SON aylarda Türkiye’deki ekonomik konumlanmanın hangi pozisyonlarda olacağı konusunda çok yönlü tartışmalar yaşanıyor. Bu tartışmaların doğrusu bir ortası mevcut değil. Macaristan Başbakanı Victor Orban’ın “Kasım” ayına dikkat çeken konuşması ile Sırbistan Cumhurbaşkanı Alexander Vucic’in Avrupa’nın topyekûn bir savaşa sürüklendiğini belirtmesinin ardından Dışişleri Bakanımız Hakan Fidan’dan “Üçüncü bir dünya savaşı yaşanabilir” şeklindeki çıkışı, eşiğinde bulunulan şeyin ne olduğuna dair çeşitli komplo teorilerinin gelişmelerine neden oluyor.
Doğrusu bu komplo teorileri üzerinden dünyada neler olacağına kilitlenmek yerine ne olmaması için çalışmanın daha faydalı olacağına inanıyorum. Bu yüzden hazırladığım dosyada tespit-teşhis-tedavi ilkesine uyarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve toplumu olarak nasıl bir program işletmemiz gerektiğine dikkat çekmek istiyorum.
“1929 Bunalımı” diye de bilinen Büyük Buhran, ABD’de borsanın çökmesinin sonucu olarak algılanır.
Dünyanın Külkedisi masalı
Amerikalılar, boksör James J. Braddock’a haklı olarak “Cinderella Man” demişlerdi. Braddock, ağır sıklette ABD’de yüksek sükse yaparak ismini duyurmuş önemli bir boksördü. 1929 yılında kopan “Büyük Buhran” adlı ekonomik krizle birlikte çok kısa bir sürede bütün kazanımlarını kaybetmişti. Unvanları da bir işe yaramıyordu. Sakat kolu nedeniyle iş bulmakta çok zorlanıyordu. ABD’de yıllarca süren sefalet onu da vurmuştu. Derken eski menajeri, tek maçlık bir oyuna çıkması için aracı oldu. Braddock, kazandığı bu maçla tekrar gündeme geldi içinde bulunduğu zor durumdan ailesiyle birlikte çıkmayı başardı. Amerikalılar ona, zor günlerini unutmayıp muhtaçlara ulaşarak yaptığı yardımlardan dolayı “Cinderella Man” lakabını takmışlardı.
Türkçeye “Külkedisi” diye çevrilen (çünkü masal bir Avrupa halk edebiyatı ürünüydü ve asıl adı “Aschenbrödel” yani doğrudan “kül kedisi” idi) ve “Cinderella” adlı masalı biliyorsunuz. Braddock’a bu masalın isminin kalap olarak verilmesinin nedeni, bir sosyolojinin ürünü. Zira Büyük Buhran ile bir gecede zenginlikten yerini yoksulluğa terk eden hayatlara şahit olunmuştu. Ve Braddock, bu durumun en somut delillerinden biriydi. Cinderella da bir geceliğine soylu bir vakit geçirmişti. Gecenin sonunda o soyluluktan hiçbir şey kalmamıştı elinde.
Masalın bizim için en can alıcı noktası şurasıdır: “Peri, Külkedisi’ne yardım etmeye karar vermiş. Hemen bir balkabağı istemiş ondan. Külkedisi balkabağını getirince, peri kızı sihrini göstermiş. Balkabağı, çok güzel bir at arabasına dönüşmüş. Tabiî bir de at gerekmiş; bunun için de fare getirmesi lâzımmış Külkedisi’nin. Hemen koşup altı tane fare yakalamış. Peri kızı, bir dokunuşuyla bu fareleri çok güzel atlara çevirmiş. Bir de uşak lâzımmış birkaç tane. Altı kertenkele yakalayan Külkedisi, bunları periye getirmiş. Peri kızı, sihrini yaparak kertenkeleleri Külkedisi’nin sadık uşaklarına çevirmiş. Sıra Külkedisi’ne gelmiş. Peri kızı ona dokunduğunda Külkedisi çok güzel bir elbise giyinmiş halde görünmüş ve daha da güzelleşmiş. Saçı toplanmış ve ayakkabıları parlamış. Peri, Külkedisi’ne sıkıca tembihlemiş: ‘Saat gece 12 olmadan önce eve dönmen gerekir. Saat 12’de bütün sihir bozulacak!’”
“Can alıcı nokta” dedik ya, masalın teması iyi insanların çile çekseler bile nihayet ve mutlaka iyi mükâfatlarla karşılaşacakları değil, bilançoda insanın ne hâlden ne hâle gelip ne hâlde kalacağı. Bu masalı bu minvâlde iki nesneyi ayrı versiyonlarda odağa koyarak değerlendirmemiz gerekir. Birinci versiyondan bakıldığında ilk nesne Külkedisi’dir. Yoksuldur, berbat hâldedir, bir geceliğine haz yaşar fakat her haz gelip geçicidir. O mutlu hâlde kalamaz. İkinci versiyondan bakıldığında ise nesne balkabağı, fareler ve kertenkelelerdir. Bu, daha incitici olanıdır. Balkabağına “Sen evsin, arabasın, her tarlada büyüyebilen alelâde bir sebze değil, lüks ve zor ulaşılabilen bir hedefsin”, fareye “Sen diğerlerinin hoşlanmadığı bir kemirgen değil, asil bir atsın”, kertenkeleye ise “Artık sürünmeyeceksin, uşak olarak bir ücret bile kazanacaksın” deniliyor ve saat gecenin 12’sine vurduğunda balkabağı “alelâde” olduğu, fare “kemirgen ve tiksinti verici” olduğu, kertenkele ise “her şekilde süründüğü” gerçeğini fark ediyor.
Buradan bakınca, sizce bu masalda en çok kime yazık?
İşte Büyük Buhran öncesinde ABD ve Avrupa, yerleştirdiği sistemin konforlu bir şekilde işlediğine olan güveniyle sınırlarını zorlamıştı. Evler ve arabalar büyük bir lükstü ancak herkes bu lükse ulaşabileceği ve zenginliğini bunlarla yükseltebileceği düşüncesiyle bu alelâde varlığa çok yüksek değerler atfetmişti. Bir balon şişiyordu. Yoksulluktan tiksinen bir sınıflanma içgüdüsü, işçi tabakasını dahi sarmıştı.
Büyük Buhran döneminde yönetimin istikrarsız ve bilinçsiz yaklaşımı işliyordu ABD’de. Hükümet, altına bağlı olmayan para basmayı reddetti, sıkı para politikası izledi ve piyasada para bulunmayınca ekonomik faaliyetin durmasıyla reel sektör küçüldü. İşsizlik tavan yaparken dolaylı olarak kişi başına gelir azaldı.
Teknik plânda Büyük Buhran’a şöyle bakmak mümkün:
Büyük Buhran en çok sanayileşmiş şehirleri vurmuş, şehirlerde büyük işsizler ve evsiz patlamasına yol açmıştır. Bunalımdan etkilenen birçok ülkede inşaat faaliyetleri durmuş, tarım ürünü fiyatlarındaki yaklaşık yüzde 41’lik düşüş ise çiftçiyi ve köylüyü olumsuz anlamda etkilemiştir. Madencilik bitme noktasına gelmiştir.
“1929 Bunalımı” diye de bilinen Büyük Buhran, ABD‘de borsanın çökmesinin sonucu olarak algılanır. Tamam ama borsanın çöküşü nedendir?
Büyük Buhran, dünyada 50 milyon insanın işsiz kalmasına, yeryüzündeki toplam üretimin yüzde 42, dünya ticaretininse yüzde 65 azalmasına sebep olmuştur.
Aslında Büyük Buhran, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarından biridir ama bunu fark etmek zaman almıştır. Zira dünyanın en çok üreten devletleri savaşmış, dünyanın en büyük ekonomileri bu savaşta büyük maliyetlere katlanmıştır. Kaldı ki en büyük maliyeti Osmanlı Devleti ile Almanya ödemiş, savaşı kazanan İngiltere ve ABD ise savaş boyunca sıktıkları ekonomilerinin bir tür sinir boşalmalarını yaşamış, her alanda yükselen fiyatlar başlangıçta savaş galibiyeti heyecanıyla hissedilmese de dengede ilerlemeyen üretim, dengede ilerlemeyen ihracat ve ithalat galipleri dahi fevkalâde etkilemiştir.
Savaş sonrası ABD’den aldığı borçla yeniden kurulan altın standardıyla değer kazanan İngiliz parası (pound), İngiliz ihracatının azalmasına da sebep oldu. Daha az ihracat, daha fazla altının ülkeden çıkışına ve dolayısıyla yeniden borçlanmaya nedendi. Osmanlı Devleti sonrası Osmanlı’nın borçlarını üstlenen Türkiye, doğrudan eski kredilerin Duyun-u Umumî’ye bağlanmasının yanında bir de savaş tazminatı şoku altına girmişti. Almanya da bu savaş tazminatı bedeline katlanacaktı. Almanya bunu atlatmak için para basarak ABD’ye ödeme yoluna gitse de ABD bu ödemeyi kabul etmedi. Almanya, adeta ellerinde patlayan bu bomba tipi finans sorunu nedeniyle hiperenflasyon devresine girdi.
Osmanlı Devleti’nin bakiyesi olan alanlarda kurulan ülkelerin her biri savaş sonrası İngiliz ve Fransız tahakkümü altında yeniden imar sürecine girip haraç öderken, Türkiye Cumhuriyeti, merhum Vahbi Koç’un anlatımından yola çıkarsak Yahudi, Ermeni ve Rum’un sermayesinin eline terk edilmiş bir açlıkla boğuşmaya başlamıştı.
İslâm’ın bayraktarı Türkiye’yi bir sonraki sürece bırakan galipler, en azından kendilerinden olan Almanya’yı ise bu tazminat konusunda ABD’nin eline bırakmışlardı. Almanya’daki yüz yıllık ABD varlığının temeli sayılan bu yeniden yapılanması sürecinde ABD Almanya’ya kredi verecek, Almanya da sözde ödemiş olduğu tazminatı aslen kredi olarak misliyle ödeyecekti.
Büyük Buhran’ın merkezi olan ABD ise 1924-1929 yılları arasında yüzeysel bir konuma yerleşerek ihracat fazlası ile dünyanın en büyük bankeri hâline gelmişti. Ülkede gayrimenkul, otomobil, elektrikli makineler ve dayanıklı eşya sektörü endüstri boyutunda büyüdü. Dolayısıyla ABD’de üretim ve de istihdam oranı çok yüksekti. Enflasyon da stabildi. Halk büyük oranda refah sahibiydi. Konfor ve rahatlık mevcuttu. Bu konfor ve refah, daha fazla lükse sahip olmak isteyen beşerî istekleri hırs boyutuna yükseltmişti. Ülkede üretimin yeterli ve hatta fazla olduğuna kani olan toplumun büyük bir çoğunluğu, artık daha az çalışarak daha fazla kazanabileceğine borsa yoluyla karar vermişti. Ancak ülkenin baronları bu parayı o dünkü fakir toplumla paylaşmak istemiyordu. 2008 yılında meydana gelen Mortgage Krizi’nin ilk formatı, 1926 yılında Florida‘da meydana geldi. Üretim anlamında konut ve gayrimenkul patlaması da yaşanıyordu ve bu piyasayla ilgilenen herkes, daha fazla kazanmak için spekülasyonlara girişir olmuştu. Balon git gide şişiyordu. Bu fotoğrafı siz de bir yerlerden hatırladınız mı?
Sürekli büyüme, piyasaların hareketliliğine neden oluyordu. ABD’nin kredi borçlusu olduğu baronlarsa borsayı bu spekülasyon ortamında bir cehenneme çevirmişlerdi. 1928 yılında baronlar, ihracat fazlası veren ülke olarak dünyayı besleyen ABD’nin kredileri geri çağırması konusunda hükümeti baskıladılar.
Büyük Buhran yıllarından bugüne bakıldığında, teknolojik gelişmelerle köyleri terk edip şehre yönelen insanlık, daha da ileri giderek bütün yaşamsal faaliyetlerini yapay şekilde giderebileceği küresel bir mahkûmiyete yürüyor.
Bu süreci hazırlayan olaylar silsilesi, AK Parti iktidarının Türkiye’de yükselttiği inşaat sektörü ve Türkiye’nin Pandemi ve ardından 6 Şubat Depremleri üzerinden yaşadığı sürece öyle benziyor ki… Şöyle ki, Floridalılar, bölgede diğer eyaletlere göre kışın daha iyi geçmesine ve taşımacılık probleminin çözülmüş olmasına dayanarak eyaletteki gayrimenkullerin değer kazanacağını düşünerek daha fazla inşaata yüklendiler. İnşaat için gerekli arazilerin fiyatları da bu yüzden yükselmişti. Eyalet dışındaki ABD’liler dahi burada gayrimenkule yatırım yaptılar. Ancak 1928 yılının 18 Eylül’ünde tropik kasırga, 400 insanın ölümüne ve binlerce evin yıkılmasına, hatta denizin yatları dahi parçalayarak caddelere taşmasına neden oldu. Sağlam kalan yapılar daha önceki fiyatları dahi bulamadı. Pandemi sürecinde Türkiye’de herkes evinin en kıymetli varlığı olduğuna kanaat getirirken, 6 Şubat 2023 günü sabaha karşı meydana gelen hâdiseden çıkarılan şey “Ölüm var” olmadı, “Sağlam ev her şeyden kıymetlidir” oldu ve konut fiyatları ile kiralar da patladı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ise tarihinin en ağır bilançosuyla artık karşı karşıyaydı.
ABD’de Büyük Buhran öncesinde şişirilen ilk balon böylece patlamış ve sanki o patlayan balonun içine saklanmış iğneler, patlamanın kuvvetiyle diğer balonların da patlamaları için ilk balondan yola çıkmışlardı.
Bu balon ve iğne metaforunu şöyle özetleyerek analiz dosyamıza devam edebiliriz: 100 nüfuslu bir nahiyede nüfusun tamamı iş sahibi ve üretiyor olsun. Çalışıp para kazanan bu nahiye sakinlerinin her biri bir ev, bir araba sahip olmanın yanında hayatî ihtiyaçlarını giderebiliyor, bunun dışında da lüks mallara bile kolayca erişebiliyor olsunlar. Üretim öyle yüksek ki diğer nahiyelere ürettiklerini satıyorlar. Ancak hem nahiye içinde artık istiap dolmuş, hem de yabancı nahiyelerin alım güçleri bu nahiyeden alınanları ödemeye yetmez olmuşken, nahiye sakinleri bir de bu ürünlerin satın alınması için yabancı nahiyelere kredi verip “Bu paraya ekonominizi canlandırın ve alın satın” diyor. Diğer nahiyeler bu krediyi alıp piyasada para hareketini sağlamış olarak ekonomilerini başlangıçta canlandırmış oluyorlar ancak bu kredileri yatırıma dönüştürüp üretmek yerine ithal etmekte devamlı yükseliş göstermenin yanında üretmeyi yanlış anlıyor veya nüfuslarının üzerinde inşaat yapıyor yahut da krediyi aldıkları nahiyede veya diğer nahiyelerde konut alma veyahut da o nahiyelerde kolay para kazanılacağı düşüncesiyle o nahiyelere yatırım yapıyor, hatta göç ediyorlar. Borç olarak alınan para ödenemediği gibi, referans verdiğimiz nahiyede de mevcut üretim ve istihdam düzeyi aşağıya iniyor. 100 nüfusluk nahiyede üretilen yüz balonu, bu nahiyenin dışında üretilmeyen bir tek iğne patlatma eşiğine getiriyor.
Şimdi somut verilerle ABD’nin 1920’lerden 50 yıl öncesine, 1870’li yıllarına gidelim. ABD’de irili ufaklı pek çok şirket varken Birinci Dünya Savaşı‘nın getirdiği zorluklar karşısında küçük şirketler birleşmek zorunda kalmış ve savaş sonrasında çeşitli alanlarda tekeller oluşturmuşlardı. 1929 yılına gelindiğinde Amerikan ekonomisinin yüzde 50’si üzerinde söz sahibi olan holding sayısı bu yüzden yaklaşık 200 kadardı. Bu durum, tek bir holdingin iflâsının bile bütün ABD ekonomisini sarsmaya yetebilirdi.
Ayrıca bankaları kontrol eden bir hukukî yapı mevcut değildi. Bu, Türkiye’nin de ancak 2001’deki ekonomik krizden sonra aklına gelen bir yapılanmaydı örneğin. Meselâ borsasıyla ünlü New York’ta yatırımcı, hisse senedini aldığı firma hakkında dolduruşa dayalı bilgiye sahipti sadece.
Ve en önemlisi, dönemin yönetimi ekonomi kulvarında istikrarsızdı ve politika belirlemede yeteneksiz olarak değerlendiriliyordu. Meseleye sadece liberal sistem ilkeleri penceresinden bakan ABD Başkanı Herbert Clark Hoover, olumsuz gidişata müdahale etmekten kaçınıyordu. Bu da tanıdık geldi mi? Evet, “serbest rekabet piyasası”. Tabiî, öyledir... Büyük Buhran koptuktan sonra, hamle yapmak ne çare?
Buhranla birlikte ABD’de büyük bir sefalet patladı. Açlığa batan Amerikalılar, sebze ve meyve yetiştirip satarak yaşamaya çalıştılar. Piyasadaki para bir anda yok olduğu için insanlar ihtiyaçlarını karşılamada takas yöntemine yöneldiler. Kulağın çınlasın Lidya!
Krizin hikâyesine devam edelim; daha faydalı olacak…
Büyük Buhran döneminde yönetimin istikrarsız ve bilinçsiz yaklaşımı işliyordu ABD’de. Hükümet, altına bağlı olmayan para basmayı reddetti, sıkı para politikası izledi ve piyasada para bulunmayınca ekonomik faaliyetin durmasıyla reel sektör küçüldü. İşsizlik tavan yaparken dolaylı olarak kişi başına gelir azaldı.
Bunun yanında ABD, Almanya’dan istediği tazminatın ödenmesi için verdiği krediyle daha önce İngiltere’ye verdiği borcun ödemesini altın olarak istiyordu. Fakat dönem itibariyle altın üretimi maliyetleri altından daha pahalıydı. Mevcut altın stokları da ABD’nin kontrolündeydi. Bu sebeple ABD’nin ödenmesini istediği kredi borçları muhatap ülkeler tarafından ödenmediği gibi, ülkeye para girmemesi nedeniyle ülke iç piyasasında mal ve hizmet sektörü de işleyemez oldu. 100 nüfuslu nahiye örneğimizi burada daha net fark etmek mümkün. ABD buna çare olarak gümrük duvarları koyma yoluna gitti ve dış ticaretini küçülttü. Vermiş olduğu kredileri ise geri alamadı. Şimdi bir daha düşünelim: Rusya ile yaptığı savaşı daha da ilerletmesi için Ukrayna’ya, Filistin’de sürdürdüğü işgali genişletmesi ve soykırımı büyütmesi için Siyonist İsrail’e kredi, hibe, yardım ve maliyeti kendinden silah/mühimmat şeklinde giden milyarlarca dolar, 2024 ABD’sine nasıl bir fatura olarak kesilir sizce?
New York Menkul Kıymetler Borsası, 1928 yılının başından 1929 Ekim başına kadar yükselmişti. Ancak 3 Ekim 1929 tarihine gelindiğinde, buraya kadar aktardıklarımızla yükseliş durdu ve zaten sayısı büyük handikap olan holdinglerin büyük çoğunluğunun hisse senedi değerleri düştü. 21 Ekim günü yabancı yatırımcılar, ellerindeki hisse senetlerini sattılar 24 Ekim 1929 Perşembe günü, ABD için “Kara Perşembe” olarak kaydedildi. Borsa dip yapmıştı. 4,2 milyar dolar piyasadan yok oldu. Dow Jones sanayi ortalaması 328 puandan 230 puana geriledi. Yaklaşık 4 bin banka battı, yüz binlerce insanın mal varlığı ise o insanlara yâr olmadı.
Buhranla birlikte ABD’de büyük bir sefalet patladı. Açlığa batan Amerikalılar, sebze ve meyve yetiştirip satarak yaşamaya çalıştılar. Piyasadaki para bir anda yok olduğu için insanlar ihtiyaçlarını karşılamada takas yöntemine yöneldiler. Kulağın çınlasın Lidya!
Statü ve psikolojik sağlık bakımından yıkıma uğrayan Amerikalılar bir yanda dursun, Büyük Buhran’ın sanayileşmiş ülkeler üzerindeki etkileri hızla yayılıyordu. Adeta havayla bulaşan bir salgındı bu. Toptan fiyat endekslerindeki düşüş, hammadde fiyatlarındaki yarı yarıya düşüş, menkul kıymet fiyatlarının ve borsanın gerilemesi, sanayi üretiminin düşmesi, işsizlik oranlarındaki artış, ticaretin yarı yarıya düşmesi ve iflaslarla bütün dünya ekonomisi çöküyordu. Sanayileşmiş ve yanlış şehirleşme algısı içinde yoğrulmuş şehirlerin gıda, tarım ve hayvancılık konusunda temel ihtiyaç üretimine bağımlılığı, şehirde kolay para kazanma hırsının görünmeyen tutsaklığıydı. Fakat görmezden gelinen bu gerçek Büyük Buhran ile ayyuka çıkmıştı. Büyük Buhran yıllarından bugüne bakıldığında, teknolojik gelişmelerle köyleri terk edip şehre yönelen insanlık, daha da ileri giderek bütün yaşamsal faaliyetlerini yapay şekilde giderebileceği küresel bir mahkûmiyete yürüyor.
Topraksız tarımla başlayan ve genetiği değiştirilmiş tohumlarla devam eden bu sürecin karbon ayak izini sıfıra indirgeme bahanesiyle hayvansal ürünlerin yapaylarını üretmeyi başardığını (!) da görüyoruz. Milyarlarca yaşa sahip dünyanın sadece birkaç senede fıtratından şaştığını iddia edercesine doğalın seyrini görmezden gelen ve “Bizim istediğimiz şekilde ve bizim programımıza göre işlerse daha yaşanabilir bir yer olur dünya” diyen aklın sözde modernite ile herkesi özgürleştirdiği fakat erkekleri sistem kölesi, kadınları ise sistem cariyesi yaptığı bir çağ için plânlar kurguladığına şahit oluyoruz.
Bu aklın Büyük Buhran’da çöktüğünü unutan dünya, aslında 1973’teki Petrol Krizi’nde de aynı şeyleri yaşamış, fakat 2000’li yıllara gelindiğinde yine unutmuştu.
Büyük Buhran’la düzenin baronları, aslında bir şey denemek istemişlerdi belli ki. O şey neydi?
Kriz, birçok ülkenin enerji politikalarını gözden geçirmesine ve petrol dışı enerji kaynaklarına yönelmesine neden oldu. Bu dönemde nükleer enerji, kömür ve yenilenebilir enerji kaynakları gibi alternatiflere yönelik yatırımlar arttı.
Aynı fabrikanın ürünleri: Faşizm, komünizm, kapitalizm
Theodor Fritsch, “Tarih Boyunca Yahudi Meselesi” adlı kitabında, Baruh Levi’nin Karl Marx’a gönderdiği mektubun şu satırlarına yer vermişti: “Yahudi milleti bir bütün olarak kendi kendinin Mesihi olacaktır. Onun dünya üzerinde hâkimiyeti, bütün insan soylarının birleşmesi, ayrılığın surları olan sınırlarla monarşilerin kalkması ve dünyanın her tarafında Yahudilere eşit haklar tanıyan bir dünya cumhuriyetinin kurulmasıyla gerçekleşecektir. İnsanlığın bu yeni teşkilatında İsrailoğulları -işçi yığınlarının başına Yahudi liderleri getirmeyi becerirlerse- en yüksek mevkilere erişecekler ve hiçbir muhalefetle karşılaşmadan önder zümreyi teşkil edeceklerdir. Dünya cumhuriyetini meydana getirecek olan milletlerin hükümetleri, proletaryanın yardımıyla Yahudilerin eline kolayca geçecektir. Özel mülkiyet ortadan kaldırılacak ve bütün devlet malları Yahudilerin kontrolü altındaki hükümetlerce zapt edilecektir. Ve böylece Mesih’in gelişiyle yeryüzündeki bütün milletlerin mal ve mülklerinin anahtarları Yahudilerin eline geçeceği yolundaki Talmut’un vaat ve müjdesi yerine getirilmiş olacaktır.” (Mektubun Fransızca metni “Revue de Paris” dergisinin 35’inci sayısında yayınlanmıştır.)
Komünizmin babası Karl Marx’a gönderdiği mektupta Baruh Levi, derinlemesine işleyen bir aklın uygulamaya geçirilmiş hayâllerinden haberler veriyor bize. Nasyonal sosyalizm ve komünist sosyalizmin nasıl aynı fabrikadan çıktığına bu mektupla daha kolay tanıklık edebiliyoruz. Küresel tek dünya devletine (mektuba göre “dünya cumhuriyeti”) evirmek üzere birtakım alanlarda birtakım denemeler yürütülmeliydi. Büyük Buhran öncesinde Birinci Dünya Savaşı ile devletleri yıkan küresel tek dünya aklı, bundan sonra robotlaştıracağı toplumları hangi üretim mantığıyla yönlendireceğini seçmek istiyordu. Bu yüzden aynı dönemde üç deneyini üç ayrı laboratuvarda yapıyordu: ABD’de liberal kapitalizm, Almanya’da faşizm-nasyonal sosyalizm ve Rusya’da (SSCB) komünizm-sosyalizm.
Bu üç denemede tezi ilk çöken nasyonal sosyalizm oldu. İkincisi ise komünizm. Dünyayı komünizm ile liberal kapitalizm arasında sıkıştırdıkları sürecin en cafcaflı dilimi Petrol Krizi döneminde yaşandı.
Petrol Krizi: Büyük Buhran 50 yıl sonra yeni bir katastrofla yenileniyor
1973 Petrol Krizi, dünya ekonomisi üzerinde büyük bir etki yaratmış önemli bir olaydır. Kriz hakkındaki temel kronolojiyi şöyle sıralayalım:
Ekim 1973’te İsrail ile Arap ülkeleri (Mısır ve Suriye) arasında başlayan Yom Kippur Savaşı, bu krizin temel nedenlerinden biriydi. Savaşın ardından Arap Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC), İsrail’i destekleyen Batılı ülkelere petrol ambargosu uygulamaya başladı. Bugünden bakınca nasıl da Gazze’deki soykırıma (sözde “savaş”) benzemiyor, değil mi?
OPEC üyesi ülkeler, petrol üretimini kısarak petrol fiyatlarını artırmaya karar verdiler. Bu, petrol arzında önemli bir azalmaya ve fiyatlarda hızlı bir artışa yol açtı. Böylece petrol fiyatları hızla dört katına çıktı. 1973 öncesi varil başına 3 dolar civarında olan fiyatlar 1974’te 12 dolara yükseldi. Petrol fiyatlarındaki bu artış, dünya genelinde enflasyonu artırdı ve ekonomik durgunluğa yol açtı. Birçok ülke, büyüme oranlarının düşmesi ve işsizlik oranlarının artması gibi ekonomik sorunlarla karşı karşıya kaldı.
Kriz, birçok ülkenin enerji politikalarını gözden geçirmesine ve petrol dışı enerji kaynaklarına yönelmesine neden oldu. Bu dönemde nükleer enerji, kömür ve yenilenebilir enerji kaynakları gibi alternatiflere yönelik yatırımlar arttı. Petrol kıtlığına neden olan bu süreçte otomobil üreticileri de yeni alternatifler gelişmek zorunda kaldılar. Daha az yakıt tüketen araçlar böylece geliştirilmeye başlandı. Bu, özellikle Japon otomobil üreticilerinin dünya pazarında daha rekabetçi hâle gelmesine de zemin hazırladı.
Petrol krizi, OPEC’in küresel enerji piyasalarındaki gücünü ve petrolün stratejik önemini de ortaya koydu elbette. Zira enerji verimliliği ve tasarrufu konusunda bilinçlenme adına dünya toplumlarında ardımlar atılmaya başladı. Birçok ülke, enerji tüketimini azaltmak için medyayı oldukça verimli kullandı, yasal düzenlemeler dahi getirdi. Enerji güvenliği meselesi bu süreçte doğdu.
Türkiye üzerinden bu krize bakmak oldukça hazin. Çünkü ülkemize etkileri çok sert oldu. Türkiye, enerji ihtiyacının büyük bir kısmını ithal eden bir ülke olarak, petrol fiyatlarındaki anî artıştan doğrudan etkilendi. Artan enerji maliyetleri Türkiye’nin dış ticaret dengesini deprem etkisiyle sarstı. Petrol fiyatlarındaki artış, genel fiyat seviyelerini yukarı çekti ve enflasyonu hiperenflasyon değerlerine çekti. Bu durum, yaşam maliyetlerinin yükselmesine ve halkın alım gücünün düşmesine yol açtı. Bugünden bakınca bazı şeylerin benzerliği bu yüzden endişe verici ve düşündürücü.
Krizle birlikte Türkiye’de artan enerji maliyetleri ve enflasyon, ekonomik küçülmeye itti Türkiye’yi. Kaldı ki, bir de bir türlü darbelerden başını kaldıramayan, hükümet kuramayan bir ülke vardı ortada. Tabiî kriz de bu duruma tuz biber ekiyordu. 1970’lerin ortalarında Türkiye, ekonomik durgunluk ve işsizlik sorunlarıyla en yüksek seviyede karşılaştı. 1970’lerin sonlarında artan enflasyon ve işsizlik, Sağ-Sol çatışmasının altında gölgelenmişti. Toplum, adeta darbeden medet umar hâle getirilmişti. Zaten ne demişti 80 Darbesi’nin kudretli kumandanı Kenan Evren: “Şartların olgunlaşmasını bekledik…”
Enerji çıkmazına giren Türkiye, Petrol Krizi sürecinde barajlar, hidroelektrik ve termik santrallerle çare bulmaya çalışıyordu. Ancak bu yapıları meydana getirmek de zaten çökmüş ülke ekonomisini daha da borçlu bir hâle getirmişti. Yine de ülkede gelişen bir bilinç seviyesi oluşmuştu: “Lüzumsuzsa söndür!”
1929 Büyük Buhranı ile 1973 Petrol Krizi arasındaki en ortak toplumsal manzara şöyleydi: Konfor çok, üretim düşüşte, tüketim çılgınca…
Dengede tutulamayan bu sosyo-ekonomik küresel manzara, dünyaya faşizm, komünizm ve kapitalizmi sunan akla yeni bir yol denettirdi: Çin Modeli…
Ekim 1973’te İsrail ile Arap ülkeleri (Mısır ve Suriye) arasında başlayan Yom Kippur Savaşı, bu krizin temel nedenlerinden biriydi. Savaşın ardından Arap Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC), İsrail’i destekleyen Batılı ülkelere petrol ambargosu uygulamaya başladı. Bugünden bakınca nasıl da Gazze’deki soykırıma (sözde “savaş”) benzemiyor, değil mi?
Çin yeni dünya düzenine “borç” vaat ediyor
Çin… Dünyanın hangi plânda durduğunu anlayamadığı çok nüfuslu ve çok nüfuzlu ülke… Bu ülkeye bakarak hem Birinci, hem de İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında yaşanan gelişmeleri değerlendirmeye kalkıştığımızda enteresan bir kurgu çıkıyor karşımıza.
1949’da NATO’nun kuruluşunun ardından Avrupa’da birtakım devletler de Varşova Paktı ile kendilerine bir savunma hattı kurmuşlardı. Pakta imza atan devletlerin nitelikleri, sosyalist rejimi benimsiyor olmalarıydı. 1955 yılında bir araya gelen paktta, dünyanın en yüksek nüfusuna sahip sosyalist rejim ülkesi yoktu. Yani Çin…
Paktın fili ve süper gücü olarak kabul edilen ve dünyaya Doğu Bloku’nu temsil eden, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği idi. Çin İç Savaşı’nın sonucunda bugünkü Çin anakarasına hâkim olan Komünistlerse, Mao liderliğinde başka bir düşüncenin gerilimi içindeydiler. Varşova Paktı’nda yer almayan Çin Halk Cumhuriyeti, pakta davet mi edilmemişti, yoksa organizasyona karşı soğuk muydu? Zira bugünkü Tayvan’a çekilmek zorunda kalan Kuomintang güçleri, daha önce SSCB’den Savaş Ağaları dönemini bitirmek üzere yardım almıştı. Belli ki Çin milliyetçilerine olan düşmanlığın yanında Mao liderliğindeki Komünistler, SSCB’nin Çin üzerinde bir etki sahibi olmasını istemedikleri için pakta uzak durmuşlardı.
Ancak yakın tarih, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte sona eren Soğuk Savaş’ın ardından, yerine kurulan Rusya Federasyonu ile Çin Halk Cumhuriyeti’nin hep yan yana geldiklerini gösterdi. Bu minvâlde iki devletin birbiri üzerinde kaba anlamda bir iyi komşuluk değil, derinlemesine bir nüfuz hesabı güttüğünü düşünmek oldukça doğal. Bu hacimli hesabı alt metinde okuyan, hatta bizzat yazan küresel kurgu senaristleri, Çin’in kapalı tarz rejimini kendi yeni kast düzenlerinde verimli hâle getirmenin yolunu bularak, siyâsî plânda komşu Rus tehlikesini çatışmasızlık ipinde yürütmeyi plânladılar. Komünistken bir araya gelemeyen Rusya ile Çin, iki ülkenin de rejim felsefesi anlamında büyük iflâsı yaşadığı bir ortamda yan yana olma kararı alabilmişlerdi. Rusya’yı bir baronlar ülkesi hâline getiren küreselci akıl, Çin’de otokratik bir burjuvazi inşâ ederek rejimi kendi cephesinin malı eyledi. Bu otokratik burjuvaziye sunulan vaatse, rejimin felsefesi dolayısıyla ülkenin dünyaya açılması yönünde değil, dünyanın ülkeye açılması yönündeydi.
Ne kadar enteresandır ki, bugün Rusya dünya tarafından hâlâ sosyalist rejimi üzerinden okunurken, Çin ise mevcut sosyalist rejimi ile algılanmıyor. Zira küresel illüzyonistler, bunun böyle hissedilmesini isteyerek Rusya’da Putin yönetimini bir diktatorya, Xi yönetimini ise neredeyse teknoloji çağının lider özgürlükler ülkesi olarak sunuyorlar. Bu iki ülkenin kendi kendilerini tanımlama ve dünyaya sunma imkânları kendi ellerinde değil. Olsa, Rusya’nın kendisini yan yana tanımlayacağı birincil ülke Çin olmazdı. Tabiî Çin için de aynı şey geçerli. Eğer bunu görebilselerdi, bugün örneğin Türkiye’de Rusya ve Çin lobisine aynı anda enerji taşıyan siyâsî çevreler de yaşıyor olmazdı.
Dünyanın modern Kast sistemini en başarılı hâliyle uyguladığı Çin Halk Cumhuriyeti’nin dünyaya faydası, ucuz ürün çıktısı olarak bilindi bugüne kadar. Ancak bugün itibariyle Türkiye’nin bu bayrağı Çin’den devraldığı görülüyor. Buna üzülmeli mi, bundan ümit mi beklemeli, atılan adımlar ve politikalarla görecek ve karar vereceğiz.
Çin’in bu ucuza ürün çıktısı alma durumundan faydalanmak isteyen birçok ülkenin yatırımları Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içerisine aktı ve bir kalıp hâlini aldı. Artık sermaye Çin’de. Bu anlamda Çin’in Türkiye’de veya dünyada siyâsî bir lobiye ihtiyacı kalmadı. Zira Çin’de üretim yaptıran her bir sermaye sahibi, Çin’in bizzat lobisi hâline geldi. Sırf buradan bakarak, Çin’e yatırım yapan ülkelerden değil, aslında ülke yönetimlerinin kendilerine tanıdığı imtiyazlardan faydalanırken Çin’e yatırım yaparak ülkesinin olanı dışarıya taşıyan şirketlerden bahsetmek daha akıllıca olur. Zira bu çözümlemeyi yapmazsak, sonrasında Çin’in bugünkü işleyişini anlayamamış oluruz.
Rusya’nın başını çektiği Doğu Bloku’na karşı, Rusya’da yeşillenen komünist fikriyat rejimini bizzat fikriyatın kendisiyle Çin’de bozan küresel akıl, Çin’le birlikte insanlığa adeta yeni bir altın buzağı gösterdi. Böylece dijitalizm tanrısallığını satmakla yeni dünya düzeninin mürebbisi olarak tüketim üzerinden kendisine tapınmanın yollarını öğretmeye başladı. Çin’le herhangi bir ticarî ilişkiye girmemiş ülke bırakmayan sistem organizatörü, bununla beraber güya insana hizmet ediyor gibi görünüp insanı harcayan bir mekanizma kurdu. Fakat bu mekanizmanın zembereği de Covid-19 ile koptu.
Bir yanda yardım bekleyen Ukrayna, bir yanda hem kel hem fodul Batı, bir yanda zarf atmış ve yedirmiş Rusya, bir yanda Rusya’dan tarafta duran Asya Türk devletleri, bir yanda önce çekimser sonra Rusya’yla yeni dünya düzenini kuracağını deklare eden Çin ve bir yanda aklıselim bir çıkar yol arayan Türkiye var.
Rusya-Ukrayna Savaşı nereye evriliyor?
Çin üzerinden okunan dünya ekonomisi Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşla bir çıkmaza girdi. Bunu okumak için bir hatırlatma yapalım…
1938, Münih Konferansı… Dönemin İngiliz Başbakanı Neville Chamberlain, dönemin Alman Şansölyesi Adolf Hitler’i savaşa girmemeye sözde ikna ettiği bir süreç Münih Konferansı.
Çek Cumhuriyeti’ne savaş ilân ederek ülkeyi işgale başlayacağını dünyaya beyan eden Hitler’i durdurmak üzere Fransa ve İtalya’yı da devreye sokan İngiltere, Hitler’i ikna etmiş ve süreci yönetmek üzere Hitler, adı geçen ülkelerin başbakanlarını Münih’te üç günlük görüşmeler için davet etmişti. Görüşmelerden Almanya, daha doğrusu Hitler istediğini almış, Çek Cumhuriyeti’nin batısı Almanya’ya verilmişti. Dikkat etmişsinizdir, konferansta Çek Cumhuriyeti’nden muhatap kimse yok. Onun yerine İngiltere ile Fransa konuşmuştu zaten.
İngiliz Başbakan Neville Chamberlain, konferansın dışına çıkarak Hitler ile bir de ayrı bir zabıt tutmuştu. Buna göre İngiltere ile Almanya, karşılıklı saldırmazlık konusunda anlaşmışlardı. Hatta Chamberlain, İngiltere’ye dönüp de uçağından iner inmez, Hitler ile imzaladığı kâğıdı sallayarak zafer elde etmişçesine cakasını satmıştı. O günleri sorgulayan İngiliz siyaset tarihçileri, İngiltere’nin Almanya’dan saldırmazlık yönünde sözde teminat almasını ve işlettiği sözde yatıştırma diplomasisini son derece olumsuz cümlelerle eleştiriyorlar. Çünkü Hitler yapacağını yaptı. Burada dikkat edilmesi gereken, İngiltere’nin söz konusu yatıştırma politikasını izlerken sürekli dile getirdiği şu bahane: “Ortada suç yokken yargılama da olamaz!”
Ukrayna-Rusya Savaşı’ndan evvel dünya medyasında şöyle bir haber neredeyse her gün servis ediliyordu: “Ukrayna’da 50 bin kişi hayatını kaybedecek!”
Adamın biri savaş ilân ediyor ve muhataplardan biri, suç olmadan yargılama yapamayacağını dile getiriyor. Nasıl değerlendirmeli? Bu, basit politika alçaklığı ve aslında şu demek: İngiltere, sözde yatıştırma diplomasisini işleterek Almanya’nın savaşa girmesini istiyordu ve bunu elde etti.
Ukrayna-Rusya Savaşı’ndan evvel dünya medyasında şöyle bir haber neredeyse her gün servis ediliyordu: “Ukrayna’da 50 bin kişi hayatını kaybedecek!”
Evet, “Kaybetti” değil, “Kaybedecek”. Öngörüye bakar mısınız? Aslında bu öngörüyü ortaya atan ABD idi. Almanya’nın savaşa girdikten sonra yıllarca ABD’ye, dolayısıyla İngiltere’ye ve dolayısıyla NATO’ya bağımlı hâle gelmesinin sağlandığı senaryonun aynısını işletmek için, o gün Çek Cumhuriyeti’ni İngiltere’nin sattığı gibi, bugün de ABD, Ukrayna’yı satmıştı. Peki, kaça? Yukarıda zikrettiğimiz milyar dolarlık cümleleri hatırlayacaksınız.
Rusya’nın ekonomik anlamda çökeceğini de öngören, daha doğrusu uman ABD, Ukrayna’nın 50 bin ya da daha fazla kurban vermesini elbette umursamıyor. Bunun yanında, Rusya’nın çöküşünü gözetirken Türkiye’nin de büyümemesi için elinden geleni ardına koymuyor.
En başta Macar Başbakan, Sırp Cumhurbaşkanı ve Türk Dışişleri Bakanının ifadelerinden bahsetmiş ve Ukrayna-Rusya Savaşı’nın cephe genişleterek büyüyeceğine dair komplo teorileri üretildiğinden dem vurmuştuk. Bu anlamda bir üçüncü dünya savaşının meraklısı olup “Ben demiştim” demeye telaşlı çokça tez sahibi var. Ki Ukrayna’ya aktarılan milyar dolarlar bu tür cümleleri kurduracak cinsten.
Bir yanda yardım bekleyen Ukrayna, bir yanda hem kel hem fodul Batı, bir yanda zarf atmış ve yedirmiş Rusya, bir yanda Rusya’dan tarafta duran Asya Türk devletleri, bir yanda önce çekimser sonra Rusya’yla yeni dünya düzenini kuracağını deklare eden Çin ve bir yanda aklıselim bir çıkar yol arayan Türkiye var.
“O topraklar bizimdi” diyerek SSCB değil, Çarlık dönemine atıf yapan Putin’in misafirlerini hep neden Petro’nun heykeli önünde karşıladığını daha net görmüştük aslında en başında. ABD ve AB’nin yaptırım tehdidinin kendisini vuracağını gören Batı’nın halkları, bu savaşı nasıl okuduklarını son Avrupa Parlamentosu Seçimleri ile gösterdiler. Bu savaşın başta Avrupa olmak üzere bazı yönetimleri düşüreceği öngörülüyordu, öyle de oldu. Ya Türkiye’de nereye evrilecek süreç?
Ülkemizde Ukrayna’daki Zelenskiy tipi bir yönetim için soytarı arayan çok. Ancak Türk Devleti, kendi içindeki kırılmalardan kurtulmuş şekilde karşının yorulmasını bekliyor. Adeta Muhammed Ali gibi… Suriye, Libya, Akdeniz ve Karabağ’da zafere giden, Türk Devletleri Teşkilatı’nın oluşumunu sağlayan Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet aklı, olana karşı gereğini yapmakta zorlanmayacaktır. Paralellerden ise Allah esirgesin!