KÖKÜNÜ unutan
“Mankurt”tur, sosyal hafızası silinen “Mankurt”. Kültürel belleğini kaybeden de
“Mankurt”tur, değerlerini yitiren de. Baskıya boyun eğen “Mankurt”tur.
Köleleşen “Mankurt”tur.
Sorgusuz
kabullenen “Mankurt”tur. Silikleşen ve susan, “Mankurt”tur. Kendine
yabancılaşan “Mankurt”tur. Özünü yitiren ve özenen de… Ve bir “Mankurt”a her
şey yaptırılabilir. İş sadece neyin kimden ve nasıl
istendiğine kalır.
Aytmatov,
Nayman Ana Söylencesi’nde anlatır “Mankurt”u. O kimse ki, genç ve güçlüdür, kimsesizleştirilir.
Önce kafa derisi kazınır. Yüzülür âdeta diri diri! Ve o çıplak, o kanlı, o
korumasız kafatasına bir hayvan derisi geçirilir. Kimi zaman manda, kimi zaman
deve derisi… Saatlerce, günlerce güneşte bırakılır. Kavrulur hayvanın derisi,
kavrulur o “kimse”nin kafatası… Kavruldukça kurur deri; kurudukça büzüşür, büzüştükçe
kurur. Yapışır… Sıkışır, sıkıştırır…
Acımasız
bir döngüdür bu! Eriyip gider beyin yavaş yavaş. Saçlar? Saçlar uzar bir
yandan… Uzar da, hayvanın derisi büzüşüp kurumuş, kurudukça sıkmıştır
kafatasını. Çıkamaz saçlar, döner! Evet, geri döner ve batar beyne! Istırap
dayanılmaz olur vahşetin kucağında…
Ruh
katledilir ve yiter hafıza. O güçlü, o genç kimseden “kimsesizlik”,
kimsesizlikten “hiçlik” doğar. Geriye? Sadece komut algılayan o tutsaktan geriye,
kocaman bir “hiçlik” kalır. “Kimsesiz hiç kimse”nin adı, “Mankurt” olur…
Cengiz
Aytmatov, “Gün Olur Asra Bedel” romanında tarihe böyle kazımıştır Juan-Juanların
işkencesi Mankurtlaştırmayı ve Mankurtları. Sorgulamayan, sorgulamayı
beceremeyen, yalnızca itaat eden, itirazsız, robotsu-insansı köleleri… Roman bu ya, Sarı Özbek
Bozkırından Kırgız Nayman Ana, Mankurtlaştırılan oğlunu kurtarmaya gelir. Gelir
de… Çırpınır, yakarır… Ne yapsa nâfile! Oğul Colaman Mankurt’tur artık.
Kırgız düşmanı Juan-Juanlar bakarlar ki
Nayman Ana oğlunu alacak, Mankurt oğula “Şu kadını öldür!” derler. Oğul,
insana dair özelliklerini yitirmiş oğul, ah! Tanımaz Nayman Ana’yı, anacığını
bilmez ki artık. Toprağını bilmez. Beyni erimiş, hafızası silinmiş, geçmişi
sıfırlanmış âciz Mankurt, komutu kayıtsız şartsız alır ve uygular. Sorgusuz, gözünü
kırpmadan, düşünmeden, “Neden?”
demeden, öylece… Öyle işte! Okunu atar ve… Ah! Öyle işte… Öylesine…
Gözü oğulcuğunun gözbebeğinde, susar
Nayman Anacık. Son bir gayretle, yine oğulcuğunu kurtarma ümidiyle haykırır
Colaman’a: “Adını hatırla! Kim olduğunu hatırla! Babanın adı Dönenbay! Dönenbay!
Dönenbay!”
Önce yemenisi düşer başından. Kuş olur
yemeni… Devrilir kocaman Nayman Ana, devrilir usulca… Tüm analar vurulur o an!
Tüm analar susar… Analar ölür; ölür Nayman Ana’nın ruhunda… Nayman Ana’nın
ıstırabı kederdendir; Mankurt oğulun ıstırabı acıdan… Nayman Ana’nın yürek
dağlayan acısı biterken mi oğulun ıstırabı başlamıştır, Oğul Colaman’ın ıstırabı
bitince mi ananın yüreği şâha kalkmıştır, bilinmez. Öyle bir paradoks işte! Aslolan
iki yanık, iki kavruk yürek, iki mustariptir… Öylesine… Öylece… Öyle işte!
O gün bugündür Nayman Ana kuşu, Sarı
Özbek Bozkırı gecelerinin yolcularına öter hazin hazin: “Adını hatırla! Kim
olduğunu hatırla! Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!”
Gün ne zaman döndü? Ne zaman insan
insana bunu açıktan yapar oldu? Hırs ne zaman bürüdü gözleri? Toprak için,
maden için, gıda için, su için, nakit için ne zaman Mankurtlaştı insanoğlu? Ne
zaman barışı değil de savaşı koydu zenginliğin merkezine? Ne zaman takıldık kaldık
“-izm”lere, ne zaman daha fazlasını tüketebilmeye yorulduk?
Ya biz? Biz Türkler, ne zaman unuttuk
kendimizi? Çanakkale’de
yok muyduk? Dumlupınar’da? Malazgirt’te? İstanbul’un Fethi’nde yok muyduk? Mimar
Sinan olmadık mı? Sultan Süleyman? Fatih Sultan Mehmet? Oktay Sinanoğlu olmadık
mı? Ezan okunmadı mı doğar doğmaz kulaklarımıza? İftarı beklemenin keyfine
varmamış mıydık hiç? Alnımız gözyaşlarıyla secdelere değmedi mi ki? Kur’ân-ı
Kerîmlerimiz duvar askılarından başuçlarına ineli çok olmamış mıydı? Ne o,
yoksa “önce kul” değil miydik? Nikâh kutsal değil miydi? Huzurevlerine şaşırmaz
mıydık? Çocuk yuvalarına? Ne zaman unuttuk?
Birey
olarak hür müyüz? Millet olarak bağımsız mıyız? Yoksa Mankurtlaştırıldık mı
özgürlük maskesiyle? Yabancılaştık mı bizi biz yapan her şeye? “Her şey”den
geriye “hiç” mi kaldı yoksa fark etmeden, zorla? Yoksa birer Mankurt olarak mı
eğitildik okullarda? Mankurtlar bizi kendilerinden mi
yaptılar? Teslimiyet duygumuzun yönünü dünyaya çevirdik de mücadeleden
mi kaçar olduk?
Zulüm
altında Mankurtlaşmak elbette insanlık dışı, ama ya koşa koşa kanmak ve kandırılmayı
marifet sanmak? Ya gönüllü Mankurtlaşmak? İşte bu, bir küresel asimilasyon
projesi! Ve modern Mankurtlar, tam da birer patolojik hâlin ürünü!
Artık kendimize dönüp bakmak ve “Mankurtlaştırılabileceklerden
miyiz?” diye sorma zamanıdır! En yakınımızı, canımızı, ciğerimizi,
değerlerimizi, birliğimizi korumak, özümüze dönmek ve Nayman Anaların
ıstırabını dindirmek için haykırmak zamanıdır: “Adını hatırla! Kim olduğunu
hatırla! Babanın adı…”
Silkinme zamanıdır! Umutla kalın…