegemonya
kurmuş binaların gölgesinde tapınmalara dönüşme tehdidiyle karşı karşıya kalacaktır.