“ERDOĞAN, Saddam Hüseyin’in izinden gidiyor ve İsrail’e saldırı düzenleme tehdidinde bulunuyor. Orada ne olduğunu ve nasıl bittiğini hatırlamalı.”
Bu sözler, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Temmuz ayı sonunda memleketi Rize’yi ziyareti sırasında sarf ettiği sözlere atfen İsrail Dışişleri Bakanı Israel Katz tarafından sosyal medyada paylaşılan beyanlardan biri. Katz’ın bu cümleleri kurarken eski Irak Devlet Başkanlarından Saddam Hüseyin’i neden andığına dair pek çok görüş bildirilebilir. Ancak bütün görüşleri bir yerde toparlayabilmek için önce Saddam Hüseyin’i bilmek gerekir. Kaldı ki, tam da bu çıkışın üzerine Bloomberg, “G-20 ülkeleri içerisinde 2025 yılında en çok karmaşa beklenen ülke oranları” şeklinde bir sözde diyagram yayınlayarak Türkiye’yi 2025’in en muhtemel kaos yaşayacak ülkesi olarak ilân etti. Peki, Saddam Hüseyin’i bilmenin eşiğine vardığımız küresel krizde bize katacağı şey nedir? Ya da 2025’in öncesine ve 2025’e dikkat çekmek üzerine neden yoğunlaşıyorum?
Şüphesiz dosyamızın ilkinde 1929 Büyük Buhranı ile 1972 Petrol Krizi’ni işleyerek 2025’e nasıl hazırlanmak gerektiğine ilişkin bir tespitler silsilesi sıralamıştım. Bu anlamda müstakbel küresel kriz esnasında ve sonrasında Türkiye Yüzyılı’na hazırlanmaya yardımcı olmayı umuyorum. Zira “Küresel Krizin Eşiğinde” dosyalarımızın sonuncusu olarak bu dosyada, Türkiye Yüzyılı’na bir felsefî model bırakmak muradı taşırken, uygulanması bakımından da bir ölçek sunmak istiyorum. Derdim, yüz yıl yüz düğme demekse, ilkinin doğru iliklenmesi.
İlk düğme 2023 değil miydi? Evet, aslında ilk düğme 2023’tü fakat doğru iliklenmedi. Finansal operasyonlarla karşı karşıya kalmanın yanında Türkiye, ciddî bürokratik yanlışlar, yanlış politikalar ve Pandemi ile Deprem arasındaki mengenede sıkışmışlıklar yaşadı. Türkiye adeta bu iki sorun yörüngesinde stratejisiz bırakılıyordu ve 2023’e odaklanamıyordu. 2023, 2053 ile 2071 vizyonlar zincirinin ilki elden kaçıyordu. Bir de genel seçim gelip çatmıştı ve siyasal zeminde toplumsal çürüme sandıktan sakat bir çocuk doğuruyordu. Henüz 2023 şaşkınlığını üzerinden atamamışken bir de 31 Mart 2024’teki yerel seçimler çıkmıştı ve Erdoğan iktidarı için sosyolojik alarmlar çalıyordu.
Bu dosyayı okuduğunuzda 2024’ün Eylül ayında olacağız. Yani 2024 bitmemiş olacak ve 2025’e hangi adımlarla gireceğimize dair bir plânlama yapıyor olabileceğiz. Ekim ayında da AK Parti için Kongre vakti gelmiş olacak. AK Parti’yi Türkiye Yüzyılı için değerlendirdiğimizde ise karşımıza bambaşka bir meta çıkıyor: “Aşkım!”
15 Temmuz’da FETÖ’cü darbecilere karşı Polis Teşkilatı’nı harekete geçiren saik neydi? 15 Temmuz’dan sonra katıldığı ilk televizyon programında Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Darbeden nasıl haberdar oldunuz?” sorusuna verdiği “Eniştemden öğrendim” cevabındaki eniştesi kimdi? Aslında bu beyana karşı daha doğru soru şu olmalı: Enişte nedir?
“Başkası olma, kendin ol!”
En değerli motivasyon telkinlerinden biri, “Sadece kendin ol” ya da “Bana bakma, her zamanki sen olmaya bak” gibi davranışsal bakımdan doğaçlamaya yönlendiren cümleler kurmaktır. Karşınızdaki kişiyi çözümsüz kaldığını düşündüğü konu hakkında bir stratejinin içine yerleştirirsiniz ama ona bütün cümlelerini, vücut dilini ve mimiklerini bir senaryo metni hâlinde veremezsiniz. Zira sizden sonrası yalnızca ona kalmıştır.
Recep Tayyip Erdoğan, Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandığı gün ve Pınarhisar Cezaevi’ne girdiği gece ülkenin vicdanlı insanları tarafından “sadece kendisi olan” biri olarak kabul edildi. Cezaevinden çıkıp da Erdemliler Hareketi şekillenmeye başladığında ise yine aynı kitle tarafından bir lider olarak arzulandı. Evet, arzulandı. Zira Erdemliler Hareketi genel anlamda Fazilet Partisi’nin Yenilikçileri tarafından organize edilirken merkez Sağ’dan da pek çok tecrübeli siyasetçinin yer aldığı bir aksiyona dönüşüyordu fakat sözünü ettiğim vicdanlılar, Erdemlilerin başında Erdoğan’ı doğrudan görmek istiyor, “O verecek kimse yok, Erdoğan parti kursa da bizi kurtarsa” diyorlardı.
O günlerde bu ifadeyle çokça karşılaşmış ve bu ifadeden yüksek derecede rahatsız olmuş biri olarak Erdoğan’ın vicdanlılar nezdindeki avansının limitini “sınırsız” sıfatıyla tanımlamıştım. “Avans” tanımı nereden mi çıktı?
O yıllarda da, bugün de beyan ettiğim bir gerçeği şöyle izah edeyim: Türkiye’deki algının, dünyanın Türkiye’deki seçim sistemiyle seçime gidilen bütün ülkelerinde olabileceğini düşünüyorum elbette, ancak yanlışlığına eminim. Bu ülkedeki algı, toplumsal bir önyargı ve yanlış kodlanmış bir bilinçaltıyla işleyerek çoğunlukçuluğa iman ediyor. Sürü tipi bir psikoloji. Seçime her siyâsî parti sıfır oyla başlıyorken, “Filanca barajı geçer, filanca geçemez” şeklinde yürüyen bir kanaat tarzı var. Sandığa gitme hakkı olan herkes sadece bir oy kullanabiliyorken, herkesin meşrebine göre iyi ve kötü karakterler ülkeyi yönetmeye talipken, nasıl oluyor da seçim yarışına giren siyâsî partiler daha sandıklar belli değilken barajı geçiyor veya geçemiyor? Kimi yarışa beş yahut on puan önde başlamıyor ya…
Ancak Sayın Erdoğan’ı bu rahatsız edici duruma rağmen, henüz Erdemliler Hareketi yeni teşekkül ederken vicdanlılardan yükselen bir arzuyla liderliğe taşıyan bir vicdanlılar refleksi vardı. İşte bu refleks, onun hem Erdemliler Hareketi’nde, hem AK Parti’nin liderliğinde, hem de iktidarda bunca yıl kalmasını sağlayan bir avans şeklini almıştı. Erdoğan, psikolojik anlamda her zemine ve her seçime 5-0, hatta 10-0 önde başladı. 100 metre koşusunda tüm atletler 0’dayken 34,28’nci metresinde başladı örneğin (2002 Genel Seçimleri oranı, yüzde). Henüz kurulalı birkaç ay olmuş AK Parti için bunu söylememiz matematik anlamda aslında doğru değil, fakat metaforik anlamda bir hikâyenin başlangıcı olarak kabul etmek mümkün.
Ülkenin vicdanlılarının desteğiyle her seçime önde giren Sayın Erdoğan için söylenecek en isabetli tespitlerden biri, hiçbir zaman başkası gibi davranmayıp daima milletinin karşısına sadece kendisi olarak çıktığını görmek olacaktır. Millet Sayın Erdoğan’ı, tıpkı şarkıdaki sözlerle kendisi olarak gördükçe, onu böyle çok daha güzel gördü. Erdemliler Hareketi’nden önce de, AK Parti kurulduğunda da, AK Parti iktidar olduğunda da, “One minüts” dediğinde de, “Odamda böcek bulundu” beyanında da, “Bir avuç çapulcuya meydanı bırakmam” hışmında da millet, onun ne demek istediğini, o sadece kendisi olduğu için anladı. Evet, Erdoğan başka hiçbir kimliğe bürünmedi.
Peki, millet AK Parti’yi nasıl görüyordu?
Ülkenin vicdanlılarının desteğiyle her seçime önde giren Sayın Erdoğan için söylenecek en isabetli tespitlerden biri, hiçbir zaman başkası gibi davranmayıp daima milletinin karşısına sadece kendisi olarak çıktığını görmek olacaktır.
“Mezarlıklarda ismi unutulmuş, topraktan geldiği gibi toprağa karışmış nice insanlar var”
İşte bu parafta AK Parti, bir “Aşkım” kelimesine bağlanmıştı. Millet AK Parti’ye baktığında kendisini değil, başkasını görüyordu. Fakat Erdoğan bir yanlış yapmıştı. AK Parti’ye “Aşkım” demişti. O, kurucusu olduğu siyâsî partinin dâvâsına âşıktı ve dâvâ aşkını partiye yüklemişti. İşte hata da burada başlamıştı. Buradaki siyâsî analizi genişletmeden önce, Sayın Erdoğan’ın 27 Ağustos 2014 günü yapılan AK Parti Birinci Olağanüstü Kongresi’nde yaptığı konuşmayı arşivden şöyle bir hatırlayalım:
“12’nci Cumhurbaşkanı seçilen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Ankara Arena Spor Salonu’nda düzenlenen AK Parti Birinci Olağanüstü Büyük Kongresi’nde veda konuşması yaptı.
‘AK Parti teşkilatı her türlü övgüyü hak ediyor. Kurucularımızdan MYK üyelerine, genel başkan yardımcılarından bakanlara, il ilçe başkanlarından belediye meclis üyelerine kadar tüm gönüldaşlarımızı selâmlıyorum.
Bu hareket, hanım kardeşlerimizle güç kazandı. Kutsal dâvâyı anne şefkatiyle adeta oya gibi işleyen kadın kollarına bir kez daha şükranlarımı sunuyorum. Alnı ak, bahtı ak gençleri yürekten selâmlıyorum. Sizlere her zaman güvendim gençler, bu milletin umudusunuz. Kutlu dâvânın kahraman neferlerisiniz.
10 Ağustos’ta (2024, Cumhurbaşkanlığı Seçimi; halkın doğrudan cumhurbaşkanını seçtiği ilk seçim) bu teşkilat tarih yazdı. ‘Durmak yok, yola devam’ dediniz. Her bir vilâyetimizde aşkla, şevkle, gayretle çalıştı. Tarihî hâdiseyi bizzat kendi ellerinizle imar ettiniz…
İlk kez tecrübe edildiği hâlde, krize mahal verilmeden Cumhurbaşkanlığı Seçimi gerçekleşti. AK Parti her zaman ilklerin partisi olmuştur…
Bu olağanüstü kongrede, 13 yıldır gururla taşıdığım AK Parti’nin Genel Başkanlık vazifesini artık sizlere teslim ediyorum. 14 Ağustos 2001 tarihinde başlayan Genel Başkanlık vazifem, 13 yıl 13 gün sonra işte bugün nihayete eriyor.
Adaylığımın açıklandığı 1 Temmuz’da bunun bir son olmadığını ifade etmiştim. Kardeşlerim, bugün değişen, unutmayın, sadece şekildir. Bugün öz değişmiyor. Bugün partimizin yüklendiği misyon, ruhu, hedef ve idealleri değişmiyor. Sadece ve sadece isimler değişiyor. Sultan Alparslan’ın Malazgirt ovasında ettiği dua neyse, Kudüs’e doğru yürüyen, Kudüs’ü bir barış yeri yapmak için ilerleyen Selahattin Eyyubi’nin askerlerinin duyguları neyse, işte bizim duygularımız da aynen odur.
Biz kökü mazide olan atiyiz. Biz kökü olmayan, ruhu olmayan parti asla değiliz. Bu harekette Gazi Mustafa Kemal’in ufku, vizyonu vardır. Menderes’in millet uğruna verilmiş canı vardır. Bu harekette, şüpheniz olmasın, Necmettin Erbakan’ın da alın teri vardır. Eski Başbakanlarımızdan, Cumhurbaşkanlarımızdan Turgut Özal’ın da emeği vardır. Bu hareket Ahmed Yesevî’den Mevlâna’ya, Hacı Bektaş Velî’den Fuzuli’ye, Nazım Hikmet’ten Necip Fazıl’a, Mehmet Akif’ten Sezai Karakoç’a kadar o bereketli pınarlardan beslenmiş bir harekettir.
İsimlerin hiç ama hiç önemi yoktur. Mezarlıklarda ismi unutulmuş, topraktan geldiği gibi toprağa karışmış nice insanlar var. Biz bu yola 13 yıl önce çıkmadık, 100 yıl önce çıkmadık. Biz insanlık tarihi boyunca, dosdoğru bir istikamette ilerleyen, iyinin ve doğrunun mücadelesini tevarüs etmiş bir hareketiz. İşte onun için isimlerin hiç ama hiç önemi yoktur. Ancak Hazreti Âdem ile başlayan iyi ile kötünün mücadelesi hiç bitmedi. Dün bu büyük dâvânın bayraktarlığını başkaları yapıyordu, bugün biz şerefle taşıyoruz. Bu büyük dâvâ, bu kutlu hareket, altını çizerek söylüyorum, mensuplarıyla şereflenmez. Bunun altını çiziyorum, çok önemli; mensuplarıyla şereflenmez (bu dâvâ), tam tersine mensuplarına şeref verir!
‘Ben yoksam dâvâ yok’ diyenler, en baştan kaybetmiş olanlardır. Gençler, şunu unutmayın: ‘Ben olmasam dâvâ ilerleyemez’ diyen, dâvânın ruhunu, özünü anlayamamıştır. ‘Bu dâvâ ancak benim ismimle ayakta kalabilir, ancak benim ismimle şereflenebilir’ diyen, kibir tuzağına düşmüştür. İstişareyi, danışmayı, ortak aklı dışlayan, ortak kararları şahsî beklentileriyle uyuşmadığı için beğenmeyen, bu kutlu dâvâya haksızlık etmiştir. Zira bu dâvâ hiçbir zaman koltuk dâvâsı olmamıştır. Bu dâvâ şahsî hırsları, fitneyi, nifakı, çelme takmayı, başkasının kuyusunu kazmayı her zaman dışlamış, her zaman dairesi dışına atmış bir dâvâdır.
Tarih, dâvâsına ihanet edenlerin nasıl onursuzca yok olup gittiğinin örnekleriyle doludur. Bizim dahi yakın tarihimiz, dâvâsına ihanet eden, kendisini seçen millete ihanet edip zillete düşen isimlere şahit olmuştur. İşte onları hiç kimse hatırlamıyor ve hatırlayamayacak. Onların iftiralarını kimse hatırlamıyor, hatırlamayacak. Okyanus ötesinden gelen telefonla istifa edenleri, darbecilerin haberlerine inananları bugün kimse hatırlamıyor ve hatırlamayacak, bunu böyle biliniz!
Safını cesaretten yana belirleyenler bugün şerefleriyle buradalar. Başkalarının oyuncağı olanlar ise çoktan unutuldular. Unutulmayan namzet adaylar da yok değil ha, var. Onlar da vakti saati geldiğinde o çöplüğün içerisinde yerlerini alacaklardır.
Kasım 2002’de iktidar görevini devraldığımızda üzerinde kara bulutlar dolaşan, yorulmuş, karamsar bir Türkiye vardı. Ekonomi çok ağır bir krizin içindeydi. Türkiye bütün umutlarını Para Fonu’ndan gelecek borçlara bağlamıştı. Borç verenler her ay gönderdikleri müfettişleri eliyle sadece ekonomiyi değil, siyaseti de kontrol etmek istiyorlardı. Bir gün ilgili zata şunu söyledim: ‘Siz bize borç verdiniz. Verdiğiniz borcu ne zaman alacağınızı takip edin. Ama siz bize siyasette yol çizmeye kalkarsanız, kusura bakmayın, biz buna evet diyemeyiz.’ Bu görüşmeyi onların en tepesindeki zat ile yaptım. Sayın Babacan da vardı. O zat da, söylemek istemediğim bir sebepten oranın başından ayrıldı.
Son günümde, son dakikalarımda, buradan 77 milyonun her bir ferdine bir kez daha ben, musafaha için elimi uzatıyorum. Partim adına, hükümetin adına elimi tekrar uzatıyorum. Diyorum ki, ‘Biz sizi çok iyi anlıyoruz. Sizin yaşam tarzlarınızı, değerlerinizi anlıyoruz. Sizin taleplerinizi, arzularınızı biliyoruz’. Ekranları başında bizi izleyen milletime sesleniyorum: Sizin de bizi anlamanızı istiyoruz. Hangi yasakları aşarak bugünlere geldiğimizi anlamanızı istiyoruz. Nasıl dışlandığımızı görmenizi, anlamanızı istiyoruz. Biz sizlere her zaman gönlümüzü açtık, sizin de bizlere gönlünüzü açmanızı samimî olarak bekliyoruz. Bugün Yeni bir Türkiye kuruluyor. 23 Nisan 1920 ruhuyla yeniden kucaklaşırken, eski küskünlükleri, kutuplaşmayı bir kenara bırakalım, yeni bir sayfa açalım istiyoruz.
Biz bu yolda birileriyle (yabancılarla) yürümedik, milletimizle yürüdük, milletimizle buralara geldik.
Cumhuriyet Halk Partisi kendisini sorgulamalı, tarihiyle yüzleşmelidir. Statükoyu savunan bir CHP fayda sağlayamaz. Çözüm Süreci’nin karşısına duvar gibi dikilen bir CHP milletle barışamaz. İşte şu anda, ‘Milletin seçtiği Cumhurbaşkanı’nın yemin törenine katılmayacağız’ diye açıklama yapıyor. Bu muhalefet tarzının tarihi geçmiştir.
Milliyetçi Hareket Partisi, terör meselesinin beslediği bir parti olmayı ne yazık ki tercih etmiştir. 2007’de Meclis’e yeniden girdiği günden bugüne kadar MHP yönetimi Türkiye’nin hiçbir meselesine eğilmemiş, şehit cenazelerini istismar etmiştir. Çözüm Süreci’yle de varlık zeminini kaybedecektir. MHP yönetiminin Çözüm Süreci’ne karşı çıkmasının sebebi de budur. Bu muhalefet tarzının Türkiye’ye hiçbir faydası olmadığı açıktır.
HDP de teröre sırtını dayayarak varlık gösteren bir parti olmuştur. HDP bağımsız-hür-demokrat siyaset yerine, silahların gölgesinde siyaseti tercih etmiştir. Elinde taş olan çocukların arkasına saklanarak, Diyarbakır’da feryat eden çocukları dağa kaçırılmış annelere kulak tıkayarak sadece kan siyaseti yapılır, başka bir şey değil. HDP Yeni Türkiye’de istismardan vazgeçip, kan üzerinden yürüttüğü siyaset tarzını terk edip Türkiye partisi olma yolunda ilerlemelidir.
Bugün, Yeni Türkiye’nin doğum günü. Yeni bir siyasete, yeni bir ekonomiye, sosyolojiye tekabül etmektedir. Her sorunun çözüm aracı siyasettir. Her sorunun çözüm zemini TBMM’dir. Eski Türkiye, toplumu potansiyel tehdit olarak algılıyordu. Türkiye’de millete rağmenciliğin sonu gelmiştir. Toplumsal meşruiyet, siyasetin ana dayanağıdır.
Millete rağmenciliğin sonu gelmiştir. Toplumsal meşruiyet, siyasetin ana dayanağıdır. Türkiye ancak çoğulculukta uzlaşabilir. Barış umudu çoğaldıkça, bunu tersine çevirmek isteyenler harekete geçiyorlar. Terör meselesi, eski Türkiye’nin meselesidir. Yeni Türkiye’de siyaset dışı araçlarla iş görme imkânı kalmamıştır. Şiddet araçlarına prim veren bir siyasetin Yeni Türkiye’de karşılık bulması mümkün değildir
Eski Türkiye’nin bir başka aktörü daha var: Paralel devlet yapılanması… (Bu yapılanma) Siyâsî temsil yetkisine, siyâsî meşruiyete sahip olmadan, meşru demokratik siyaseti tahrip etmek istemektedir. Devlet kurumlarında elde ettiği yetkiyle siyaseti şekillendirmek arzusundadır. CHP ve MHP’nin paralel yapıyla iş birliği yapmaları, bürokratik vesayette aynı istikamete bakıyor olmalarının sonucudur. Siyaset bu girişime taviz veremez. 17-25 Aralık operasyonları, darbe girişiminden başka bir şey değildir. AK Parti bu darbe girişimi karşısında cesaretle durmuştur.
Devlet içindeki paralel yapı siyaseten mahkûm olmuştur. Türkiye’nin yaşadığı son iki seçim, paralel yapının ve destekçilerinin siyaseten tasfiyesi olmuştur. Güvenlik kurumlarının ve yargının demokratik meşruiyet temelinde yeniden yapılandırılması son derece önemlidir. HSYK’da bakıyorsunuz, üçüncü derecede böyle bir farklı uygulama var. Bu ülkenin başbakanını kalkıp tvitlerle tahkir eden, hakaretler eden yargının savcısına dâvâ açmamak suretiyle güya kendisi farklı bir korumacılığın içine giren sorumlu değildir, sorumsuzdur. Bu kadar sorumsuz olan bir kişiden siz adalet bekleyebilir misiniz? İşte bunların hesabının sorulacağı günler de yakındır.
Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun, düşünebiliyor musunuz, bu ülkede kalkıp da hem siyasete, hem de halkın doğrudan seçtiği Cumhurbaşkanı’na karşı son derece nezaketsiz tavırları, eski Türkiye’nin bir alışkanlığıdır. Hukuk sistemi bir avuç Haşhaşi’nin şantajına mahkûm bırakılamaz. Kime çalıştığı belli olan Pensilvanya, hukuk sistemine emir veremez, talimat veremez. (Yargı sistemi) Hasan Sabbah benzeri meczupların oyuncağı asla olamaz. Vatansever hâkim ve savcılar, aralarındaki Haşhaşileri temizleyecek, hukuk sistemi üzerindeki gölgeleri de kaldıracaktır.
Yeni Türkiye’de Devlet içinde paralel devlet yapılanmasına, çetelere, mafyatik örgütlere asla izin verilmeyecektir. Paralel yapının tabanındaki mensuplarına sesleniyorum. Lütfen kendilerini sorgulasınlar. Ey Pensilvanya’daki zat, sen bu Türkiye’yi seviyor musun? Türkiye’yi seviyorsan neden Türkiye’de değil de Pensilvanya’dasın? Gel o zaman Türkiye’ye, gel Erzurum’a, gel Ankara’ya, gel Konya’ya. Niçin buralar değil de Pensilvanya? İnzivaya çekilmekse, buralar oralardan çok daha anlamlı olacaktır.
‘Hizmet’ diyerek yola çıkan bir yapının MİT’e neden kast ettiğini, CHP ile, MHP ile, HDP ile neden işbirliği yaptığını sorgulasınlar. Bu yapının uluslararası bağlantılarını sorgulasınlar. Eğer bu sorgulamayı yapıyorlarsa, inanıyorum ki yanlışı görecekler. AK Parti’nin kendi partileri olduğunu tekrar fark edecekler. ‘Allah zihinlerini açsın, gönüllerini açsın, kardeşliğimizi yeniden tesis etsin’ diye dua ediyorum.
Belki eskisi kadar olmasa da yine görüşeceğiz. Yine muhabbet edeceğiz. Bu vedanın, bu ayrılığın benim için ne kadar zor olduğunu eminim ki her biriniz hissediyorsunuz. Dolaşırken kardeşlerimin gözünde gözyaşı gördüm. AK Parti adeta benim (…) beşinci çocuğumdu. AK Parti nedeniyle zaman zaman ben dört çocuğumu ihmâl ettim. Çocuklarımdan helâllik diliyorum. Eşimden de helâllik diliyorum. Onlar beni her zaman anladılar. Beni bu noktada hiçbir zaman yalnız bırakmadılar. Bu mücadelenin de bizzat içinde oldular. Hüzünlendiğimde onlar da hüzünlendiler. Sevinçli olduğum anda onlar da paylaştılar. Kendilerine sonsuz teşekkür ediyorum. Tek tek her birinizden helâllik diliyorum. Ben de hakkımı helâl ediyorum.
Adalet ve Kalkınma Partisi’ni yani aşkımı, sevdamı, tutkumu, kavgamı önce Allah’a, sonra sizlere emanet ediyorum. Hazreti Mevlâna ne güzel söylemiş; ‘Her gün bir yerden göçmek ne iyi, her gün bir yere konmak ne güzel! Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş. Dünle beraber gitti cancağızım ne kadar söz varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lâzım’. Evet, her bitiş, yeni bir başlangıçtır. Unutmayın, güneşin batışı, doğacağına delâlettir. Karanlığın sonu hep aydınlık, gecenin sonu şafaktır. İnanıyorum ki her ayrılık, aslında bir vuslattır.
Bugün milletimizle birlikteyiz, yarın da Allah ömür verirse, yine milletimizle birlikte, milletimizin içinde olacağız. Rabbim bizi doğru yoldan, dosdoğru istikametten ayırmasın. Rabbim birliğimizi, dirliğimizi, yol arkadaşlığımızı, kardeşliğimizi bozmasın. Rabbim muhabbetimizi eksiltmesin.
Adalet ve Kalkınma Partisi’ni yani aşkımı, sevdamı, tutkumu, kavgamı da önce Allah’a, sonra sizlere emanet ediyorum. Yeniden görüşmek, yeniden kavuşmak umuduyla, kalın sağlıcakla…” (AK Parti Resmî Web Sitesi)
“İsimlerin hiç ama hiç önemi yoktur. Mezarlıklarda ismi unutulmuş, topraktan geldiği gibi toprağa karışmış nice insanlar var. Biz bu yola 13 yıl önce çıkmadık, 100 yıl önce çıkmadık. Biz insanlık tarihi boyunca, dosdoğru bir istikamette ilerleyen, iyinin ve doğrunun mücadelesini tevarüs etmiş bir hareketiz.” (Recep Tayyip Erdoğan, 2014)
Bu konuşma, sadece bir aşk tarifi değil, Yeni Türkiye’nin ve Türkiye Yüzyılı vizyonunun ana manifestosunu oluşturuyordu. Bu konuşmadan bir buçuk yıl sonraki AK Parti İkinci Olağanüstü Kongresi’nin üzerine kaleme aldığım dosyayı, “Türkiye’nin En Yeni Partisi” başlığıyla temellendirmiştim. Ancak olmadı. AK Parti Türkiye’nin en yeni partisi değil, bir el tarafından sürekli eleştirdiği CHP’ye dönüştürülerek en eski partisi gibi davrandırılmaya başlandı. Peki, Sayın Erdoğan olup bitenin farkında değil miydi? Ele aldığımız konuşmayı gerçekleştirdikten bir buçuk yıl sonra karşı karşıya kaldığı 15 Temmuz darbe girişimi neyin nesiydi?
Erdoğan özelinde Türk Devleti’ne kurulan pusu neydi?
Türkiye’de güvenlik teşkilatlanması kısaca “asker, polis ve jandarma”, genel başlıklarıyla da “Türk Silahlı Kuvvetleri, Emniyet Teşkilatı ve Jandarma Komutanlığı” şeklinde kategorize edilir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin dışarıdan gelecek tehlikelere karşı, Emniyet Teşkilatı’nı içerideki tehlikelere karşı, Jandarma Komutanlığı’nı da en içerideki (mezradaki) kanunsuzluklara karşı asayişi sağlayan birbirinden farklı kurumlar olarak niteleyen bir anlayış mevcut.
Tarihî bir perspektiften bakınca sistem ve yaklaşım açısından Asya Hunlarından Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne güvenlik teşkilatlanmasının devlet müessesesiyle birlikte büyük farklarla değişime uğradığını görüyoruz. Literatüre göre Mete Han’ın ilk kez derleyip disipline ettiği Türk güvenlik güçlerinin bir tek kağana bağlı görülseler de her bir birimin kendi nüfuz alanını oluşturduğuna tarih şahittir. Bu anlamda karşılaşılır ki, Türk tarihi biraz da darbeler tarihidir. Doğrusu bu anlayışı sadece Türklere has bir nitelik gibi aktarmaktan son derece kaçınıyorum. Zira tarihten bugüne bütün devletlerin güvenlik güçlerinin, “ülkelerinin selâmetini tehlikede gördükleri” zamanlarda ülkelerini en çok sevenler olarak inisiyatif aldıklarını görürüz. (Tırnak işaretli tanımlama, kısmen kinaye de taşımaktadır. Zira bu niyet meselesidir. Psikolojik anlamda herhangi bir hâdise veya anlayıştan rahatsız olan biri, konu nedeniyle edindiği derdi kamunun da derdiymiş gibi aktarabilir. İşte bu, hem taraftar bulma, hem de kendisinden başkalarının ne düşündüklerini görmezden gelme politikasıdır.)
Türklere has darbeler tarihi (daha güzel bir tanımlama oldu) tecrübesi gösterdi ki, kağan ayrıca korunmalı ve yönetimin istikrarı sağlanmalıydı. Bu anlamda Türk tarihinin en inkılap sahibi devleti olan Selçuklu’ya baktığımızda çare olarak Hassa Kuvvetleri ile karşılaşırız. Osmanlı ise bu inkılabı kendisine Kapıkulu ile tekrar inkılap eder. “Monarşi” olarak tarif edilen bu iki devletin yönetim anlayışına göre vatan “yönetimdeki ailenin tasarrufunda olan yegâne ve yekpare bir varlık” olduğundan, bu varlığı koruma görevi doğrudan monarka yani hükümdara, hükümdar vekâletinde ise güvenlik güçlerine aitti. Vatanı korumak, hükümdarı korumaktı. Elbette hükümdarı korumak da vatanı korumaktı.
Ancak Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte bu anlayış tamamen değişecekti. Değişmek zorundaydı. Zira vatanla özdeş kılınan bir hükümdar ve yönetim sistemi yoktu. Bir hanedan yoktu ve olmayacaktı. Birinci Dünya Savaşı’nın galiplerinin de böyle bir amacı vardı. Yalnız dikkat edilmeli ki, Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri arasında monarşi sahibi tek bir devlet vardı, o da İngiltere. İngiltere’nin rekabet hâlinde olduğu iki hanedan olarak ortadan kaldırdığı Osmanlı Devleti ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, buna karşılık İngiltere’nin elinden Rusya’da mukim Romanofları almıştı. Romanoflardan arta kalanların kimi Windsorlara karşı öfke ve hınçla büyürlerken kimiyse saklı bir bağlılıkla büyüdüler.
İngiltere, ardılı olan ABD ile birlikte Birinci Dünya Savaşı sonrasında hâkimiyet kurduğu hiçbir bölgede istikrar istemediğini çeşitli oyunlarla gösterdi. Bu oyunların belki en başında da Türkiye Cumhuriyeti’ne Osmanlı’dan kalan Kapıkulu Ocağı’nı bozmak geliyordu. Bu anlamda güvenlik güçleri arasında irtibat ve birliğin koparılmasının yanında bu güçlerin birbirlerine güven de duymamaları için yeni bir sistematik geliştirmeyi plânladılar. Kimi kaynaklarda “Türkiye’ye Gladyo’nun giriş tarihi” olarak da belirtilen Sefernerlik Tetkik Kurulu’nun teşekkül ettirilmesi, başta yukarıda doğrudan saymadığımız sac ayaklarına ilâveten Millî İstihbarat Teşkilatı’nı bir klikler yuvasına dönüştürmeye yaradı. Türkiye’nin NATO üyesi olmasının ardından yaşanan süreçse tüm güvenlik birimlerinde yani Türk Silahlı Kuvvetleri olarak askeri, Jandarma Komutanlığı (ki TSK bünyesindeydi) olarak jandarmayı ve Emniyet Teşkilatı olarak polisi birbiri karşısında konumlandırdı. Bir de TSK’nın Anayasa yetkileriyle güçlendirilmesi, Türkiye’de vesayet bakımından odaklar oluştururken geleceğe yönelik toplumsal fay hatları oluşturdu. Bunu nereden mi çıkarıyorum? 1970’li yıllardaki Pol-Sen ve Pol-Der çatışmasının devamı olarak 1990’lardaki Köstebek dâvâlarına odaklanmanın yanında Türk Solunun 1960 Darbesi’ne “kutsal ihtilâl”, 1980 Darbesi’ne ise “zulüm” olarak bakması ve Türk Sağında Ülkücü Hareket mensuplarının 1980 Darbesi sonrasında Türkiye’de komünizme karşı mücadele vermesine rağmen neden yargılanma ve işkence gördüğüne anlam verememesi, bu sorgulamaya yönlendiren işaretlerdendir.
Bu süreç, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde var olup var kalabilmenin birinci şartının Kemalist olmak gerektiği algısını şekillendiren bir akarsu gibi kendi mendereslerini oluşturmuştur. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sözde Kemalist (1960 Darbesi ile oturan komünist) karakter sahibi personel şartı algısının karşısına oturtulansa, İslâm kimliğine bağlı (daha doğrusu alışık) karakteriyle Emniyet (Polis) Teşkilatı’nın Ülkücü personel oldu. Bunu da mı nereden çıkardım? FETÖ, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sızdırdığı profile Kemalist takiyyesi yaptırırken Emniyet Teşkilatı’na sızdırdığı profile ise Ülkücü takiyyesi yaptırmayı başararak hangi alanda hangi türden bir tiyatro oynayacağını yıllara yaydı.
Bu noktada çok enteresan bir detay da zihnimde kıvılcım alıyor: FETÖ’cü işgalci darbe girişimi hakkında TBMM’de kurulan 15 Temmuz Darbe Komisyonu’na davet edilen dönemin Birinci Ordu Komutanı Orgeneral Ümit Dündar hakkında, henüz 15 Temmuz gecesi dahi konuşulan bir dedikodu, Dündar Paşa’nın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı arayarak “Emrinizdeyim” dediği ve “Sana nasıl güveneyim?” sorusuna “Beni Bahçeli’den sorun” cevabıyla Erdoğan’ın güvenini kazanıp darbenin kontrol altına alınmasında kendisine yardımcı olduğu şeklindeydi ki Dündar Paşa, söz konusu komisyonda verdiği beyanda böyle bir olayın kesinlikle olmadığını ifade etmişti. Öyleyse daha 15 Temmuz işgalci darbe girişimi henüz yaşanıyorken bu dedikoduyu sahaya ve gazetecilere sızdıran el, ne yapmaya çalışıyordu? 15 Temmuz 2016 işgalci darbe girişiminden henüz iki buçuk yıl önce, 17 ve 25 Aralık 2013 tarihlerinde Yargı’ya sızarak kendisini savcı ve hâkim olarak kamufle eden FETÖ’cü teröristlerle aynı plânda saf tutan ve Polis Teşkilatı’na sızmayı başarmış FETÖ’cü teröristler sivil görünümlü darbe yapmaya kalkışmışlarken ve teşkilat o dönemde henüz temizlenememişken, 15 Temmuz’da FETÖ’cü darbecilere karşı Polis Teşkilatı’nı harekete geçiren saik neydi? 15 Temmuz’dan sonra katıldığı ilk televizyon programında Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Darbeden nasıl haberdar oldunuz?” sorusuna verdiği “Eniştemden öğrendim” cevabındaki eniştesi kimdi? Aslında bu beyana karşı daha doğru soru şu olmalı: Enişte nedir?
Bugün, Yeni Türkiye’nin doğum günü. Yeni bir siyasete, yeni bir ekonomiye, sosyolojiye tekabül etmektedir. Her sorunun çözüm aracı siyasettir. Her sorunun çözüm zemini TBMM’dir. Eski Türkiye, toplumu potansiyel tehdit olarak algılıyordu. Türkiye’de millete rağmenciliğin sonu gelmiştir. Toplumsal meşruiyet, siyasetin ana dayanağıdır.
15 Temmuz ve AK Parti üzerinden bakınca görünen dünya
15 Temmuz’un küresel bir operasyon olduğunu, aldıkları ve almadıklarıyla düşünmek mümkün. Öncesinde dağılan Çözüm Süreci atılımı ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın AK Parti Birinci Olağanüstü Kongresi’nde sarf ettiği sözler düşünülünce, 15 Temmuz’un nasıl stratejiye karşı şekillendirildiğini görmek oldukça mümkün. Olağanüstü kongredeki konuşmayı kıymetli kılan, Sayın Erdoğan’ın en içten konuşması karakterini taşıması. Sayın Erdoğan her konuşmasında içten miydi? Hayır. Öyle olsa FETÖ elebaşını Türkiye’ye çağırdığı konuşması da içtenlik taşırdı. Ancak Birinci Olağanüstü Kongre konuşması, evvelâ “aşk” ögesi taşıyor ve Erdoğan’ın haritasında kimlerle birlikte olmak istediğini ve kimlerden uzak duracağını betimleyen işaretler içeriyor.
2004’teki BOP Eş Başkanlığı titrini iten, Ulusalcı NATO’yu ve FETÖ’cü NATO’yu deşifre eden, Avrupa ve İngiltere hegemonyasından sıyrılan ve ABD’nin son babda kurtulmak istediği adam olarak İsrail Dışişleri Bakanı’nın “Saddam” olmaya sürüklendiği şeklinde tanımlanan Recep Tayyip Erdoğan, acaba neyi çözümlemişti de herkes onunla yan yana gelmenin kendisine ağırlık kazandıracağını düşünmüştü?
Birinci Dünya Savaşı sonucunda dünyanın düzenleyicisi olduğunu zanneden İngiliz Kraliyet Hanedanı Windsorlar, İkinci Dünya Savaşı’nda derin ve şiddetli bir tehditle karşılaşmışlardı. Bunun üzerine ilk ödünü Filistin’de verdiler. Daha önce oyalamayı başarmışlardı. Ancak söz konusu oyalama taktikleri sadece Araplar üzerinde işe yaradı. Fakat Yahudiler, özellikle Siyonist Yahudiler istediklerini almaya kararlıydılar. İki güç arasındaki hesaplaşma ise büyüyordu. Hanedan, son olarak bir oğlunu daha Küreselci Siyonist zümreye kaptırınca, elindeki mülkü kaptırmanın da kaçınılmaz olabileceğini anladı. Zira bu tarih boyunca aynıyla vaki olmuştu. Bunun için kendi yolu olarak Bir Kuşak Bir Yol’a kapı araladı. Çin’le yürütülen bu ortak projenin en önemli durağı ise Türkiye idi. Türkiye’ninse ABD’li Pentagonist-Siyonist yapılanmaya karşı sağlam kalması gerekiyor.
Elbette bu senaryoya karşı Pentagonist-Siyonist yapılanmanın da bir plânı var. Bu plâna göre Türkiye’nin İngiltere-Çin arasındaki hattan çıkarılması gerekiyor. Bu noktada Türkiye’yi İsrail ile aynı hatta oturtmaya çalışan Küreselci payandalar, Türkiye’deki millî iradenin dönüşümü için ellerinden geleni yapıyorlar. 15 Temmuz’da bir iç savaş çıkması için hazırlık yapan bu cephe, 15 Temmuz’da ikinci bir plân olarak yarım bıraktığını düşündüğü bu hamlenin gerçekleşmesi için kutupluluğu artırmanın taşlarını döşüyor.
İngiliz-Çin hattında işleyen aklın senaryosunda “Recep Tayyip Erdoğan” ismine ve dolayısıyla millî iradeye yer verilmezken, Küreselci senaryoda da Sayın Erdoğan’a bir rol biçilmiyor. Zira iki cephenin de istediği, rakibi gördüğü güç ittifakına karşı Türkiye’yi yanına alırken Türkiye’nin kendi kontrolünde olması. Sayın Erdoğan’ın ise böyle bir kontrole artık tahammülü yok. “Artık” mı? Evet, daha evvel İngiliz, Mason ve Alman mahfillerinin yanında Ulusalcı NATO ve FETÖ’cü NATO üzerinden kuşatılan vesayet alanlarına Sayın Erdoğan özelinde Türk devlet aklının tahammülü yok ve kartlarını açık oynamaktan yana tavır alan bir işaretler dizisi söz konusu. Benim bu işaretlere ilişkin tek bir nokta dahi sunmam ise söz konusu plân kurgularını deşifre etmek olacağından ihanet derecesinde değerlendirebileceğim bir durum. Bu yüzden burada susayım. Kaldı ki, yanılıyor da olabilirim.
Ancak şunu beni ve Devletimizi ilgilendirmediği için not etmek mümkün: İngiltere-Çin hattında Erdoğan sonrası için düşünülen iki alternatif lider adayı da, Küresel kurgudaki iki lider adayı da fazlasıyla ortada. Bunlara karşı Türk Devleti’nin kurguları hazır.
15 Temmuz’un küresel bir operasyon olduğunu, aldıkları ve almadıklarıyla düşünmek mümkün. Öncesinde dağılan Çözüm Süreci atılımı ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın AK Parti Birinci Olağanüstü Kongresi’nde sarf ettiği sözler düşünülünce, 15 Temmuz’un nasıl stratejiye karşı şekillendirildiğini görmek oldukça mümkün.
MHP neden Anayasa Mahkemesi’ne takılıyor?
Söz konusu yeni kurguya, eski yazılarımdan bir alıntıyla devam ederek MHP lideri Sayın Devlet Bahçeli üzerinden kaydetmem gerek. Zira aynı senaryolarda kendisine yer verilmediğine dair izler, Türkiye’nin yeni bir inkılap evresine gireceğini bize haber veriyor:
“Bahçeli’nin, Türkiye’nin kaderine etkiyen pek çok söz ve eylemi mevcut. 1997’deki 28 Şubat tarihli post-modern darbeden sonra gerçekleşen ilk genel seçimleri hatırlayalım meselâ. O gün hâlihazırdaki Anasol-D iktidarının Başbakanı olan Bülent Ecevit’in liderliğindeki DSP, söz konusu erken seçimden birinci parti olarak çıkmış, ikinci sırada ise terör elebaşı Apo’yu idam etme iradesini göstereceği düşüncesiyle desteklenen MHP ise ikinci sırada TBMM’de koltuk kazanmıştı. Bu seçimin üçüncü partisi, 28 Şubat’la iktidarı adeta elinden alınan ve bir de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan Refah Partisi’nin ardılı kabul edilen Fazilet Partisi olmuştu. MHP Genel Başkanı Dr. Devlet Bahçeli, o gün ‘Fazilet Partisi ile DYP’yi yanına alarak kendisinin liderliğinde yeni bir güçlü kabine kurulması’ yönündeki tavsiyeyi ‘Onlar yoruldular’ diyerek dinlememiş, belki de Ülkücülerin iktidara bu kadar bütün dizginleri eline almış şekilde yaklaşması fırsatını değerlendirmemişti. Bu konuda şerde hayır, hayırda şer aramak mümkün. Söylenecek o kadar söz var ki…
Bahçeli’nin Türkiye’nin kaderine etkidiği duraklardan ilki belki budur. İkincisi ise, sözünü ettiğimiz tavsiyeyi reddedip DSP ve ANAP’la ortak olarak kurdukları koalisyon hükümetini dağıtacak erken seçim kararını aldırmak olmuştur mutlaka. Bahçeli için, ‘Aldırdığı erken seçim kararının bedelini Meclis’e girememekle ödedi’ diyebilir kimileri. Bense buna katılmam. Yine şerde hayır, hayırda şer aramanın zeminidir bu durum. Sadece AK Parti ve CHP’nin girdiği o Meclis’in ne gibi kararlar aldığını bazı yazılarımızda dile getiriyoruz. Neyse…
Üçüncü Bahçeli etkisi, 7 Haziran 2015 gecesi yine Bahçeli’nin sarf ettiği sözlerle gerçekleşmişti. Aslında 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinde, MHP siyâsî hayatının en yüksek oy oranlarından birine sahipti. Ancak Bahçeli, aynı gece herkes suspus olmuşken MHP Genel Merkezi’nde kürsüye geçip Cumhurbaşkanı Erdoğan’a seslenerek hemen erken seçim kararı almasını tavsiye etmişti. Hem de çok yüksek bir sesle. Erdoğan, Bahçeli’nin o gece verdiği tavsiyeye uymamıştı. AK Parti Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, bir koalisyon hükümeti kurmak için kendisinden görev almışsa da yerine getirememişti. O günlerde Türkiye’ye sözde zaman kaybettirilmişti birilerine göre. Öyle kaybedilen zamanın gözünü seveyim, iyi ki zaman kaybetmiştik. Bize zaman kaybettiren Bahçeli’den Allah razı olsun. Öyle ya, herkes eteğindeki taşları o günlerden itibaren dökmeye başlamıştı.
Dördüncü Bahçeli etkisi, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne giden yolu açan konuşmasıydı. ‘Fiilî durumu hukukî duruma da taşımak gerektiğini’ belirten MHP liderinin sözleri, Erdoğan’ın hayâl ettiği başkanlık sistemine geçiş için çok mühimdi. Ve nihayet Türkiye, yürütme erkinin en büyük belâsını başından savmış, rahata böylece, Bahçeli’nin etkisiyle ermişti. Bu duraktan sonra Bahçeli’yi hep Erdoğan’ın destekçisi olarak gördük. Erdoğan da Bahçeli’ye hürmette kusur etmedi. Hâl böyleyken, Cumhurbaşkanı Erdoğan, sistemin seçim yöntemine dair ‘yüzde 50 artı bir oyluk’ şartın kaldırılıp kaldırılmaması yönünde bir tartışma başlattı. Elbette sistem yöntemleri daima tartışılabilir. Ancak Bahçeli, Erdoğan’la aynı fikirde değil. Doğrusu bu konuda Bahçeli’nin düşüncesiyle hemfikir olduğumu itiraf etmeliyim. Zira bu çıkışla Cumhur İttifakı dağılabilir. Dağılsın, baki değil ya. Ancak karşı tarafta bir ittifak olmasa da masa altında nasıl bir olduklarını görmek zorundayız.
12 şehit haberinin (25 Aralık 2023) hemen ardından MHP’nin Meclis Grubu’nda konuşan Genel Başkan Devlet Bahçeli, hitabı boyunca özellikle dört konuya dikkat çekerek tekliflerini sıraladı.
Bence işte bu dört fikrin üzerinde ısrarla durulmalı. Belki yıllardır bizim de konuşup yazdığımız bu başlıklara bundan sonra bir çare bulunur.
O teklifler şöyle: “DEM Parti’nin seçim yardımı kaldırılıp şehit yakınlarına verilmeli. Teröre destek veren milletvekillerinin vekillikleri düşürülmeli. Kürsü dokunulmazlığı yönetmeliği yeniden düzenlenmeli. Ve Anayasa Mahkemesi ya yapılandırılmalı, ya kaldırılmalı!”
DEM Partisi’ne verilen Hazine yardımı kaldırılmalı: Buna katılmıyorum. Bu yardım bütün siyâsî partilerden kaldırılmalı. Emekli aylığı ile bir kalıp peynirin adeta skandal gibi bir boyutta seyrettiği ülkemizde, işsizlerin sözde siyaset yapmak üzerinden tüyü bitmemiş yetimin hakkına çöreklenmesinden artık iğreniyorum.
Teröre destek veren milletvekillerinin vekillikleri düşürülmeli: Hem de anında görüntü vermeli bu teklif. TBMM Başkanlığı makamı gümbür gümbür çalışmalı ve kürsü dokunulmazlığı yönetmeliği yeniden düzenlenmeli. Kürsü, Meclis’in kürsüsü. (Örneğin Ahmet Şık-Alpay Özalan manzarasında Şık’ın gerçekleştirdiği provokasyona karşı Özalan’ın gösterdiği tepki acaba Sayın Erdoğan tarafından nasıl değerlendirildi?) Elbette o kürsüye çıkan kimse, bu milletin meselelerini büyün açıklığı ve şeffaflığıyla dile getirmeli ve bunu yaparken üzerinde bir risk hissetmemeli. Ancak Devlet’in ilke ve esaslarına, milletimizin birlik ve temeline yönelik ifadelerin kullanılması, bu ülkenin hiçbir değerine hizmet etmez, edemez.
Bir de, Meclis kürsüsündeki dokunulmazlık, parti genel başkanları ve parti gruplarının baskısının da yer alamayacağı bir nitelikte olmalı. Kendisine oy verip destekleyen milletin sorununu ‘Genel başkanım gocunmasın’ diye dile getirmeyen vekil, vekil olamaz.
Ve Anayasa Mahkemesi’nin yeniden yapılandırılması veya tamamen kaldırılması meselesi… (Anayasa Mahkemesi ile Bahçeli MHP’sini karşı karşıya getiren şeyi sadece Türk ile Türkiyelilik tanımlaması üzerinden dahi sayfalarca anlatmak mümkün.)”
Bahçeli MHP’sinin Anayasa Mahkemesi’nin son zamanlardaki her tavrına takılıyor olmasının altında elbette AYM’nin verdiği siyâsî kararlar var. Bu anlamda AYM’nin “Ben siyasetin de üzerindeyim ve Cumhuriyet’in teminatı benim!” şeklindeki duruşu anlaşılıyor. Hatta bu duruş kamuoyunu da germiş durumda artık. Zira bugüne değin konuşulan vesayetler zincirinin dağıtılmasına rağmen adeta imamesi gibi bir darbe ürünü olarak orada durması ve siyaseti dizayn etmeye kalkışması, bu kurumun Kapıkulu Ocağı’nı Türkiye Cumhuriyeti itibariyle yeniden yapılandıranların şemasında hangi pozisyonda olduğunu da açığa çıkarıyor. TSK’da elitizm oluşturup Polis Teşkilatı’nda Anadolulu Ülkücü karakteri temellendirenlerin kurgusuna göre MHP ile AYM’nin karşı karşıya gelmesi çok normal. Bu açıdan bakıldığında bugün Cumhur İttifakı olarak yan yana duran AK Parti ile MHP fotoğrafına bakıp, daha 2022 Mart’ında İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’u misafir etmesine rağmen Sayın Erdoğan’ı “Saddam” olarak gören ve göstermek isteyen Siyonist aklın neden bu “Saddam” ikonunu kullandığını tekrar düşünmemiz gerekiyor.
Ve nihayet Türkiye, yürütme erkinin en büyük belâsını başından savmış, rahata böylece, Bahçeli’nin etkisiyle ermişti. Bu duraktan sonra Bahçeli’yi hep Erdoğan’ın destekçisi olarak gördük. Erdoğan da Bahçeli’ye hürmette kusur etmedi.
Saddam’ı Saddam yapan neydi?
Irak’ın devrik liderlerinden Saddam Hüseyin, Tikritli bir yerli isim. Baas (yani Arap Dirilişi) Hareketi’nin Irak’taki liderlerinden biri olarak evvelâ sosyalist bir anlayışa sahip. Asker kimliğiyle öne çıkmış olan Saddam Hüseyin karakterine baktığımızda Türkiye’deki TSK’da Kemalist (sosyalist-komünist) imajı görebiliyoruz. Ancak hem Türkiye, hem Irak halkına bırakılmayan bir yöntemdir ki, TSK ve dönemin Irak ordusunun personeli, sosyalist düşünceye sahip milliyetçi hüviyettedir. Aslında dünyanın her yerinde sosyalist-komünist milliyetçidir ama her nasıl gerçek kılınmışsa bu manzara Türkiye, Irak, Suriye ve Mısır’da birbirine rakip, hatta düşman cepheye konuşlandırılmıştır.
Saddam Hüseyin de bu yetiştirme yönteminin bir evlâdı olarak sosyalist tavırdadır ve icraatıyla milliyetçi görüntüye sahiptir. Herhangi bir askerî darbenin her an kendisini hedef alabileceğini öngörerek kendi polis teşkilâtını yapılandırmış ve adeta bir kapıkulu ocağı teşekkül ettirmiştir. Yıllar geçtikçe her birim ve personelin birbirinden şüphelendiği bir hafiyeler düzenine dönüşen bu teşkilat, Saddam Hüseyin’i halkı için bütüncül bir millî kurtuluş ve yükseliş ümidiyken algıda halkını oluşturan kimliklere baskı ve hatta katliamlar yapan bir caniye dönüştürdü. Şii Araplara, Kürtlere ve Türkmenlere uyguladığı zulümler, Saddam Hüseyin için ırkçı ve mezhepçi bir Sünnî Arap diktatör olarak cezalandırılması için yeterdi de artardı bile. Ve Junior Bush, bölgenin hâkimi İngiltere’nin kontrolünde bunun için gerçekleştirdi İkinci Körfez Operasyonu’nu.
15 Temmuz’da Türkiye’de bir iç savaş çıkarmak için plân yapanların Allah’ın kerem, nusret ve inayetiyle başaramadıklarını gördük. Ancak 15 Temmuz sonrasında uygulanması gereken rehabilitasyon ortamını özellikle organize edilmesini engelleyenlerin, bu kutuplu ve gergin ortamdan faydalanmak üzere bir gammazcılık, hafiyecilik, ispiyonculuk zemini kurarak ve göçmen varlığını da bahane ederek ırkçı ve mezhepçi bir iç savaş çıkarmak üzere Sayın Erdoğan’ı Türkiye Yüzyılı vizyonundan uzak tutmak istediklerini Türk Devleti görüyor ve not ediyor. Kara para operasyonlarından uyuşturucu çetelerinin çökertilmesine, mafyatik grupların dağıtılmasından FETÖ, PKK, DHKP-C gibi terör örgütlerinin Devlet’e sızma, Polis ve İstihbarat Teşkilatı’nda klikler oluşturma eylemlerine karşı yapılan harekâtlara ve tüm derin devlet yapılanmalarının ifşa edilmesi sürecine bu gözle bakmak gerekiyor.
Peki, bu süreçte AK Parti yani Erdoğan’ın aşkına düşen görev ne?
Hiçbir lider, “Beşinci çocuğum yüzünden dört çocuğumu ihmâl ettim, ama benim sevdam, tutkum” dediği dâvâsını, kendisini yok sayarak ve yeni kurguların elemanı olmak üzere ayrıca satarak yol giden rantçılara aşkını bırakır mı? Haydi o vazgeçecek olsa, mahallenin delikanlısının aşkına dışarıdan biri ilişecek olsa da o delikanlı buna şahit olmasa veya durumdan habersiz olsa, delikanlının civanmert dostları o yılışık terbiyesize müdahale etmeden bırakırlar mı? Diyorum ki, yeter ki mahallenin delikanlısı, aşkına yan gözle bakanlara karşı “Gözüm olun” dediklerinin kendisini uyandırmalarına uysun. Değilse, en üzerine düştüğümüz yerden imtihan oluruz…