1998 yılının sonunda, irtica tehlikesinden (!) kurtarılan Türkiye Cumhuriyeti’nin bankaları iflâs bayrağını çekmişti. Gecelik takaslarda karşılık kalan çıktı paralar geri dönmüyor, 2001’de patlak verecek devalüasyon krizinin kaldırım taşları döşeniyordu.
Projeleri arasına aldığı ne türden kalkınma hamlesi varsa çöp edilen Refahyol iktidarının mumla aranacağı günler, Türkiye’nin yeni milenyuma girişinde hazırlanacağı yeni senaryoya uygun şekilde dizayn ediliyordu. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), o dönem ABD Ankara Büyükelçisi olan Marc Grossman tarafından ilk kez dönemin Türk Hükümet yetkililerine ve ülkenin yetkili ve etkili isimlerine sunuluyordu.
Daha sonra ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı da olacak ve ABD Demokratlarının her iktidarında küreselci politikaları Türkiye’ye dayatacak bir Ortadoğu uzmanı olan Marc Grossman, “BOP” başlıklı teklifi de yine bir küreselci teklif olarak Türk Devleti’ne sunuyordu. Teklif Türk Devlet makamlarınca devlet sırrı kodlamasıyla “çok gizli” ibaresi altına alınırken, 1998 ilâ 2004 yılları arasında hiçbir mecrada konuşulmadı.
“Çok gizli” tutulan bu teklif daha sonra sadece Siyonist “Büyük İsrail” hayâliyle gündem olsa da Türkiye hakkındaki içeriği bakımından konuşulmadı. Bu teklife göre Ortadoğu’da sınırlar tamamen değişecek ve Güneydoğu Anadolu bölgesi Türkiye’den koparılırken, daha önce Osmanlı sonrasında İran sınırlarında bıraktığımız Güney Azerbaycan bölgesi Türkiye’ye verilecekti.
Söz konusu olay herhangi bir al gülüm ver gülüm işi kadar kolay olmayacakken, bu olay üzerine yapılan plân ve bu plâna bağlı teklifler nasıl rahatlıkla sunulabiliyordu peki?
Öncelikle fark edilebilir ki, bu tür teklifleri satın almaya çalıştıklarınıza değil, zaten satın almış olduklarınıza sunarsınız. Bu anlamda Büyük Ortadoğu Projesi’nin sadece otuz yıllık bir plânla çerçevelenmediği, bu projenin binlerce yıllık bir köke sahip olduğunu da fark etmeli ve satın alınanların sadece günümüzle ilgili değil, kök bakımından adeta bir satın alınmış bir ata silsilesine bağlı olduğunu anlamalıyız. Yani aslında mesele Sevr değil. Zira dünyanın en geniş topraklarına dahi egemen olsanız, size fikren, kalben ve zihnen egemen bir otoriteye bağımlıysanız, o geniş toprakların verimini hür şekilde idare edemezsiniz.
Bu anlamda PKK terör örgütü ile FETÖ terör örgütünün Türkiye’yi bu BOP plânına ikna edebilmek için bir yandan terör, bir yandan da bürokrasiyle nasıl tek eksende tutmak programlandığını 27 Mayıs Darbesi sonrası Seferberlik Tetkik Kurulu’nu inceleyerek başlamak mümkün. Teknik açıdan STK’nın Türkiye’de nasıl ileri derecede konuşlandığını, 1992 ile 1995 yılları arasında yaşanan faili meçhuller, suikastlar ve şüpheli ölümlerde arayarak görebiliriz. Peki, bu örtülü darbenin yürütüldüğü sürecin sonunda yani 1995 itibariyle Türkiye, ABD-NATO-Gladyo ekseninde nasıl ilerlemeye mecbur bırakılmıştı? Yani 1992-1995 arasındaki olaylarla hangi pozisyonlara nelerle müdahale edilmişti?
ABD kendi plânına zorlamaya başlarken
Suikast, faili meçhul ve şüpheli ölümler hizaya getirilen Türkiye’de muktedirler, toplumu doğrudan bağımlılık görüntüsünden uzak tutmak için halka iki düşman gösterdi ve bunlara karşı mücadele ettiğine dair VTR’ler hazırladı. Bu iki düşmanın birincisi PKK başta olmak üzere Sol tandanslı silahlı terör örgütleri, ikincisi ise sadece İslâm’ı konu alan din zemininde İslâm’ı medeniyetten geri kalmak mazereti saymaktı. Kısaca bu ikinci düşmanın adı “irtica” idi. Peki, ilk düşmandaki gibi bu düşmanın da temsilcileri yok muydu? Elbette vardı…
İşte 1995 itibariyle bu mücadele etkin şekilde yürütülecekti ve ABD-NATO-Gladyo üçlüsü bu mücadele sırasında Türkiye’nin bütün işlerine doğrudan müdâhil olurken kendisini saklamıyordu. Zira Türkiye’deki algı, bu mahfilin bağlıları tarafından “ABD Türkiye’nin dostu ve daima yanında” tümcesiyle pompalanıyordu. 1995’in 21 Mart’ında Türk Silahlı Kuvvetleri, PKK terör örgütünün Kuzey Irak unsurlarına yönelik 35 bin asker kuvveti ile Çelik Harekâtı’nı düzenledi. 2 Mayıs’ta sona eren operasyonla 568 terörist yakalandı. Dönemin ABD Başkanı Bill Clinton, dönemin Başbakanı Tansu Çiller ile bu operasyon üzerine görüşüyor ve sözde Türkiye’nin mesajını anladıklarını dahi beyan ediyordu.
Yüksek enflasyon ve sömürü boyutundaki sistematiğin yürümeye devam ettiği süreçte toplumu en bağlayıcı aksiyon araçları, toplumsal anlamda askerî operasyonlardan oluşuyordu. Bu anlamda Türkiye, komşuları itibariyle de hep tehdit altındaydı. Bu, daima böyle anlatılmıştı. Kuzey Irak’ta PKK’ya ve hatta Saddam Irak’ına gücünü gösteren TSK’nın bir de Yunan’a diz çöktürmesi, sistemin asayiş altında sürmesi adına iyi bir hamle olurdu. İşte bu sırada Kardak Krizi yaşandı. Türk bayraklı kargo gemisi Figen Akat, hem Türk, hem de Yunan kurtarma ekiplerinin müdahale ettiği Kardak kayalıklarında karaya oturdu. Ekipler arasında deniz sınırları üzerindeki yetki anlaşmazlığı, denizcilik otoritesi üzerinde daha büyük bir diplomatik ve askerî krize dönüştü. Türkiye bu krizde askerî hamle ve zekâ üstünlüğü sağlasa da ABD Başkanı Bill Clinton arabulucu oldu konu kapandı. Olayın ardından Yunanistan Genelkurmay Başkanının istifası Türkiye’de başarının delili sayıldı.
ABD, Türkiye’yi adım adım kendi senaryosuna hazırlamak üzere adımlarını atıyordu. Mısır’la birlikte düzenlediği Barış Zirvesi’nde Orta Doğu konuşulurken Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel zirvedeki yerini aldı.
Koalisyonlar dönemiyle bir türlü siyâsî ve idarî istikrarı yakalayamayan Türkiye’de Refah Partisi, 1996 Genel Seçimlerinde birinci parti olarak Meclis’e girdi fakat çok zorlu bir koalisyon görüşmeleri sürecinin ardından hükümet kurulabildi. Başbakan Necmettin Erbakan’ın başkanlığındaki Refah-Yol hükümeti, İran’dan yılda 10 milyar metreküp gaz alım anlaşması imzaladı. Erbakan, aynı ay içinde İran’a bir de ziyaret yaparak Ayetullah Ali Hamaney’le bir araya geldi ve İran’dan 4 milyon ton petrol almaya karar verildiğini açıkladı. Bu, Türkiye’nin mevcut senaryoya karşı bayrak açtığına dair önemli işaretlerden biriydi. Plânın uygulayıcıları bu ertelemeye nasıl cevap vereceklerdi?
1995’te Kuzey Irak’ta istihbarat paylaşımı yaparak PKK’ya karşı yapılan operasyonda Türkiye’ye sözde yardım eden ABD, 21 Ocak 1997’de PKK’yı bir terör örgütü olarak ancak tanımlama yoluna gitti ve ABD Dışişleri Bakanlığı, PKK’yı yabancı bir terör örgütü olarak kabul ederek ABD’nin terörle mücadelede Türkiye’yi desteklemeye kararlı olduğunu deklare eden bir bildiri yayınladı. Türkiye’nin ABD’ye PKK’yı bir terör örgütü olarak kabul ettirdiği konuşulurken bir diğer düşman ise Refah-Yol iktidarının sonunu hazırlıyordu. 28 Şubat 1997 günü girilen Millî Güvenlik Kurulu toplantısında dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan, Türkiye’nin en büyük düşmanının Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’ye göz koyanlar değil, irtica olduğunu dayatan Genelkurmay menşeli pazarlık listesiyle karşılaştı. Türkiye, derin bir kuyuya itilmişti. Umdukları, sürecin bin yıl sürmesiydi.
Refah-Yol iktidarının ipinin çekildiği bu süreçte apar topar hükümetler, apar topar gelişmeler ve apar topar seçimler dönemine girilmişti. 24 Nisan 1998’de ABD Savunma Bakanı William Cohen, Ankara’ya yaptığı ziyarette, Türkiye’ye silah satışlarının önündeki Kongre engelini çözme konusunda yardım sözü verdi. Zira ne de olsa artık sözde İran yanlısı idare çözülmüştü. Cohen, Ankara temaslarının ardından Boeing firmasına F-15 savaş jetleri için Türk Hava Kuvvetleri’ne gösteri ve brifing yapma izni verdi. 30 Ekim 1998’de ise Türkiye, Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı anlaşması için Ankara Deklarasyonu’nu imzaladı. Proje, Hazar Denizi’ndeki doğal gaz kaynaklarının uluslararası pazarlara taşınması için Rusya ve İran yollarına alternatif olarak tanımlanıyordu. Bugün Gazze’deki soykırım sırasında Azerbaycan petrolünün İsrail’e taşınabilmesi süreci de böylece başlatılmış, petrol üretici Arap ülkeleri ile İran’ın enerji ambargosu İsrail için böylece bir çözüme kavuşturulmuş oluyordu.
Dedik ya, apar topar gelişmeler süreci başlamıştı. 1997’de PKK’yı terör örgütü listesine kaydeden ABD, 17 Şubat 1999’da, Türkiye’ye bir hediye hazırlamıştı. Bunu şöyle izah etmek de mümkün: “Al gülüm, ver gülüm… Al gülüm, ver ver gülüm… Al gülüm, ver ver ver gülüm… E al gülüm, ver ver ver, daha da ver gülüm!”
Kenya’nın başkenti Nairobi’de Millî İstihbarat Teşkilatı ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ortak operasyonuyla terör örgütü PKK’nın elebaşı Apo yakalandı. CIA, Türk yetkililerle bilgi paylaşarak operasyona destek verdi. Yıllar sonra dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Ankara’daki bir konferansta kendisine sorulan “Apo’yu neden asmadık?” sorusuna, “Asmamak üzere verdiler” cevabını verdi.
Türkiye’ye verilenler Türkiye’den alınanların orantısız şekilde yayıldığı bu dönemin en köpürtülen algı yanında Türk Silahlı Kuvvetleri vardı. Ekonomi kopma noktasına hızla ilerlerken, medyada saçma sapan haberlerin servisi yapılıyor, bir de Türk’ün askerî kudretiyle birlikte darbeci zihniyetin göz kamaştırıcı büyüklüğü yüceltiliyordu. Apo teröristini yakalayan Türk askeri, dünyada da söz sahibi konuma oturuyordu tam da bu esnada. 26 Nisan 1999’da Türkiye, Kosova’da NATO birliklerine katıldı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Washington’da düzenlenen NATO Zirvesi’nde, “Kosova’daki bir sınır kavgası değil, çıkar mücadelesi değil, insanlık suçudur” yorumuyla ecdat yadigârı topraklarda neden bulunmamız gerektiğinden dem vurmuştu. Elbette o zamanlarda “Ne işimiz var Kosova’da?” diyen bir ses çıkmadı. Doğrusu da buydu zaten. Türkiye’nin Kosova’daki varlığından en çok rahatsız olansa Rusya olmuştu. Eksendeydik yani.
Kosova Savaşı’nın NATO’nun etkin askerî müdahalesiyle sona ermesinin ardından ABD Savunma Bakanı William S. Cohen, savaşın bölgesel etkilerini görüşmek üzere dönemin Millî Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu’nu Ankara’da ziyaret etti. Plân tıkırında ilerliyordu. Ancak daha olağanüstü bir şey, ABD-NATO-Gladyo plânına büyük katkı sunacaktı.
17 Ağustos 1999 günü Kocaeli Gölcük merkezli ve 7,4 şiddetindeki büyük deprem, Türkiye’yi büyük bir mateme, maddî ve manevî anlamda çok ama çok yüksek bir yıkıma uğrattı. Depremin ertesi günü dönemin ABD Başkanı Bill Clinton, ABD’nin Kızıl Haç arama kurtarma ekiplerini ülkemize gönderdi. Dönemin ABD Genelkurmay Başkanı Henry Shelton da Türkiye’ye gelerek ABD’nin askerî yardım sağlamaya hazır olduğunu bildirdi. Türkiye ekonomisi zaten bir açmaz içindeydi ve bu deprem, ülkeyi fena hâlde germişti. Dönemin Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Hikmet Uluğbay’ın sağ kurtulduğu intihar teşebbüsünü dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, IMF ile yapılan görüşmelerin artırdığı stresin Uluğbay’ı böyle bir eyleme sürüklediğini kamuoyuyla paylaşmıştı. Uluğbay’ı bu girişime iten saiklerin büyüklüğü ve fecaati, 2001’deki krizi hazırlayacaktı. Ancak bu durum, hızla ilerleyen plâna üstün bir hizmette de bulunuyordu.
Uluğbay’ın durumu, dizginleri doğrudan Başbakan Bülent Ecevit’in almasına neden oldu. Zira Türkiye’de bürokrasi, millî duruş lehinde ve ekseninde yürümüyor, bütün yolları bağımlılığa kayıtsız şekilde çıkarıyordu. Bülent Ecevit’in buna karşı gösterdiği hamle, bir medya oyunuyla tersine döndürüecek ve Türkiye tarihine bir çamur gibi çalınacaktı. Türkiye ile IMF arasındaki 3 yıllık stand-by anlaşması için müzakereler sürerken, Başbakan Bülent Ecevit, ABD Başkanı Bill Clinton ile bir araya geldi. Bu görüşmede Ecevit, IMF’den gelen 4 milyar dolarlık yardımın Türkiye’nin içinde bulunduğu malî kriz için yetersiz olduğunu belirterek Clinton’dan IMF yardımını artırmak için siyâsî desteğini istedi. Ve o hazin fotoğraf, tüm dünya kamuoyuyla paylaşıldı. Artık Ecevit için “Karaoğlan” yılları çok geride kalmıştı.
Bu süreçte bir de CIA’nın desteğiyle yakalanan PKK terörist başı Apo, idam cezasıyla yargılanmış ve bu ceza hakkındaki hüküm verilmişti. 2000 yılı, Türkiye için ciddî bir milenyum eşiğiydi ki bu hesaplaşmanın Türk milleti lehine bitmemesi için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, terör elebaşı Apo hakkındaki idam cezasının infazının ertelenmesine yönelik ihtiyatî tedbir kararı aldı. Türkiye için iki düşman belirleyenler, birinci düşman olan terörü ancak kendileri başlatıp kendileri bitirmeye kararlıydılar. Başbakan Ecevit, konu hakkındaki mağlûbiyeti açıkça ilân ederek idam cezasının kaldırılması yönündeki kararın yasa işi olduğunu ve bu işin mercinin de Meclis olduğunu hatırlattı. Dönemin ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Marc Grossman, hani şu 97’deki teklifin sözcüsü, idam cezasının Türkiye’nin kararı olduğunu belirterek adeta gelişmelerin arkasında kimin olduğuna dair iz bırakmıştı.
Dönemin ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Marc Grossman, hani şu 97’deki teklifin sözcüsü, idam cezasının Türkiye’nin kararı olduğunu belirterek adeta gelişmelerin arkasında kimin olduğuna dair iz bırakmıştı.
2001 krizine giden yol
Türkiye’de siyaset, bu virajın ardından yeni bir evrime girdi. Bülent Ecevit’in Türkiye Cumhurbaşkanı olmasını sağladığı Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer, 6 Eylül 2000 tarihinde New York’ta ABD Başkanı Bill Clinton’un daveti üzerine Millennium Forum’a katılmış ve dönüşünde belirgin şekilde Ecevit ve koalisyon ortağı MHP’nin lideri Devlet Bahçeli’nin tüm politikalarına tepkilerini sıralamaya başlamıştı. Sezer’in Cumhurbaşkanlığını ve seçilme sürecini düşünürken ilk akla gelen kriter darbeler olmalıyken, bu konu üzerinde hiçbir zaman düşünülmemişti. 1960 ve 1980 Darbelerinin askerler tarafından gerçekleştirilse de tüm yargılamalar ve sonrasındaki anayasa düzenleme süreçlerinin yargı elemanları eliyle hazırlandığı unutulmuş, hatta görmezden gelinmiştir. Buradan bakınca yüksek rütbeli askerlerin “Bu bir post-modern darbedir” diye tanımladığı 28 Şubat’ın arkasındaki yargı dayanağının temsilcileri kimlerdi?
Bu soru bir yanda dursun, New York’tan dönen Cumhurbaşkanı Sezer, ABD Başkanı Clinton’un Türkiye-ABD ilişkilerinin stratejik ortaklığa dönüşmesinde bizzat rol oynadığını vurgulayarak Türkiye’nin üzerinde durduğu ekseni işaret etmişti. Bu süreçte ABD Başkanı Bill Clinton, Başbakan Ecevit’ten NATO’daki veto yetkisini Avrupa Silahlı Kuvvetleri ve NATO çatısı altındaki yeni askerî düzenlemelere veya oluşumlara karşı kullanmamasını istedi. NATO, Türkiye’de kimlerle çalışmak istediğine artık karar vermişti. Sona yaklaşılıyordu. 19 Şubat 2001 günü gerçekleştirilen Millî Güvenlik Kurulu toplantısında Cumhurbaşkanı Sezer’in Başbakan Ecevit’e Anayasa kitapçığı fırlatması, pamuk ipliğini de koparmıştı.
11 Eylül, Yeni Türkiye ve Yeni Ortadoğu
Yerli parayı savunmak üzere gecelik faizlerin en şiddetli oranlara yükseldiği bu ortamda yoğun döviz talebi nedeniyle Merkez Bankası 5 milyar dolarlık döviz satışı gerçekleştirdi. Kamu bankalarının likidite ihtiyacının karşılanamaması ödemeler sistemini kilitledi. Bu çöküşü önlemek için Türk lirasının yabancı para birimleri karşısındaki değeri dalgalanmaya bırakıldı ve bir gün önce 670 bin TL olan doların değeri 1 milyon TL’yi aştı. Yabancı sermaye sahipleri İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’ndan kaçarken yabancı bankaların da vadesi gelmemiş kredilerini geri çekmeye başlaması, 19 Şubat’taki MGK’dan sadece iki gün sonra bankalar arası para piyasasında gecelik faizin yüzde 6200’e çıkmasına neden oldu. Kamu bankaları dışındaki özel bankaların pek çoğunda, banka sahiplerinin bankalardaki bütün mevduatları hortumlayarak yurt dışına kaçtıklarına şahit olundu.
“Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerinin ardından başka bankalara devredilen, birleştirilen ve kapanan bankaların sayısı 24’e ulaştı. Bu bankalara ait bin 790 şubenin kapısına kilit vuruldu. Türkiye Bankalar Birliği (TBB) verilerine göre, Kasım 2000 krizinden 2002’ye başka bankalara devredilen, birleştirilen ya da kapanan 24 bankanın 16’sını özel bankalar, üçünü yabancı bankalar, dördünü kalkınma ve yatırım bankaları, birini ise kamu bankaları oluşturdu. Bankacılık sektörüne yönelik operasyonların büyük bölümü, Şubat krizinin patlak verdiği 2001 yılında gerçekleştirildi. Yaşanan krizin ardından sektöre yönelik sürdürülen yeniden yapılanma çalışmaları çerçevesinde birleşen ya da kapanan 18 banka sistemden çıktı. 2001 yılında sekiz banka Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na alındı. TMSF bankalarından Egebank, Yurtbank, Yaşarbank, Bank Kapital ve Ulusal Bank, Sümerbank’la birleştirildi. Sümerbank 2001’de Oyak Grubu’na satıldı. Fon bünyesindeki İnterbank ve Esbank, Etibank ile birleştirildi. 2001 sonu itibarıyla Etibank’ın bankacılık lisansı iptal edildi. Ayrıca Demirbank’ın HSBC Bank’a, Sitebank’ın da Novabank’a satışları yapıldı. 2001 yılında İktisat Bankası, Kentbank, Okan Yatırım Bankası ve Atlas Yatırım Bankası’nın bankacılık işlemleri izinleri kaldırıldı. Rabobank Nederland ile mahkeme süreci uzun süre devam eden Türkbank ise tasfiye edildi. Ayrıca kamu bankalarından Emlak Bankası, Ziraat Bankası’na devredilerek kapatıldı. (Bugün Emlak Bankası’nın Emlak Katılım Bankası olarak yeniden kurulması bu cepheden bakıldığında olağanüstü bir işlem olarak karşımıza çıkıyor. Kaldı ki, Ziraat Katılım ve Vakıf Katılım Bankalarının varlığı da aynı atılım düşüncesinin önemli olumlu sonuçlarıdır./ M.S.B.)
Körfezbank ile Osmanlı Bankası, Garanti Bankası bünyesinde; Sınai Yatırım Bankası Türkiye Sınai ve Kalkınma Bankası’yla, EGS Bank ve Toprakbank Bayındırbank’la, Morgan Guaranty Trust ise The Chase Manhattan Bank’la birleştirildi. Tekfen Yatırım Bankası Bank Expres’e devredilerek Tekfenbank’a dönüştü. Bankaların Kasım 2000’de 7 bin 837 olan toplam şube sayısı, 2002’de 6 bin 47’ye indi. Söz konusu şubelerin 929’u 2001 yılında, 86’`i ise 2002’nin ilk 10 aylık döneminde kapandı. Kamu bankalarının kapatılan şubelerinin sayısı 803 oldu. Bunun 405’ini Ziraat Bankası’na devredilen Emlak Bankası’nın şubeleri oluşturdu. Halkbank’ın 256, Ziraat Bankası’nın da 129 şubesinin kapatıldığı belirlendi. Özel bankaların son iki yılda 239, fon bankalarının 828, kalkınma ve yatırım bankalarının ise 11 şubesi kapandı. TBB verilerine göre yabancı bankaların şube sayısının ise anılan dönemde 91 adet arttığı belirlendi.”
Türkiye, bu dönemde hortumlanarak kaçırılan 46 milyar dolarından oldu.
ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld de o dönem kriz altındaki Türkiye’ye yaptığı ziyaret sonrasında, Irak konusunda iki ülke arasında görüş farklılıkları olduğuna değinerek Türkiye ile sadece mevcut yapıcı diyaloğun devam edeceğini söylemişti. ABD ile Türkiye arasında daha da ABD’nin istediği ve beklediği görüşlere sahip olanlar kimlerdi peki? Neredeydiler? Bekleyişteler miydi? Onların kopan bu ekonomik krizdeki payları neydi?
Dünyanın en geniş topraklarına dahi egemen olsanız, size fikren, kalben ve zihnen egemen bir otoriteye bağımlıysanız, o geniş toprakların verimini hür şekilde idare edemezsiniz.
11 Eylül 2001, dönemin ABD Başkanı George W. Bush’un deyimiyle herkesin safını seçmesi gerektiği yani dünya kamuoyunda ya ABD’nin dostu ya da ne olursa olsun terörist olarak tanımlanacağı eşik olmuştu. Irak hakkında Türkiye’den şimdilik istediğini alamayan ABD, acaba bu ülke için ne plânlıyordu ana plânına uygun olarak?
Dışişleri Bakanı İsmail Cem, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’in davetlisi olarak Washington’a gitti. Görüşmenin ardından Ecevit, “ABD hem bizim yakın dostumuz, hem de müttefikimiz. Fakat şimdi Afganistan olayları dolayısıyla daha yakından ilişki kurmamız gerekiyor” dedi. Bir anda rüzgâr tersine dönmüştü ve Türk Hükümeti, adeta kurtulmak için çırpınma hareketleri yapmaya başlamıştı. Ancak dedik ya, ABD kiminle çalışacağına karar vermişti. Bu yüzden Afganistan konusunun ardından ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, Türkiye’yi adeta test edercesine, komşusu Irak’ta Saddam iktidarına karşı ABD ile tam bir iş birliği içinde olduğunu söyleyerek bir emrivakiye imza attı. Ecevit, ABD Başkanı Bush’la görüşmek üzere ABD’ye giderken, Mart 2002’de ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Ankara’da Başbakan Bülent Ecevit ile Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nu ziyarete gelmişti. Artık BOP’a dair plânın yeni aşaması Irak’la başlatılmak isteniyordu.
2 Mayıs 2002’de Türkiye, Uluslararası Güvenlik ve Yardım Gücü’nün (ISAF) komutasına katılma kararı alarak Afganistan’da ABD’yle yan yana durduğunu deklare etti. 7 Temmuz 2002’de ise Anasol-M hükümeti, 3 Kasım 2002 günü Türkiye’de erken bir genel seçim için karar alındığını ilân etti. 3 Kasım 2002 Genel Seçimlerinin açık ara ve tek başına iktidar olarak galibi AK Parti oldu. Lideri Recep Tayyip Erdoğan ise siyaset yasağı nedeniyle Meclis’e girememişti. Bu nedenle Abdullah Gül, 18 Kasım 2002 ile 14 Mart 2003 tarihleri arasında Başbakanlık görevini idare etti. Gül’ün Başbakanlığı döneminin ABD ile ilişkiler noktasındaki ilk ve en dikkat çekici başlık, Türkiye’de ABD’ye ait Muhtemel Hava Kuvvetleri Konuşlandırılması yönündeki görüşmeler oldu. ABD, olası bir Irak operasyonunda kullanmak üzere Türkiye’nin onayı ile F-117 savaş uçakları ve B-2 bombardıman uçaklarının Türkiye’de konuşlandırılmasını talep etmişti. Buna göre İncirlik Hava Üssü’nün yanı sıra Diyarbakır, Batman, Malatya Erhaç, Çorlu ve Muş Havalimanları ile Mersin ve İskenderun Limanlarında ABD heyetleri teknik tespit incelemeleri gerçekleştirdiler. (Bugünden bakıldığında Türkiye haritasının stratejik hatlarının Türkiye’den bağımsız ve Türkiye’nin güvenliğine zafiyet meydana getirecek şekilde ABD’ye bırakıldığını görmek ayrıca üzüntü verici.)
Bu isteği karşısında ABD, altı milyar dolarlık hibe ve yirmi milyar dolarlık da kredi garantisini Türkiye’ye verdi. Ancak henüz Başbakanlık görevini eline dahi almamış olan AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Washington hem yardım, hem de Türkiye’nin savaştaki rolü konusunda yazılı garantiler vermedikçe, Türkiye, üslerini ABD birliklerine açmaz” açıklamasında bulundu. Türkiye’nin üslerini Amerikan askerlerine açıp açmayacağı konusundaki tartışmalar 1 Mart 2003 günü Meclis’te oylamaya sunuldu. TBMM, önergeyi reddetti. Başbakan Abdullah Gül, “Meclis’in kararına hepimiz saygı duymalıyız. Bu demokrasinin gereğidir” dedi. Buna cevaben ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Robert Pearson, oylamadan duyduğu hayal kırıklığını dile getirmekle birlikte ABD’nin Türk hükümeti ile diyaloğunu sürdüreceğini söyledi. Tasarının reddedilmesi, Irak operasyonunda ABD kuvvetlerinin mühimmat, yiyecek ve yakıt ikmalini çok daha zor hale getirdi. Bu konudaki en özel görüşlerimi birkaç 1 Mart Tezkeresi konulu dosyamızda not etmiş, Erdoğan ve Gül’ün düşüncelerinin farklılıklarına çok defa değinmiştik.
19 Mart 2003 günü TBMM’ye, TSK’nın Kuzey Irak’ta 6 ay süreyle bulunmasına yönelik tezkere sunulmuş, tezkerenin Meclis’teki kabulünden beş saat sonra ABD Irak’ı vurmuştu. Ve 4 Temmuz 2003 günü Kuzey Irak’ta konuşlu Özel Kuvvetler mensubu 11 Türk askeri, ABD askerleri tarafından başlarına çuval geçirilerek Türk karakolundan alındı. Bu olay 1 Mart’ın intikamı olarak görülürken, 4 Temmuz hakkında AK Partili yetkililer arasında ayrışmalar yaşandı. 14 Mart itibariyle Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olan Abdullah Gül, kredi talebinde bulunmak üzere ABD’yi ziyaret etti. İyi de, madem kredi istenecekti, neden ABD’nin verdiği 6 milyar dolarlık hibe ile 20 milyar dolarlık kredi sözü kabul edilmemişti? Gül, ABD’den gelecek 1 milyar dolarlık hibe ve 8 buçuk milyar dolarlık kredi için resmî başvuruların yapılacağını duyurdu. Erdoğan ise ABD Başkanı Bush’u Başbakan sıfatıyla ilk kez 6 Aralık 2003 günü ziyaret ederek teröre karşı mücadele, Afganistan ve Irak’ta iş birliği, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik süreci ve Kıbrıs sorunu hakkında konuştu. Bu görüşmeden kısa süre sonra Afganistan’daki Uluslararası Yardım ve Güvenlik Gücü ISAF-7’yi komuta etmek üzere Türk Silahlı Kuvvetlerinden 900 asker Afganistan’a gönderildi, bir buçuk ay sonra ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yine Beyaz Saray’da Bush ile bir araya gelerek Kıbrıs konusunda BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın programladığı geçiş plânını müzakere etti. Kıbrıs konusundaki ABD’li yetkili, doğrudan Irak işgalini plâna döken Colin Powell olacaktı. BOP, adım adım çanlarını çalıyordu.
Tarih ne kadar enteresan ve ne kadar ilginç tekerrürlere sahip. 10 Temmuz 2024 günü New York’ta düzenlenen NATO Liderler Zirvesi’nde, 2026 NATO Liderler Zirvesi’nin Türkiye’de gerçekleştirilmesine karar verildi. Bundan 20 yıl önceki NATO Liderler Zirvesi, Bursa’da gerçekleşmişti. 2018 yılında İngiltere Kraliçesi Elizabeth de Bursa’da birkaç gün geçirmişti. Ancak o NATO Zirvesi’nin en dikkat çekici detaylarından biri, Cumhuriyetçi Başkan Bush’a bu şehirde suikast girişiminde bulunulmasıydı. Suikast girişimini El-Kaide bağlantılı bir terör örgütü üstlenmişti. Bu NATO buluşması öncesinde Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, NATO Zirvesi öncesi İstanbul’a gelen devlet ve hükümet başkanlarına Dolmabahçe Sarayı’nda akşam yemeği vermiş, yemek öncesi yaptığı konuşmada, “NATO İttifakı, güvenlik ve istikrarın paylaşılması açısından elzemdir” demişti.
Komşuların bütünlüğü hassasiyeti
2010’da sözde “Arap Baharı” ismiyle ortaya çıkan süreçle Arap ülkelerindeki idarelere müdahale eden BOP plânlayıcıları, Suriye’de kalıcı ve bölgeyi yenileyici bir politika yürüterek ülkenin bölünmesi için bugüne dek ellerinden geleni yaptılar. Bu devrede karşılarına çıkan en ciddî engel, Türkiye’nin yürüttüğü siyaset oldu. İç savaştan kaçan göçmenleri ve mültecileri kabul ettiği gibi, maddî ve manevî çok büyük maliyetlere katlanan Türkiye, Suriye’nin bütünlüğü için elinden geleni yaptı, yapmaya devam ediyor. Bu anlamda Türkiye’nin Recep Tayyip Erdoğan liderliği bakımından güttüğü bu tavrı, aslında 2005’te Irak’ın bütünlüğü için de işlettiğini hatırlamalıyız. Tıpkı Suriye İç Savaşı’nda güvenli ve tarafsız bölgeler oluşturulması yönündeki teklifi gibi Irak’taki Sünnî ve Türkmen katliamlarını önleyip demografinin bozulmasını engellemek üzere Erdoğan, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ile buluşmasında Kerkük’ün hiçbir etnik grubun kontrolüne verilmemesi belirterek şehrin özel statüde kalması gerektiğini vurgulamıştı. Ancak karşı taraf aklına BOP’u koymuştu bir kere. Ki bu plânın en derinlemesine işlediği ve Türkiye’nin en problemli ABD ilişkileri süreci ise, FETÖ/PDY terör örgütünün iltifatla köpürtmekten çok hoşlandığı Barack Usain Obama’nın ABD Başkanı seçilmesiyle başlayacaktı…
Bu dönemin ilk ikili icraatı, 23 Ocak 2009’de gerçekleşti. Taraflar, askerî ve istihbarat alanında birlikte çalışma konusunda Türkiye-Irak-ABD mekanizması üzerindeki iş birliğini derinleştirmeye karar verdiler. Bu kapsamda Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari, Erbil’de üçlü bir iş birliği mekanizmasını temsil eden ortak komuta merkezi kurulmasının plânlandığını bildirdi. Mart 2009’da ise Obama yönetiminin Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Başbakan Erdoğan ile görüşmek üzere Ankara’ya geldi. Filistin, Irak, Afganistan ve terörle mücadele konusunda yapılan görüşmeden bir ay sonra ABD Başkanı Obama bizzat Türkiye’ye yaptığı ilk resmî ziyarette Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile bir araya geldi, ayrıca TBMM Genel Kurulu’nda bir konuşma yaptı.
Türkiye’nin ABD’deki Obama yönetimiyle girdiği zorlu mücadele devresi, Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı döneminde uzlaşı görüntüsü veriyordu. Ancak arka plânda yaşananlar, Davutoğlu’nun yürüttüğü politikalar üzerinden AK Parti’de bir ayrışmanın yaşandığına dair ilk işaretleri veriyordu. Türkiye’de siyaset ve dolayısıyla siyasete olan bakış, Davutoğlu ile büyük bir yanılgılar yumağına hapsolmuştu. Türkiye’nin bu süreçte kullandığı aygıtlardan en toplumsal olanı, kulağa belki komik gibi gelebilir ancak “Kurtlar Vadisi” adlı dizi filmdi. Öncesinde Türkiye’de umutsuzluğa düşen ve devletinin güçsüz ve kendisine gelecek vadetmeyen bir pozisyonda olduğunu düşünen Türk toplumu, dizinin 2002 yılının ikinci yarısında yayın hayatına girmesiyle birlikte devletine olan güvenini devletinin arkasında durarak sürekli şekilde göstermeye başlamıştı. Olağan hâlde seçimler sırasında başarısız olanı derhâl değiştirmeye alışmış olan halk, bu başarılı ve olumlu toplumsal algı yönetimiyle desteklediğinin verdiği mücadelenin büyüklüğüne inanarak, düşmanın örneğin sadece PKK gibi bir terör örgütü olmadığının arkasını görerek ya da kabul ederek, adeta altyapıya yatırım yapan bir spor kulübünün emektar hocaları ve yönetimi gibi devletini yönetmeye müdâhil oluyor ve hatta bizzat bu duyguyu hissediyordu.
Ancak Davutoğlu’nun Dışişleri ve sonrasında da Başbakanlığı döneminde Kurtlar Vadisi, bir açmaza girdi. Toplumsal boyuttaki algı yönetimi de bu süreçte kısırlaştı. Örneğin Davutoğlu Başbakan olduğunda Kurtlar Vadisi, onunla özdeşleştirdiği karakteri Türk derin devletinin en başı olarak göstermişti. Ancak Türkiye’nin gerçekleri hiç de öyle yürümüyordu ve toplumsal algı yönetimi programı artık yıkılmıştı.
İfade ettiğimiz gibi, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun uzlaşmayla hâllettiği düşünülen tüm işler, sonrasında Türkiye’nin başında duran bir belâ olarak algılanır oldu. Örneğin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile BM Güvenlik Konseyi Başkanlık Ofisinde bir araya gelerek verdiği poz tüm dünya kamuoyunda Türkiye’nin çok büyük kazanımlar elde ettiği sanrısı oluştursa da maalesef Türkiye bir karanlığa çekiliyordu. Ya da onun tam yetkili olduğu günlere kadar Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, o dönem Başbakan olarak Erdoğan için sürekli görüşülebilen bir kardeş mesabesindeyken, Davutoğlu ile “Katil Esed” oluvermiş; Emevi Camiî’nde kılacağı Cuma namazıyla Suriye, o Esed’in ansızın alınabileceği bir yer oluvermişti. Onun çıkışları, Arap Baharı’nın Suriye’deki ilk hareketlenmelerinin yaşandığı Hama ve Humus şehirlerini yaşanmaz hâle getirmişti. Davutoğlu’nun eline aldığı dizginler, artık siyasetle değil, merhametle konuşturmaya başlamış, Erdoğan da olanlara Davutoğlu’nun yönlendirdiği hisleriyle tepki verir olmuştu. 9 Ağustos 2011 günü Başbakan Erdoğan, Suriye için, “Artık son uyarıyı yapmanın zamanı geldi” dedi. Hükümet Sözcüsü ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ise, Esad rejimine Suriye’de can kaybının durdurulması ve demokratik reform taleplerinin karşılanması gerektiğini bildirdi. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bu mesajları Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a resmen iletmek üzere Suriye’ye gitti.
Bugün gelinen noktada, 2024’ün Temmuz’unda gerçekleştirilen NATO Liderler Zirvesi’nde Başkan Erdoğan’ın Suriye hakkında gerçekleştirdiği konuşma ve Esad’a yaptığı çağrı, geriye dönüldüğünde BOP plânlayıcılarının nasıl bir harita üzerinde çalıştıklarını yeniden hatırlatıyor. Dilerseniz bu süreci kısa kısa kronolojik bir sıralamayla takip edelim…
PKK dönüştürülerek ABD himayesine alınıyor
Erdoğan, 2011’de terör örgütü PKK’ya karşı mücadele hakkında ABD’ye bir talep listesi gönderdi. PKK terör örgütünün Eylül 2010’daki saldırılarının ardından Obama, Türkiye ile terörün önlenmesinde yönelik güçlü bir ortaklık kurulacağını belirtti. Bu anlamda Türk Genelkurmay Başkanlığı ile ABD Savunma Bakanlığı arasında Türk Kara Kuvvetleri İrtibat Subayları ile ABD Kara Kuvvetleri İrtibat Subaylarına İlişkin Mutabakat Zaptı imzalandı. Anlaşma çerçevesinde iki ordunun irtibat subayları arasında değişim programları başlatıldı. Ardından 2011’in sonunda ABD Başkan Yardımcısı Biden, İstanbul’da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile görüştü. Cumhurbaşkanı Gül ziyarette, terör örgütü PKK ile mücadelede ABD’nin Türkiye’ye yaptığı yardımdan bahsetti ve İran’ın nükleer programı hakkında arabuluculuk çabaları için Gül’e teşekkür etti. Tabiî bir de Mavi Marmara olayı yaşanmıştı Mayıs 2010’da. İsrail ile ilişkilerini dondurduğunu duyuran bir Türkiye vardı. Obama, tam bu esnada CNN’e bir röportaj vererek Türkiye Başbakanı Erdoğan’ı en güvenilir arkadaşlarından biri olarak niteledi. Yoksa ABD, İsrail’e karşı Türkiye’nin yanında mı yer alıyordu? FETÖ’nün söyledikleri doğru muydu yoksa?
Aynı günlerde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile Washington’da ortak basın toplantısı düzenledi. Davutoğlu, “Suriye’de şiddet artıyor. Artık bekleyecek durumda değiliz. İnsanların bombalanmasına seyirci kalamayız. İnsanî bir girişimin başlatılması gerekiyor” dedi. 13 Mart 2012 günü ise, 4 Temmuz 2003’teki çuval olayını hazırlayan General David Petraeus, CIA Başkanı unvanıyla Başbakan Erdoğan ve MİT Başkanı Hakan Fidan ile görüştü. Fidan ve Petraeus, terör örgütü PKK ile mücadelede iki ülke istihbarat teşkilatları arasındaki iş birliğinin geliştirilebileceğini ele alarak bölgesel düzeyde, başta Suriye olmak üzere Irak’taki siyâsî gelişmeler de görüşmelerde yer aldı. Uluslararası düzeyde İran’ın nükleer programı ve Afganistan, gündemin ilk sıralarında yer aldı.
11 Ağustos 2012’de ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Başbakan Tayyip Erdoğan ile bir araya geldi. Clinton, “Amerikan ve Türk ekipleri arasında notlarımızı paylaştık ve ortak bir operasyonel masa oluşturmak istedik” açıklamasında bulundu. Ayrıca Suriyeli Muhaliflere yardımcı olmak için uçuşa yasak bölgeler veya tampon bölgeler oluşturulması gibi önlemleri değerlendirdiklerini söyledi. Bu, Türkiye’nin teklifiydi ancak ABD bu plânı asla gündemine almadı. Suriye ile tırmandırılan açıklama gerilimi için son raddede bir ateş gerekiyordu, o da oldu. Suriye Rakka’daki Tel Abyad bölgesinden atılan top mermileri Şanlıurfa Akçakale’ye düşerek 5 vatandaşımızın ölümüne neden oldu. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, hemen ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile görüştü ve Clinton, BM ve NATO’da Türkiye’ye gerekli tüm desteği vereceklerini belirtti.
Bu saldırı sonrasında ABD Savunma Bakanı Leon Panetta, Adana’daki 10’uncu Tanker Üs Komutanlığı’nda konuşlu 39’uncu Wing Komutanlığı yetkilileriyle görüşmeye geldi. Panetta, Türkiye’ye iki Patriot sisteminin konuşlandırılması, ayrıca 400 askerin bu görev için Türkiye’ye gönderilmesini içeren kararı imzaladığını açıkladı. Acaba Türk askeri kendisini savunmaya, ülkesini savunmaya muktedir değil miydi?
NATO kararına uygun olarak Suriye sınırı boyunca Patriot füzesavar bataryalarının konuşlandırılması operasyonuna dört yüz ABD askerî katıldı. NATO; Almanya, Hollanda ve ABD’nin Türkiye’ye ikişer Patriot bataryası konuşlandırmayı teklif ettiğini duyurdu. Almanya bataryalarını Kahramanmaraş’a, Hollanda bataryalarını Adana’ya ve ABD bataryalarını Gaziantep’e konuşlandırdı. Dağıtım operasyonu iki hafta sürdü. Buna sözde tepki gösteren terör örgütü DHKP-C, Ankara’daki ABD Büyükelçiliği girişinde intihar saldırısı düzenledi. Saldırıda iki büyükelçilik personeli öldü. Türkiye ABD karşısında ne kadar minnettar kalsa azdı (!). Hem Türkiye’yi savunuyordu, hem de Türkler ABD’ye saldırıyordu. Bu nasıl da bir nankörlüktü böyle.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Mart 2013’te ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile görüştü ve ikili ilişkilerin “mükemmel düzeyde” olduğunu kaydetti. “Sayın Cumhurbaşkanımızın ve Sayın Başbakanımızın Sayın Obama ile ilişkileri yakın ve çok sık istişare anlayışı içinde yürümektedir” diyen Davutoğlu’na karşılık Kerry, ABD’nin bir yanda El-Kaide, diğer yanda PKK ve diğer tüm terör örgütleri olmak üzere terörün her türüne karşı mücadelesinde NATO müttefiki Türkiye’nin yanında olduğunu belirtti. İki hafta sonra yeniden buluşan bu ikili, İstanbul’da bir araya gelerek Filistin, Suriye, Irak ve Kıbrıs’ı konuştu.
Büyük Ortadoğu Projesi’nin sadece otuz yıllık bir plânla çerçevelenmediği, bu projenin binlerce yıllık bir köke sahip olduğunu fark etmeli ve satın alınanların sadece günümüzle ilgili değil, kök bakımından adeta bir satın alınmış bir ata silsilesine bağlı olduğunu anlamalıyız. Yani aslında mesele Sevr değil.
Kasım 2013’te ABD, Suriye’den gelebilecek hava saldırılarına karşı Türkiye’nin Suriye Sınır Hava Sahasını korumak için iki Patriot füze bataryası taahhüdünü uzattığını söyledi. Eylül 2014’te ise Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD Dışişleri Bakanı Kerry’yi Ankara’da ağırladı. Görüşmede Suriyeli Muhaliflere lojistik destek ve insanî yardım desteği konuları konuşuldu, ancak ABD için “Suriyeli Muhalif” terimi sadece PKK’dan dönüştürme PYD, YPG ve sonrasında SDG ismini alacak örgütlerden oluşan topluluklardı. Yani ABD, Türkiye’ye blöf yapıyor, Türkiye’nin barışçı çözümlerine karşı yapılanma kurarak Suriye’de Türkiye’yi zora düşürecek ikinci aşama plânını devreye sokuyordu. Kaldı ki bugün gaflarıyla meşhur mevcut ABD Başkanı Joe Biden, o günlerde ABD Başkan Yardımcısı unvanıyla Harvard Üniversitesinde yaptığı konuşmayla bu plânı yine gaf oldubittisine getirmeye çalışıyordu. Güya Türkiye ve diğer Sünnî müttefiklerinin Suriye lideri Beşar Esad’ı devirmeye çalışırken muhalefete önemli miktarda para ve silah aktardığını söyleyen Biden, “Müttefiklerimizi Suriye’deki muhalif gruplara yardımı kesmeye ikna edemedik” diyordu. Erdoğan ise bir iftira ve yalanla karşı karşıya olduklarını dile getiriyor ve sonrasında Biden, Erdoğan’ı arayıp özür diliyor, ABD Başkanlık Sözcüsü, Hürriyet gazetesine Biden’in Erdoğan’a hayran olduğunu bile söylüyordu. Türkiye’nin Suriye’de PKK kartını gördüğünü fark eden ABD, bu kez sonraki Başkan Donald Trump’un da itirafıyla ifade ettiği IŞİD’i Türkiye’nin başına belâ etmeye hazırlanıyordu.
IŞİD’in ilk saldırıları sonrasında Biden, Kasım 2014’te Türkiye’ye gelerek Erdoğan ile görüştü. Görüşmenin ardından düzenlenen ortak basın açıklamasında Erdoğan, uluslararası toplumun Suriye konusunda istikrar ve barışı sağlayacak kadar etkili olmadığını belirtti. Yani kısaca, “ABD’ye inanmıyoruz” dedi. Oynadığı kartların fark edildiğini görerek köşeye sıkışan ABD, Türkiye ile Suriye’deki
Muhalif gruplar için Şubat 2015’te Eğit-Donat Programı Mutabakatını imzaladı. Ancak Türkiye, bu dönemde hadsiz bir büyükelçiyle de tanışmıştı: John Bass.
(John Bass’ı andığımızda şu notu bu pasaja ilâve etmemiz gerekiyor. Zira Türkiye aynı yıllarda dünyada ekonomik büyüme yaşayabilen ilk ülkeler arasında geliyordu. Fakat Suriye süreci göstermişti ki, ABD-NATO-Gladyo eksenine güven olmazdı ve her gösterge tersine dönebilirdi.)
ABD ve Türkiye, bomba taşıyan insansız hava araçlarının (İHA’lar) İncirlik Hava Üssünden havalanarak IŞİD hedeflerini vurması konusunda anlaştılar. Bu sırada Kafkaslarda da işler karışıktı. Rusya, Ukrayna’ya karşı operasyon başlatarak Kırım’ı ilhak etmişti. Kırım, Türkiye için hassas noktalardan biriydi ve ABD bu kartı kullanmaktan hiç çekinmiyordu. Suriye’de ise IŞİD’e karşı mücadele için bir koalisyon kurulmuştu. Doğrusu bu koalisyon, bir terör örgütüne karşı güç yetirememekten değil, Türkiye’nin verdiği mücadeleyi akim kılmak için kurulmuş gibiydi. Hatta gibi değil, öyleydi. Türkiye, bu süreçte ABD ve Koalisyon güçlerinin kullanımı için İncirlik Hava Üssünü açma konusunda ABD ve Koalisyon güçleriyle anlaştı. Bunun üzerine ABD Hava Kuvvetleri, Koalisyon güçlerine katılmaları için F-16 savaş uçaklarını İncirlik Üssüne gönderdi. Aynı şekilde İncirlik Hava Üssünde de yaklaşık 300 ABD askerinin görev yapacağı açıklandı. Türk Hava Kuvvetleri de bu koalisyona katıldı. Ve bu sırada en istenmedik olaylardan biri gerçekleşti. 2 Aralık 2015 günü Türkiye, Suriye sınırında Türk Hava Sahasını ihlâl ettiği gerekçesiyle bir Rusya’ya ait bir SU-24 savaş uçağını düşürdü. Putin bu olayı, “teröristlerin suç ortakları tarafından işlenen bir sırttan bıçaklama” olarak nitelendirdi. Ardından Rusya, düşürülen savaş uçağı nedeniyle Türkiye’ye ortak ekonomik projelere ilişkin yaptırımlar uyguladı, finansal işlemleri kısıtladı ve gümrük vergilerini değiştirdi. ABD bir taşla kaç kuş vurduğunun hesabını yapamıyordu. Türkiye kendi varlığından ve haklarından geçerek ABD’ye daha da yaklaşıp Suriye’de Rusya’ya karşı durmaz mıydı? Durmadı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Putin ile kurduğu ikili özel diyalogla bu konunun bambaşka kumpas boyutlarının bulunduğu yönünde istişarelerde bulundu ve konu kapandı. Ancak ekonomik yaptırımlar nedeniyle Türkiye büyük zarara uğradı.
ABD, Türkiye’den umduğunu bulamayınca, 10 Şubat 2016 günü PKK hakkında bir itirafta bulunur gibi, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kirby’nin düzenlediği basın toplantısında, PYD’yi terör örgütü olarak görmediğini deklare etti. Açıklamaya Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Kaç kez söyledik! Bizimle misiniz, yoksa bu terör örgütleri PYD ve YPG ile mi?” şeklinde yanıt verdi. Bazı yerel kaynakların ve medya organlarının haberlerine göre ABD Özel Kuvvetleri, omuzlarında YPG amblemleri taşıyordu. Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, ABD’nin Suriyeli YPG milislerini terörist olarak adlandırmayı reddettiği için “ikiyüzlü” olduğunu söyledi. ABD Ordusu Albayı Steve Warren gazetecilere, “Düzeltici önlem alındı ve bölgedeki askerî ortaklarımıza ve askerî müttefiklerimize de ilettik” dedi.
15 Temmuz 2016 günü ise, ABD-NATO-Gladyo plânı yeni aşama ara plânını devreye sokmuştu.
Biden, Erdoğan’ı arayıp özür diliyor, ABD Başkanlık Sözcüsü, Hürriyet gazetesine Biden’in Erdoğan’a hayran olduğunu bile söylüyordu. Türkiye’nin Suriye’de PKK kartını gördüğünü fark eden ABD, bu kez sonraki Başkan Donald Trump’un da itirafıyla ifade ettiği IŞİD’i Türkiye’nin başına belâ etmeye hazırlanıyordu.
15 Temmuz: Asil direnişi tiyatro kılmak isteyenler kimlerdi?
15 Temmuz 2016 işgalci darbe girişimi gecesine bakarken görünen nüveler, ABD-FETÖ birlikteliğine yönelik ilginç veriler sunuyordu. Örneğin daha önce FETÖ’yle diyaloğu olduğu söylenen ve eski TRT Genel Müdürü olan İbrahim Şahin’in TRT’deki Genel Müdürlüğü sırasında başdanışmanı olan Henry Barkey, 15 Temmuz öncesinde Adalar’da bir otelde darbeyi plânladığı gerekçesiyle hakkında gıyabî soruşturma açılan isimlerden biri oldu. Barkey’e bu tarihten sonra Türkiye’de rastlanmazken, şu an CIA’nın direktörlerinden biri olarak ABD’de bulunuyor.
Dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu’nun “Darbenin arkasında Amerika var” demecine ise doğrudan ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’den cevap gelmiş ve suçlamayı reddetmişti. 14 Ağustos 2016 günü ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Ankara’ya gelerek Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Binali Yıldırım ile görüştü. Biden, “Türkiye’ye daha önce gelmediğim için üzgünüm” dedi.
Türkiye’nin bu süreçte yaşadıkları bizim hâlâ hafızamızda. Rusya lideri Putin’in bu dönemeçte takındığı tavır da elbette… Artık ibre bu yüzden tersine dönüyor, Türkiye bu süreçte Rusya ve İran’la Suriye konusunda Astana’da bir araya gelirken bu iki ülkeyle daha da yakınlaşıyordu. Mayıs 2017’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile mevkidaşı Vladimir Putin, Soçi’de bir araya gelerek Suriye ihtilafından ticarî ilişkilerin güçlendirilmesine kadar birçok konuyu görüştüler. Her iki lider de Suriye İç Savaşı’na siyâsî bir çözüm bulma konusunda fikir birliğine vardı. Görüşmenin ardından Putin, “Rusya-Türkiye ilişkilerinde iyileşme süreci tamamlandı” diyerek önemli bir mesaj verdi. ABD’de ise Kasım 2017’de Obama yönetimi biterken Trump yönetimi başlamıştı.
Türkiye, ABD’deki Obama yönetiminin komplolarını savuşturmanın yorgunluğuyla yeni ABD Başkanı Donald Trump’tan CENTCOM’un YPG’yi silahlandırılması kararını geri almasını ve FETÖ elebaşının iadesini istedi. Türkiye’nin talepleri yerine getirilmedi elbette, ancak Trump, tüm dünya liderleriyle sorun yaşarken Erdoğan ile anlaşabildiğini özellikle beyan etti.
15 Temmuz’dan sonra içeriden bile güvenlik sorunu yaşadığını fark eden Türkiye, Patriotların kaldırılması üzerine Rusya ile S-400 Hava Savunma Sistemi hakkında anlaştı, hatta sistemlerin ödemesini gerçekleştirdi. Aynı günlerde bir ABD İstanbul Başkonsolosluk çalışanı, FETÖ ile bağlantısı olduğu gerekçesiyle tutuklandı. ABD Büyükelçiliği, Türk vatandaşlarına verilen vizeleri askıya aldı. Türkiye de ABD vatandaşları için vize ve e-vize başvurularını askıya aldı.
Artık ABD ile ilişkiler iyice gerilmişti. 16 Kasım 2017’deki kara tüccar Reza Zarrab’ı Türkiye ve özellikle Erdoğan aleyhine konuşturan ABD, Zarrab’ı sözde yargılamaya başladı. Halkbank yöneticilerini de alıkoyan ABD, diğer yandan da Türkiye’yi S-400 satın aldığı için 2007’de girdiği F-35 savaş uçağı üretimi programından çıkardığını ilân etti. Türkiye’nin bu programa harcadıklarını ve program için yine göndermiş olduğu ödemelere de el koydu.
Aynı süreç öyle vahşi ilerliyordu ki ABD yönetimi, İzmir’de terör örgütlerine yardım ve casusluk yaptığı suçlamalarıyla iki yıldır tutuklu yargılanan Rahip Andrew Brunson’un serbest bırakılmasını isterken taleplerinin karşılanmaması durumunda Türkiye’ye yaptırım uygulayacağını açıkladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin bu tür tehditleri kabul etmeyeceğini belirtti. Ancak Trump yönetimi, Pastör Andrew Brunson’un tutukluluğu nedeniyle Adalet Bakanı Abdulhamit Gül ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya yaptırım uyguladığını duyurdu. ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence, yaptırımların Brunson serbest bırakılana kadar devam edeceğini belirtti. Ardından Trump, Türkiye’den satın alınan çelik ve alüminyuma yönelik gümrük vergisinin iki katına çıkarılmasını onayladı. Sonunda istediğini alan Trump, Türkiye’de 3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezasına çarptırılmasına rağmen serbest bırakılan ve ülkesine dönen Amerikalı Rahip Andrew Brunson’u Beyaz Saray’da ağırladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a da teşekkür eden Trump, Brunson’un serbest bırakılmasının Türkiye ile ilişkileri açısından atılmış “harika bir adım” olduğunu söyledi.
İlerleyen aşamada Başkan Trump, Suriye’deki ABD varlığını Obama döneminin ABD’ye kestirdiği en ağır faturalardan biri olarak nitelediği gibi sosyal medyadan yaptığı açıklamasında, “Türkiye Cumhurbaşkanı ile uzun ve verimli bir görüşme yaptım. IŞİD’i, Suriye’deki karşılıklı müdahalemizi ve ABD birliklerinin bölgeden yavaş ve son derece koordineli bir şekilde çekilmesini tartıştık. Yıllar sonra eve geliyorlar. Ayrıca ticaretin genişletilmesini de konuştuk” diyerek yeni bir adım attı. Ocak 2019’da ise Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD Başkanı Trump ile yaptığı telefon görüşmesinde Türkiye’nin YPG yönetimindeki Menbic’in güvenliğini devralmaya hazır olduğunu söyledi. İlişkiler normalleşirken, Türkiye Barış Pınarı Harekâtı ile YPG terörünü Suriye kuzeyinden güneye doğru süpürmeye başladı. Ancak ABD ile yapılan anlaşma sonucunda Barış Pınarı Harekâtı’na 120 saat ara verildi ve YPG güvenli bölgeden çekildi. Türkiye ve ABD, Suriye’nin kuzeydoğusundaki IŞİD’e karşı mücadelelerini sürdürme niyetlerini de yinelediler. ABD de Türkiye’ye yaptırımları durdurmayı ve yeni yaptırımlar uygulamamayı kabul etti.
Şubat 2020’de, Rus Hava Kuvvetleri ile Suriye Hava Kuvvetleri, İdlib Valiliği’nin Balyun ilçesinde kahraman Ordumuza ait bir konvoya hava saldırısı düzenledi. Bu saldırıda otuz dört Mehmetçiğimiz şehadete yürüdü. Bu saldırının üzerine Türkiye, Bahar Kalkanı Harekâtı’nı başlatarak Rusya’nın İdlib ve çevresinde sağladığı bütün hava savunma sistemlerini etkisiz hâle getirdiği gibi, dünya savaş konsepti tarihine ve literatüre ilk sistemli SİHA taarruzunu ekledi.
ABD ile Rusya arasında değil, tek başına Türkiye
Türkiye bu uzun süreçte ABD ile Rusya arasında yer tayin etmedi, sadece kendi pozisyonunu aldı, hep bu yönü tercih etti. Doğrusu bu bile, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tarihe kaydedilmesi için en önemli faktörlerden biridir. Dünya bir üçüncü dünya savaşından bahsederken, Sayın Erdoğan, yaşadığı her imtihanda bir cihan harbini engelledi.
Bu dosyanın ilkinde Büyük Buhran ve 1973 Petrol Krizi’ne değinerek dünyanın yeni bir katastrofa girdiğinden bahsetmiştik. Ancak bu katastrofta iki ayrı plân var: Birincisi Küreselcilerin ille de savaş plânı, ikincisi ise devletçilerin “Her şeyi düzeltebiliriz” plânı.
Ancak şu da var: Her iki grup da bir diğerine mağlûp olması durumunda ikinci plânını devreye sokmayı tercih edecek. Bu plâna göre Marc Grossman ile Türkiye’ye yapılan teklif, hâlâ geçerliliğini koruyor. Çünkü Türkiye, Küreselciler için asla kaybedilmemesi gereken bir mevzi.
Peki, bir savaş mı çıkacak, her şey sütliman mı olacak? Bunun cevabını Trump ile Biden’in CNN’deki münazarasından çıkarmak mümkün. Zira münazaranın en önemli noktalarından biri, Trump’un daha önce de ifade ettiği gibi Ukrayna Savaşı’nı ABD Başkanı olduğu anda bitireceğini söylediği an. Putin’in savaşı bitirme koşullarının kendisi için kabul edilebilir olup olmadığı sorulduğunda Trump, “Hayır, bu savaş hiç olmamalıydı” diyerek cevapladı. Trump, kendisinin yönetimi altında savaşın hiç başlamamış olacağını iddia etti ve Biden yönetiminin Ukrayna’ya yardımlarını eleştirdi.
Trump’un Suriye konusunda da ne düşündüğünü eski icraatından bildiğimiz için, Kasım’daki seçimde Trump’un ABD Başkanlığını yeniden kazanması hâlinde sözü edilen üçüncü savaşın çıkmaması ihtimâli net. Ancak Biden yönetimini şöyle eleştiriyor Trump: “Ben başkan olmadan büyük savaşı çıkarmak istiyorlar.”
Bu panoramadan sonra bu dosyanın bir üçüncüsü olur mu? Allah Kerim…
https://daktilo1984.com/d84intelligence/turkiye-ve-abd/
https://bigpara.hurriyet.com.tr/haberler/genel-haberler/24-banka-tarihe-karisti_ID430825/