Küresel asimilasyon ve modern Mankurtlar

Artık kendimize dönüp bakmak ve “Mankurtlaştırılabileceklerden miyiz?” diye sorma zamanıdır! En yakınımızı, canımızı, ciğerimizi, değerlerimizi, birliğimizi korumak, özümüze dönmek ve Nayman Anaların ıstırabını dindirmek için haykırmak zamanıdır: “Adını hatırla! Kim olduğunu hatırla! Babanın adı…”

KÖKÜNÜ unutan “Mankurt”tur, sosyal hafızası silinen “Mankurt”. Kültürel belleğini kaybeden de “Mankurt”tur, değerlerini yitiren de. Baskıya boyun eğen “Mankurt”tur. Köleleşen “Mankurt”tur.

Sorgusuz kabullenen “Mankurt”tur. Silikleşen ve susan, “Mankurt”tur. Kendine yabancılaşan “Mankurt”tur. Özünü yitiren ve özenen de… Ve bir “Mankurt”a her şey yaptırılabilir. İş sadece neyin kimden ve nasıl istendiğine kalır.

Aytmatov, Nayman Ana Söylencesi’nde anlatır “Mankurt”u. O kimse ki, genç ve güçlüdür, kimsesizleştirilir. Önce kafa derisi kazınır. Yüzülür âdeta diri diri! Ve o çıplak, o kanlı, o korumasız kafatasına bir hayvan derisi geçirilir. Kimi zaman manda, kimi zaman deve derisi… Saatlerce, günlerce güneşte bırakılır. Kavrulur hayvanın derisi, kavrulur o “kimse”nin kafatası… Kavruldukça kurur deri; kurudukça büzüşür, büzüştükçe kurur. Yapışır… Sıkışır, sıkıştırır…

Acımasız bir döngüdür bu! Eriyip gider beyin yavaş yavaş. Saçlar? Saçlar uzar bir yandan… Uzar da, hayvanın derisi büzüşüp kurumuş, kurudukça sıkmıştır kafatasını. Çıkamaz saçlar, döner! Evet, geri döner ve batar beyne! Istırap dayanılmaz olur vahşetin kucağında…

Ruh katledilir ve yiter hafıza. O güçlü, o genç kimseden “kimsesizlik”, kimsesizlikten “hiçlik” doğar. Geriye? Sadece komut algılayan o tutsaktan geriye, kocaman bir “hiçlik” kalır. “Kimsesiz hiç kimse”nin adı, “Mankurt” olur…

Cengiz Aytmatov, “Gün Olur Asra Bedel” romanında tarihe böyle kazımıştır Juan-Juanların işkencesi Mankurtlaştırmayı ve Mankurtları. Sorgulamayan, sorgulamayı beceremeyen, yalnızca itaat eden, itirazsız, robotsu-insansı köleleri… Roman bu ya, Sarı Özbek Bozkırından Kırgız Nayman Ana, Mankurtlaştırılan oğlunu kurtarmaya gelir. Gelir de… Çırpınır, yakarır… Ne yapsa nâfile! Oğul Colaman Mankurt’tur artık.

Kırgız düşmanı Juan-Juanlar bakarlar ki Nayman Ana oğlunu alacak, Mankurt oğula “Şu kadını öldür!” derler. Oğul, insana dair özelliklerini yitirmiş oğul, ah! Tanımaz Nayman Ana’yı, anacığını bilmez ki artık. Toprağını bilmez. Beyni erimiş, hafızası silinmiş, geçmişi sıfırlanmış âciz Mankurt, komutu kayıtsız şartsız alır ve uygular. Sorgusuz, gözünü kırpmadan, düşünmeden, “Neden?” demeden, öylece… Öyle işte! Okunu atar ve… Ah! Öyle işte… Öylesine…

Gözü oğulcuğunun gözbebeğinde, susar Nayman Anacık. Son bir gayretle, yine oğulcuğunu kurtarma ümidiyle haykırır Colaman’a: “Adını hatırla! Kim olduğunu hatırla! Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!

Önce yemenisi düşer başından. Kuş olur yemeni… Devrilir kocaman Nayman Ana, devrilir usulca… Tüm analar vurulur o an! Tüm analar susar… Analar ölür; ölür Nayman Ana’nın ruhunda… Nayman Ana’nın ıstırabı kederdendir; Mankurt oğulun ıstırabı acıdan… Nayman Ana’nın yürek dağlayan acısı biterken mi oğulun ıstırabı başlamıştır, Oğul Colaman’ın ıstırabı bitince mi ananın yüreği şâha kalkmıştır, bilinmez. Öyle bir paradoks işte! Aslolan iki yanık, iki kavruk yürek, iki mustariptir… Öylesine… Öylece… Öyle işte!

O gün bugündür Nayman Ana kuşu, Sarı Özbek Bozkırı gecelerinin yolcularına öter hazin hazin: “Adını hatırla! Kim olduğunu hatırla! Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!

Gün ne zaman döndü? Ne zaman insan insana bunu açıktan yapar oldu? Hırs ne zaman bürüdü gözleri? Toprak için, maden için, gıda için, su için, nakit için ne zaman Mankurtlaştı insanoğlu? Ne zaman barışı değil de savaşı koydu zenginliğin merkezine? Ne zaman takıldık kaldık “-izm”lere, ne zaman daha fazlasını tüketebilmeye yorulduk?

Ya biz? Biz Türkler, ne zaman unuttuk kendimizi? Çanakkale’de yok muyduk? Dumlupınar’da? Malazgirt’te? İstanbul’un Fethi’nde yok muyduk? Mimar Sinan olmadık mı? Sultan Süleyman? Fatih Sultan Mehmet? Oktay Sinanoğlu olmadık mı? Ezan okunmadı mı doğar doğmaz kulaklarımıza? İftarı beklemenin keyfine varmamış mıydık hiç? Alnımız gözyaşlarıyla secdelere değmedi mi ki? Kur’ân-ı Kerîmlerimiz duvar askılarından başuçlarına ineli çok olmamış mıydı? Ne o, yoksa “önce kul” değil miydik? Nikâh kutsal değil miydi? Huzurevlerine şaşırmaz mıydık? Çocuk yuvalarına? Ne zaman unuttuk?

Birey olarak hür müyüz? Millet olarak bağımsız mıyız? Yoksa Mankurtlaştırıldık mı özgürlük maskesiyle? Yabancılaştık mı bizi biz yapan her şeye? “Her şey”den geriye “hiç” mi kaldı yoksa fark etmeden, zorla? Yoksa birer Mankurt olarak mı eğitildik okullarda? Mankurtlar bizi kendilerinden mi yaptılar? Teslimiyet duygumuzun yönünü dünyaya çevirdik de mücadeleden mi kaçar olduk?

Zulüm altında Mankurtlaşmak elbette insanlık dışı, ama ya koşa koşa kanmak ve kandırılmayı marifet sanmak? Ya gönüllü Mankurtlaşmak? İşte bu, bir küresel asimilasyon projesi! Ve modern Mankurtlar, tam da birer patolojik hâlin ürünü!

Artık kendimize dönüp bakmak ve “Mankurtlaştırılabileceklerden miyiz?” diye sorma zamanıdır! En yakınımızı, canımızı, ciğerimizi, değerlerimizi, birliğimizi korumak, özümüze dönmek ve Nayman Anaların ıstırabını dindirmek için haykırmak zamanıdır: “Adını hatırla! Kim olduğunu hatırla! Babanın adı…”

Silkinme zamanıdır! Umutla kalın…